Kategoriler

Arşivler


Tarih 4 Şub 2011 Kategori: Fahriye HAMZAÇEBİ

HAYATA İNAT

HAYATA İNAT

İki dudağından düşen her cümleye beni kat. Ekmeğinden bir parça, kana kana içtiğin sudan bir yudum ve aldığın her nefesten bir umut yolla. Sen doldur yüreğimin boşluklarını. Sahibim, ömür sebebim, gönül güzelliğim ol. Islat beni sevda sözcüklerinle… Sonra ıslattığın her damlayı gözlerindeki sevda güneşiyle kurut. Bana yakıştırdığın renkleri giydir üzerime, gözlerinin rengi ile boya yüreğimin gökyüzünü. Doldur yüreğindeki nehirleri, dudakları çatlamış topraklarıma. Meçhul acılarıma inat, acılarımı sevginle erit. Sokaklarını bilmediğin şehrimde yabancı gibi etrafa bakma, bilmesen de adresimi yüreğinin sesini dinle. Beni kokumdan izlerimden tanı. Baktığın aynada, açtığın her kapı ardın da ve hayatını devam ettiren kalp atışlarının sıcaklığındayım. Avuçlarının ateşinde, dudağının titreyişinde olacağım. Aç mutlulukların yegâne adresini, ayak izlerinin mührü kalsın senli coğrafyalarda. Bana gelirken nefes nefese kaldın, gözlerini gözlerimde dinlendir. Usulca kıvrıl “ yüreğin” miktarı boşluk bıraktığım yatağımın kenarında. Fırtınalı bir zamanda, ölüm ile hayat arasında kalan bir geminin sığındığı küçük koya demirlediği gibi, yüreğini yüreğime emanet et.
İç beni suyu içer gibi… Sev beni Ekmeği sever gibi… Avuçlarında ter olduğum, nefesinde hayat bulduğum, varlığınla yüreğime mutluluk dolduransın.
Fahriye HAMZAÇEBİ
www.kafiye.net


Tarih 4 Şub 2011 Kategori: Fahriye HAMZAÇEBİ

KAYBETTİKLERİM Mİ KAZANDIKLARIM MI?

KAYBETTİKLERİM Mİ KAZANDIKLARIM MI?

Erit beni kaybolanları olmamış say, kırık bir saz için kopardığın yaygarayı beni kaybettiğinde de tekrarla, böylece ederim ortaya çıksın. Hasbel kader bulduklarını sana armağan sayma, bu gün seni bulanlar yarın beni de görmezden gelmezler elbet.Yitik zamanlar sensiz gecelerden biri daha yalnızlığı yaşıyorum. Kıştayım penceremden görünen manzara bahara gebe olsa da.

Zaman sessiz, kimsesiz bensiz zaman. Dolunay var karşımda, gül kurusu bir akşam ve ben dolunayda ağlayamıyorum. Ayışığım olacaktı sevgim ama o gücü ve sevgiyi bulamıyorum. Neden herkes gibi bende sevemiyorum, hayal bile edemiyorum. Gül kurusu akşamlar denizin üzerinde karanlıklara bırakıyor kendini, olan ümitlerimde onunla birlikte iniyor dibe. Buzdan yangınlar körüklüyor sessizliğimi, mevsimler gittiğin zamanlarda kalmış, rüzgar eteklerine fırtınaları doldurup, inadına esiyor sırtıma. Kışa inat, ayaza inat sende üşümemeliyim. Yalnızlığa demirlenmiş gemiler gibi sensizliğin, sessizliğin limanında gönül teknem. Ben özlemleri yüreğimle denerim. Bir sabah uykusuz gözlerime güneş sıcaklığınla gel.Sen kuru ayazla savrulmadan kahve gözlerimle düşeceğim baharının avuçlarına. Sana birgün aşkın keskin bıçak gibi yüreğini acıtabileceğini, kırık kanatlarını ve yamalı kalbini yalnızlığın taşlarıyla örebileceğini anlatmıştım.Hasretin ipi kopmuş bir inci kolyenin incileri gibi dağılıyor şimdi. Seni çok aradım güneşin sıcak alnında, ellerini aradım yağmurun ıslak dudaklarında sensizlikte esrarkeş yangınları boynuma alıp, yüreğimde közledim yalnızlığın mahrem çığlıklarını…
Fahriye HAMZAÇEBİ
www.kafiye.net


Tarih 4 Şub 2011 Kategori: Fahriye HAMZAÇEBİ

NİSAN

NİSAN
Baştan sona şımarık sevgili… melankolik aşk, terminallerde bekleyen yolcu, elma dalında kuş, başımızdaki kavak yelleri, insanı deli eden çiçekler Nisan… Kentimin dağları asker olmuş sanki açıklı koyulu yeşiller. Salkım salkım akasyalar,söğütler saçak saçak , maviyle elele vermiş çimenler. Bu ne ihtişam , küçük bir kahvede sıcak çay bardağı elinde uzakları süzen gözler. Kışın getirdiği kasvet ve uyku çoktan yok olmuş gönüllerde.Daha bir umut, daha sevecen çehreler. Zaman zaman çisil çisil yağan yağmur üşütsede tenimizi ruhumuz cıvıl cıvl ümit var. Bir kır kahvesinde tahta iskemlenin üzerinde tünemiş ihtiyar , ağarmış saçlarıyla buruşmuş alnında birden beliren güneşi ağırlayan bahtiyar. Gönüldeki tazelik gözlerdeki saadet neden dersiniz? lütfen sende olandan feragat kalpten Nisansın sen. Elma ağacının dalında asılı kuş ,pembe beyaz çiçeğe şarkılar söyler.İlmek ilmek, nakış nakış işlenmiş kanatlarıyla bir günlük ömrüne aldırmadan oradan oraya koşuşturan kelebek ne de mutludur.
Nisan…. nazenin suretlere hoyrat ve yabancı tebessüm, zamanı çatlatacak ihanetler, ruhu çoşkusunun doruğunda hapsedecek esaretler… Tarla yamacında çapa yapan, samimiyetinin duldasında bir rençber. İşte hayat bu baharın müjdecisi, yazın ilk tedarikleri herşey özgür.
Çiçeğe durmuş özlemler, hicrana düşen yürek, hayatı yoran sevda çoğalır. Nisan… adı gibi güzel kederden firari kalbe ziyan….
Fahriye HAMZAÇEBİ
www.kafiye.net


Tarih 4 Şub 2011 Kategori: Fahriye HAMZAÇEBİ

GECENİN RENGİ

GECENİN RENGİ

Siz diyorsunuz ki gecenin de rengi mi olur?.Olur elbet yaşandığı gibidir geceler,neşeli,şen,hüzünlü,ağlamaklı.Önce kapkaraydı,katran karası baktığında ne bir ışık hüzmesi,ne de bir iz belirirdi.Göz bebekleri büyürdü zifiri karanlıkta.Ay’ sız ,yıldızsız ıssız geceler.Sadece sokak lambaları var bir adım ötesini ışıtan.Onların olmadığı yer ,uçsuz bir kara boşluk.
Bir kadın belirdi ,loş ışıklı bir camda , buğuluydu cam,baktı uzaklara… Belliki bir beklediği vardı.belki bir eş ,belki de sevgili.Umutla mı? umutsuzlukla mı? bilinmez ama , elindeki kadehi götürdü ağzına.Sessizdi,ıssızdı her yer.Başını kaldırıp perdeyi araladı ve çok uzaklara daldı. Karanlıktan başka şey göremedi ,bir gölge belirdi içi burkuldu . Camı açıp ,derinden gelen sesle irkildi.Denizdi gümbürdeyen o da içliydi ,sevmemişti geceyi.Gecenin matem tutan siyah renginde silindi gitti.Aman Allahım kuru dallar sallandı ,ay gecenin kara bağrında uyandı ,geceyi selamladı . Uzaktan bir ses yankılandı ,”lambada titreyen alev üşüyor” diyordu.Gökyüzü yamalı bulut parçalarıyla griye boyandı.Rıhtım da bir taka yol aldı,günün rızkını çıkaracaktı.Sessiz gecede renksiz ufuk canlandı.Gecenin kara çaydanlıklarında demlediği çayla huzura daldı.Ay ‘ın gülen yüzüne bakarak kaldırdı kadehi ,kan kırmızı ,nar kırmızı sabahlara.Karanlıklar şahit oldu ,yüreğinde yavaşça yok oluşuna.Gözlerinde birikti acı ,yüreğinde hasrete yakalandı.Geceyi besleyen bir çiğ gibi yutkundu kanayan çığlıkları.
Geceler ,gündüzden öte sığınaklar ,yıldız koparma ,yıldızlara boyama siyahlıkları.Nefes almayı öğrenme boğan dört duvarın yalnızlığına inat.Sen gökkuşağı değilsin kara geceler.
Fahriye HAMZAÇEBİ
www.kafiye.net


Tarih 4 Şub 2011 Kategori: Güneş KAYACAN

AĞLAYAN GÜNLÜK

AĞLAYAN GÜNLÜK

Bir öğrencinin gelip, beni alması, incilerini sayfalarıma, içini bana dökmesi umuduyla bekliyorum kırtasiye tezgâhında. Güler yüzlü, temiz giyimli bir çocuk, kırtasiye kapısına doğru yaklaşır ve kapıyı ileri itmesiyle kapı açılır. Tezgâhtara doğru yaklaşır, ona bir şeyler sorar, tezgâhtar da ona parmağıyla, günlüklerin bulunduğu tezgâhı işaret eder. Benim bulunduğum tezgâha doğru yaklaşır, beni eline alır ve çocuğa uzatır.Çocuk kapağımı inceler, yapraklarımı karıştırır. Sonra cebinden biraz bozuk para çıkarıp, saymaya koyulur. Üzgün bir şekilde, parasının yetmediğini söyleyip, kırtasiyeden çıkar.

Çocuğun elleri arasındayken, kendimi sıcak bir aile ortamındaymışım gibi hissettim.fiimdiyse kendimi boş bir kutuymuşum gibi hissediyorum.Yoksa, sonsuza kadar burada, bu tezgâhta mı kalacaktım?Hiç kimse sayfalarıma içini dökmeyecek, benimle dertleşmeyecek miydi?Hiçbir zaman sayfalarımın ilk satırına “sevgili günlük” yazılmayacak mıydı?

Kırtasiyenin kapısı tekrar açıldı. içeri giren çocuk 8-9 yaşlarında var.Tezgâhtara pahalı bir günlük istediğini söyledi. Tezgâhtar bana doğru yöneldi, beni almasıyla çocuğun eline vermesi bir oldu. Sanki benden bir an önce kurtulmak istiyordu. “Al şu günlüğü, götür buradan, sabah akşam inileyip duruyor, başımı ağrıttı.” diye çocuğa şikâyet mi ediyordu beni acaba?

Çocuk, beni aldı, çantasına koydu.Kırtasiyenin kapısından çıktığımız anda, sevinç naraları atıyor, özgürlüğün tadını çıkarıyordum.Mutluydum, çünkü bir sırdaşım vardı.

Sevincim kursağımda kaldı.Neden mi?Çocuk odasına girdiğinde, çantasındaki kitapları çıkarıp, yatağının üstüne fırlattı. Beni ise masanın üstüne koydu. Sayfalarımı çevirmeye başladı. Sandım ki, içini sayfalarıma dökecek.Ama nerdeeee!… Rastgele bir sayfada durdu, elindeki kalemle sayfamın üzerini karalamaya başladı.içim burkuldu, büyük bir hayal kırıklığına uğradım.Birkaç sayfa karaladıktan sonra, kapağımı kapattı, beni de diğer defter ve kitaplar gibi yatağının üzerine attı.

Aradan birkaç ay geçti, artık tüm sayfalarım saçma sapan yazılarla ve anlamsız karalamalarla dolmuştu. Yapraklarımın kenarları marul yaprağı gibi kat kat olmuştu. Sayfalarımın yarısından çoğu yırtılmıştı.

Çocuk her zaman yaptığı gibi, beni okul çantasından çıkarıp, yatağının üstüne fırlattı. Herhâlde beni saklar, yıllar sonra da kapağımı açıp, yıllar önce yazdıklarını okur diye düşünmüyorum.Okusa ne yazar, kendinden utanır herhâlde. Yıllar sonra okuyup, şu yılda şunları yazmışım, şunları yapmışım diyemez.

O da ne!Elinde uçlu kalem, kapağımın üzerine batırıp duruyor. Her batırışında yüreğim sızlıyor.Yapma!Ne yapıyorsun sen, canımı acıtıyorsun.Beni harap ettiğin yetmezmiş gibi bir de canımı mı yakıyorsun. Kalbimi kırdın, canımı acıttın acıtacağın kadar yetmez mi?

O sırada annesi çocuğu çağırdı.Çocuk beni de alıp, annesinin yanına gitti.Yanan sobanın yanına yaklaştı ve yapraklarımı koparmaya başladı. O anda çok korktum ve ağlamaya başladım.Ne olursun yapma!Atma beni kor alevlerin içine!Yapraklarımı koparma! Çöpe at, ama ateşe atma!Çocuk her yaprağımı koparışında, yüreğimden bir parça kopuyordu sanki.Sonunda yapraklarım bitti, son olarak kapağımı da sobanın içine atıp, sobanın kapağını büyük bir hızla kapattı. Alevlerin arasında yanıp, kül oldum.

Önce sayfalarımı, sonra yüreğimi kopardılar.

Güneş KAYACAN
www.kafiye.net


Tarih 4 Şub 2011 Kategori: Güneş KAYACAN

HAYKIRIŞLARDA BOĞULAN HIÇKIRIKLAR

HAYKIRIŞLARDA BOĞULAN HIÇKIRIKLAR

Dünyaya gelmeden “güle güle!” demeyi öğrenen bebekler ve şehirdeki masum çocuklar…Oyun yerleri, bombaların atıldığı, kana boyanmış topraktan gelen, ağır bir kokunun sardığı bomboş sokaklardı.

Paramparça bir şehir, ıssız sokaklar, terkedilmiş evler ve ölüme sığınmaya mahkum insanlar!Her yeni gün; bir başka ölüm, her yeni yıl; bir başka acı, her gelecek, dibi görünmeyen karanlık bir kuyu bu şehirde!

Şehir yalnızdı, yapayalnız. Paramparça olmuş şehrin, her bucağına acı taşıyan haykırışlarıydı şehirde tek hissedilen.Şehirden dışarı taşmayan haykırışlar. Her insanın hissedebileceği haykırışlar değildi şehrin haykırışları. Şehirden dışarı taşan tek şey; giderek şehri yutan kan gölüydü.

Hiç kimsenin umurunda değildi bu doymak bilmeyen kan gölü!Hiç kimse farkında değildi, dünya kör olmuştu!Açın gözlerinizi, uyanın artık!Görünmez bir güç bu şehri ele geçirecekti, âdeta hipnoz etmişti dünyayı. Yoksa dünya ile güneş körebe mi oynuyordu?Esrarengiz bir güç dünyanın gözünü bağlamış, hadi güneşini bul diyor. Dünya güneşini arıyor, kışını yaşıyor.

Şehir duraksadı ve dinledi küçük bir çocuğun sözlerini: “Anne baksana güneş doğuyor, hadi uyan sabah oldu.” Yerde uzanan, bir kadın cesedi. Çocuk annesinden cevap alamayınca, etrafında olanlardan habersiz, anlamsız duyguların hakim olduğu masum bakışlarda etrafı süzdü.Ardından gelen; şehrin haykırışlarında boğulan, çocuğun hıçkırıkları. Yalınayak, yüzü gözü kir pas içinde, ağlamaya başlamıştı çocuk, önceden olacakları sezmiş gibi.

Ruhunu kaybetmiş düşman askerlerinin ayak sesleri ve pis gülüşleri duyuldu ve sonra da çocuğun hıçkırıklarını kesen bir patlama!Alnından fışkıran kanla, çocuk, yanıbaşındaki annesinin cesedi üzerine yığılıverdi.Şehirdeki tek yaşam belirtisini de silmişlerdi.

Gökyüzünden serpilen kurşun yağmurunun her damlasıyla genişleyen kan gölünde, derinden gelen haykırışlarıyla boğulan şehir, vatan toprağının üzerine örtülen bir al şal gibi, masum insanların cesetlerinden akan kanların, derin fısıltısını da içine çekerek son nefesini aldı.

Güneş KAYACAN
www.kafiye.net


Tarih 4 Şub 2011 Kategori: Bijen KADİFÇİ

Mutluluğumu Kaybettiğimi Sanırken

Mutluluğumu Kaybettiğimi Sanırken
Neden mutlulukla çıktığım o merdivenler artık bana işkence gibi geliyor? Yoksa yaşamımın her döneminde bu böyle mi olacak? Aslında cevabı biliyorum.Sanırım ben artık büyüdüm. Ama bunu ben istemedim ki neden bazı şeyler bana sorulmadan oluyor sanki!
Düşünüyorum da çocukluğumdan bu zamana kadar ne kadar çok şey değişti. O zaman ağladığımda etrafımda olan binlerce kişi şimdi başımın çaresine bakabileceğimi sanıyor. O zaman dostum olan oyuncaklarım bile raflarda tozlanıp bana yabancı duruyor. Seyrettiğim çizgi filmler sanki beni büyümüş gördükleri için yerlerini başka çizgi filmlere bırakıyor. Boyumdan büyük işlere kalkıştığımı söyleyenler “sen çocuk musun?” diye bağırıyor. Oyuncak raflarımı sanki nispet yapar gibi test kitaplarım alıyor. Hayır sadece rafları değil! Aklımı, beynimi, kalbimi nasıl oluyor da ele geçirebiliyor bu test kitapları? Annem babam bile farklı geliyor bazen. Yaptığım muzurlukları neşeyle karşılayan onlar artık benim çizgiyi aştığımı düşünüyor. Evet belki hepiniz haklısınız. Ben, düşüncelerim, görünüşüm değişmiş olabilir. Ya kalbim? Sizce o hala eski Bijen olmayı özlüyor olamaz mı?
İşte bu yazının aynı şekilde götürüp tanıdığım herkese okuttum. Ne annem ne de babam bunun hesabını veremedi. Peki ya bunların hesabını kim verecek? diye düşünürken yanıma çoktan oturmuş hatta elimdeki yazıyı bile göz ucuyla okumuş bir dede bana “Bak yavrum hayatta kazanmak da vardır kaybetmek de. Çocukluk insanın kazanç dönemidir. Bu kazanç, dünyanın en güzel duygusu mutluluktur. Çünkü o zaman hiçbir şeyi anlayamayacak gibi saf olursun. Hep kazanacak değilsin ya o dönemi geçirmeyi başladıkça yaşamın gerçeklerini görmeye başlarsın. Bu da kimi zaman insanı hüzüne uğratır, hayatı çekilmez yapar. Ondan hiç büyümek istemezsin. Ama hayat böyledir. Üzülmek de var, mutlu olmak da ikisi de yaşanmalı ki hayatı anlayabilmelisin. Her duyguyu tatmalısın ki bir daha yaşadığında güzelse dolu dolu yaşamalı kötüyse ondan uzak durabilmelisin. Bak bana yaşlandım ama ben bir çocuk kadar mutluyum çünkü ben o zamanları hala senin gibi bir çocuğumla yaşayabiliyorum.”dedi.
Ona teşekkür edip mutlu bir şekilde eve döndüm. Evet “mutluyum” dedim. Çünkü düşündüğümde mutlu olabileceğim gerçekten de daha bir çok şey varmış. İyi ki o dedeyi görmüşüm diye düşünürken birden çalar saatin sesiyle uyandım. Yanı başımdaki annem bağırarak beni uyandırmaya çalışıyor.” Sanırım çok etkili bir rüya görüyorsun ki okula geç kaldın” diye bağırıyordu.

Bijen Kadaifçi
Hilmi Fırat Anadolu Lisesi
www.kafiye.net


Tarih 4 Şub 2011 Kategori: Serap DURMUŞ

Deniz Yıldız

Deniz Yıldızı

Hiç çakıl taşları ile kaplı bir sahilde yürürken bir deniz yıldızı ile karşılaştınız mı?
Rengarenk, irili ufaklı bir sürü taşların olduğu bir sahil. Kimi taşlar tuzlu sudan yıpranmış ama yıllara meydan okumuş hala orda. Kimi bembeyaz mücevher gibi. Bazıları değişik şekillere bürünmüş. İnsanın hayal gücünü zorluyor. Bir çiçek, bir kalp, bir kelebek…. Ama en çok dikkati çeken o taşların arasında saklanmış deniz yıldızı. Kim bilir ne zaman vurdu sahile, kim bilir ne zaman öldü, kim bilir ne anıları var. İşte o anılara götürdü bu cansız deniz yıldızı beni. Okyanusun derinliklerinde özgürce gezen çeşit çeşit sevimli deniz canlıları ile beraber yaşayan renkli deniz yıldızı.
“Şimdi ben deniz yıldızıyım. Açtım kollarımı uçar gibi yüzüyorum pırıl pırıl sularda. Şu ilerdeki mercan adacıklarında arkadaşlarım var onları görmeye gidiyorum. Ne güzel görünüyor mercanlar. Mürekkep balığı tüm ışıklarını saçıyor ondan uzak durmalı. Saklanalım şu adacığın arkasına, izleyeyim deniz dünyamı. Rengarenk balıkları, yengeçleri,istiridyeleri. Acaba bana da bir inci verirler mi?”
Ama gelmiş işte cansız bedenin bu sahile. Olsun daha bitmedi, sen çok güzel bir hediyesin artık kalbinde sevgi olanlara. Ben alıp seni odamın en güzel yerine koyacağım. Belki biraz boyarım daha güzel bir biblo ol diye. Cam bir fanusa koyup arkadaşıma mı hediye etsem.Yada bıraksam seni burda. Bir çift bulur, genç delikanlı sevdiğine hediye eder sevgi sözcükleriyle. Belki küs olduğu sevdiğine verir barışmak için; “Bak ben de bu deniz yıldızı gibi vurdum kendimi sahillere ama onun gibi ölüp gitmeme izin verme” der. Ya kalbi kötü olan biri bulursa. Kırıp kollarını atarsa. Ölüsün sen ama yine acır mı canın?
Yaşamın muhakkak güzeldi deniz yıldızı. Bana da güzellikler yaşattın. Cansız bedenin bile huzur verdi bana. O kocaman okyanusta küçücük bir canlıydın ama ordaki yaşamın devamı için mecburdun. Öldün geldin buralara, beni mutlu ettin. Yaşarken de öldükten sonra da işe yaradın. Dilerim ki bende, tüm insanlarda senin gibi olsun.

SERAP DURMUŞ
İstanbul / 15/03/2006
www.kafiye.net


Tarih 4 Şub 2011 Kategori: Serap DURMUŞ

İstanbul’un Gözyaşları

İstanbul’un Gözyaşları

Bugün içinde yaşadığım ama uzun zamandır görmediğim İstanbul’u dolaşacağım. Bugün çevreme yalnızca bakmayacağım, çevremdekileri göreceğim diye başladım günüme.
Bu düşüncemle erken kalktım. Hemen üzerime spor bir şeyler giyip dışarı çıktım. Çok uzun bir yürüyüş yapmak niyetindeyim. O yüzden de en rahat ayakkabılarımı seçtim. Kahvaltımı da boğaza karşı yapmaya karar verdim. Hem kahvaltımı martılarla da paylaşmak istiyordum. Güneş çok güzel gülümsüyordu o sabah. Doğa da canlanmaya başlamıştı. Daha kapıdan çıkar çıkmaz sevinç kapladı yüreğimi. Karşıma çıkan birkaç ağaçta başlayan yaşamı inceledim bir süre. Ama fark ettim ki pek az ağaç var buralarda. Köyüm geldi aklıma çeşit çeşit mis kokan ağaçlarla kaplı. Yine de moralimi bozmadım. Benim İstanbul’umun da bir çok parkı, ormanı ve oralarda çeşitli hem de yüz yıllık ağaçları var. O yüzden yolumu Yıldız Parkına çevirdim. Yaşama başlayan doğayı daha iyi inceleyebilmek için. Hem belki biraz da fotoğraf çekerim dedim. Parka doğru yürürken ilk önce şu asil boğaz köprüsünün direkleri çıktı karşıma hemen önünde de bir cami,kubbesi ve minaresi. Ne güzel bir ikili olmuşlar. Derin derin içime çekmek istedim o an İstanbul’umun havasını. Önce iyi geldi ama biraz egzos karışınca ciğerlerim yandı. Her güzelin bir kusuru olur deyip geçiştirdim. Parka vardığımda gerçekten yaşam yeniden başlıyor dedim. Sessiz olan sokaklar sanki birden kalabalıklaşmıştı. Kimse bu güzel havayı kaçırmak istememiş sanırım. Ortalıkta koşturan çocuklar, özgürlüğüne kavuşan köpekler, uzun zamandır muhabbet edemeyen dostlar,aşıklar….. ”Her şey güzelde burada bu arabaların işi ne. Almasalar bunları olmaz mıymış?” dedim kendi kendime. Hem çocuklar daha rahat koştururdu. Hem de ben alamadığım derin nefesi burada çekerdim ciğerlerime. Neyse bakalım biz doğadaki değişimlere diye attım kendimi parkın derinliklerine. Biraz arabalardan kaçmak için biraz da insanlardan. Bir keresinde bir sincap görmüştüm bu parkta. Bugün de görürüm diye umutlandım ama sincapların yerini poşetler, pet şişeler almış sanırım. Sonunda geldim parkın diğer çıkış kapısına, sahile. Önce biraz düşündüm “Beşiktaş’a mı? Ortaköy’e doğru mu? Gitsem” diye. Beşiktaş’a gitmeye karar verdim. Hem sahil boyu yürürüm hem de şu tarihi binaları seyrederim diye. Çırağan Sarayı, Kabataş Lisesi… hala çok güzeller. Çok da yakışıyorlar bu boğazın sahiline. Artık karnım da acıkmaya başladı. Bir simit aldım, bir fincanda çay. Oturdum denizin kenarında bir banka. Martılarda gözükmüyordu etrafta ama belki bir parça simit atarsam gelirler dememe kalmadı kokusunu aldılar sanırım üşüştüler buraya. Kavga ediyor gibiler bir parça simit için. Belki oyun oynuyorlardır birbirleriyle. Bir de şu denizdeki çöpler takılmasa martıların ayaklarına. Uzaktan bakıldığında mavi görünen su yakından da mavi görünse.
Yeni bir tramvay hattı varmış burdan Sultanahmet’e. Onunla Sultanahmet’e gitmeye karar verdim. Pek güzel süslemiş belediye durakları. Ama hemen hırpalamışlar banklarını. Duvarlarında da sevimsiz yazılar.İtiş kakış. Herkesin acelesi var. Hepimiz varacağız zaten gideceğimiz yere beş dakika önce veya sonra. Neyse diyelim yine. Tüm ihtişamıyla İstanbul Üniversitesi kapısı duruyordu şimdi karşımda. Güvercinler uçuşuyor kapıların üstünden. Birden kötü anılar geldi aklıma.Ne yazık ki ben buralarda öğrenciyken de yaşanmıştı o sevimsiz olaylar. O zaman sorun türbandı. Yüzlerce çevik kuvvet polisi itip kakmıştı bir çok öğrenciyi. Okul kantinine polis eşliğinde gitmek o kadar rahatsız ediciydiki. Ama ben bugün keyifli bir gün yaşayacağım. Aklımda güvercinleriyle neşeli öğrencileri, pırıl pırıl gençleri kalsın bu üniversitenin. Az ileride yine tüm ihtişamıyla Sultanahmet Cami ve Ayasofya. Birbirini seyreden iki muhteşem yapıt. Biri bizim tarihimiz. Diğeri ise tarihin tarihi. Kubbelerindeki,minarelerindeki, avlularındaki sırlar güzellikler. Bu yapıtların hikayelerini dinleyerek, okuyarak büyüdük biz. Her gördüğümde bugün olduğu gibi yine gurur kapladı benliğimi. Bir de şu arsız satıcılar olmasa. Keyifli keyifli seyrettirmiyorlar şu güzel manzarayı. Ve de şu yankesiciler. Yine kapmışlar teyzenin çantasını. Ağlıyor. Kimbilir ne önemliydi içindekiler onun için. Alıştık kendimizi böyle avutmaya “neyse ki canına bir şey olmamış.”
“Saatte bayağı olmuş, epeyce de yoruldum”. Bir araca binip maslak üzerinden evime gitmeye karar verdim. Otobüste cam kenarında kendime bir yer buldum. Güzergahı da uzun tuttum özellikle İstanbul’umu biraz daha seyredeceğim diye. Her tarafı bina ile kaplamışlar. Üst üste sanki. Araçlar yol bulmak için kendine bolca gürültü yapıyorlar. Bir de şoförlerinde oluşan asabiyet cabası. Hiç mi düşünmez insan şu binaların bir yerine bir parça çiçek koymayı? Aslında belediye bulduğu ufacık toprağa bile dikmiş bir parça çiçekte ezip geçmişler. Yine her taraf çöp olmuş. Süpürüp temizlemeye uğraşıyorlar da temizlemeğe uğraşandan çok kirletmeye uğraşan var.
Anladım göz pınarların dolmuş yine İstanbul’um. Ağlamayı da bilmiyorsun ki. O kadar geniş, şefkatli bir kucağın var ki tıpkı bir anneninki gibi. Ama ağla biraz belki bir gören olur da sorar sana sebebini. Belki solan gül yüzünü tekrar güldürmeye çalışır. Çok güzelsin İstanbul’um çok özelsin. Soldurmalarına izin verme olur mu gül yüzünü. Bırak aksın gözyaşların sonrasında yüzün gülecekse.

Serap DURMUŞ
www.kafiye.net


Tarih 4 Şub 2011 Kategori: Hüseyin DURMUŞ

DEĞDİ Mİ UĞUR KAPTAN?

DEĞDİ Mİ UĞUR KAPTAN?
Yıllar nede çabuk geçiyordu. Yolun yorgunluğu kendisini iyice yormuş, yataktan zor kalkmıştı Ahmet Bey. Oysa eskiden öylemiydi. Günlerce uykusuz kalırdı da bana mısın demezdi gündüzler. Kırk sekiz saatte iki saat uyku ile okula çok gitmişti. Ya şimdi! Evet, ya şimdi?
Gençliğinde gece otobüs ile Ankara’ya gider, gündüz işlerini halleder, günün sonunda yine yola çıkar, İzmir’e döner ve uyumadan geçen yolculuklar sonunda bir sonraki gün okulundaki derslerine gider. Hey gidi eski günler hey!
Balkonda bir tarafsan çayını yudumlarken, diğer taraftan da akşam geçen maceralı ama maceralı olduğu kadar da sonu acı ile biten bir yolculuk yapmıştı Ahmet Bey. Dün akşam Çanakkale Biga’dan 23.00 te, Truva Seyahat ile İzmir’e gelmişti. Aman Allah’ım o ne yolculuktu ya rabbim diye de kendini alamadı. Birden hüzünlendi, san gözleri nemlenmişti. Kendi kendisine sormadan da edemedi.
– Ben de Uğur Kaptan gibi mi yapıyorum acaba? Ama ne de olsa çalışmak zorundayım. Demek ki Uğur Kaptanda benim gibi çalışmak zorunda idi. Ömrünü, son nefesini çalıştığı, ekmek teknem dediği o lüks yolcu otobüsünün seferini yaparken kendi yaşamının dönülmez o son seferine çıkacağını sanırım bilmiyordu, diye söylendi.
10.Ağustos.2007 Cuma günü saat 23.00 te otobüsteki 29 nolu koltukta yerini aldı Ahmet bey. Arabanın hareket saati gelmişti. Aşağıda firma yetkilileri:
– İzmir’e gidecek saat 23.00 Truva Seyahat yolcuları. Lütfen yerlerini alırınız. Kaptanınız hareket etmek üzeredir. Tüm yolcularımıza ve kaptana hayırlı yolculuklar dileriz.
Evet. Anons böyle yapılmıştı ve hayırlara vesile olması dileğiyle otobüsümüzün kaptanı Uğur Bey direksiyona oturdu. Yolculara;
– Cümleten hayırlı yolculuklar, diyerek hareket etti arabamız.
Araba Biga’dan Çanakkale yönünde yol alırken kaptanın arabanın viteslerine geçirişi yavaş oluyordu sanki. Sanki vitesler zor değişiyordu. Ben ve yanı başımdaki iki yolcu da benim gibi düşünmeye başladı ve öyle de konuştuk. Daha sonra arabamız yolcu almak için Balıklıçeşme Beldesinin içine girerek yolcu aldı. Tekrar yola hareket ettik. Balıklıçeşme’den çıkar çıkmaz yolun sağına yanaştı Uğur kaptan. Arabada bulunan daha sonra Lapseki’den Gelibolu’ya giden, Truva Seyahatte çalışan bir şoför direksiyona geçti. Ben iyi heyecanlanmaya, hatta korkmaya da başladım hani. Araba on beş dakika yol aldıktan sonra sahil kıyısında yazlıkların bulunduğu Gürecealtı denilen yerde bir motelin önünde durdu. Hiçbir şey yokken araba durmuş ve iki kaptan da aşağıya inmiş, ardından da servis görevlisi kişi indi. İkinci kaptan olarak arabayı kullanan kişi, servis görevlisi ellerinde telefonlarla konuşmaya çalışıyorlardı. Buna karşılık otobüsün ön tarafındaki yolculardan ne bir ses, ne bir bilgi arkaya doğru söylenmiyordu.
Ahmet Bey, dayanamamış ve oturduğu 29 numaralı koltuktan kalkarak arabanın ön kapısından aşağıya inmişti. Aşağıya indiğinde ön kapının hemen solunda Uğur Kaptanın sol eli otobüse dayanıyor, sağ eli belinde, başını da sol eline dayamış ayakta zor durduğunu görmüş ve hemen kaptana:
– Hayrola kaptan, neyiniz var?
Uğur kaptanın ağzını açacak mecali kalmamış, o gecenin karanlığında boş gözlerle Ahmet beye bakıyordu. Ahmet bey kaptana dokunmuştu. Ahmet bey çok şaşırdı. Hemen;
– Kaptan sen ayakta zor duruyorsun. Gel şöyle seni banka oturtayım. Ayakta zor duruyorsun.
Ahmet Bey Uğur kaptanın koluna girer ve kaptanı yolun kıyısındaki banka oturtur. Uğur Kaptanın yüzü bembeyazdı. Vücudu buz gibiydi ve sanki duştan çıkmışçasına soğuk terler akıtıyordu. Nefes alması güçleşiyor ve daha da zor nefes alıyordu. Oturmakta zorluk çekiyordu. Ahmet bey hemen diğer kaptana ve servis görevlisine doğru gitti.
– Uğur Kaptan kalp krizi geçiriyor. Hemen bir ambulans çağıralım.
– Ben şirketi arıyorum. Ulaşmak zor. Onları arayayım, bize bir ambulans göndersinler.
– Ne gereği var 112 yi aradık mı ambulans gelir. Siz şirketten şoför isteyin. Ben ambulansı arıyorum, dedi Ahmet Bey.
– Yolculardan, çevremizde dr. var mı acaba, kaptan fenalaştı, durumu iyi değil, sesine karşılık ne yazık ki dr. yoktu çevrede. Daha sonra Ahmet Bey cep telefonunu açarak 112 Acil Servis merkezini aradı;
– Alo, alo, acil servis mi efendim.?
– 112 Acil servis; buyurun beyefendi.
– Biga’dan Çanakkale istikamatinde İzmir’e giden saat 23.00 Truva Yolcu otobüsünün kaptanı fenalaştı. Şuan Gürecealtın mevkiinde bir otelin önündeyiz.
– 112 Acil Servis; hastanın durumu nedir, hasta ile ilgili ve tam olduğunuz yeri öğrenmek isterim. Ona göre size en yakın yerden ambulans gönderebileyim.
– Şuan hastanın durumu iyi değil. Anladığım kadarıyla hasta kalp krizi geçiriyor. Yavaş yavaş morarmaya başladı ve nefes almakta büyük bir zorluk çekiyor.
– 112 Acil Servis; hastayı sağ tarafına doğru yatırıp ayaklarını yukarıya doğru kaldırır mısınız? Başka bir şey yapmayın.
– Yaptık efendim. Ama kaptanımız nefes almakta çok zorlanıyor. O nedenle kendisi de yatmak istemiyor. Tekrar oturmak istiyor.
– 112 Acil Servis, tamam o zaman kaldırınız. Mümkün mertebe sağa sola yıkılmasını önleyiniz. Ya da başka bir araba ile Lapseki’ye doğru yola çıkarabilirseniz zaman kazanırız. Bu arada nabızı ne durumda?
– Şuan tansiyonu çok düşük. Ne yazık ki kaybediyoruz sanırım. 6/3 tansiyon. Vucudu buz gibi oldu. Ama üzerinden şakır şakır dedikleri bir biçimde ter akıyor. Mosmor oldu ve şuan sorularıma cevap veremiyor. Bilincini de yitiriyor.
– 112 Acil Servis, başka bir araçla yola çıkara bilecek misiniz?
– Evet efendim. Bir araç var. 34 TT 0445 metalik renkli, stayşin Toyota yola çıkacak. Onunla yollayacağız. Kaptanın ismi Uğur, aracı kullanan beyefendi ise Fuat bey. Tamam, yola çıkıyorlar.
-112 Acil Servis; aracın sürücüsü dörtlüleri yakarak yürüsün, arkadaşlara ben verdiğiniz bilgileri aktarıyorum. Onlar da onları karşılayacaklar.
– Tamam efendim. Aracın şoförü dörtlüleri yakıp öyle yolda gidecek, demiş ve telefonunu kapatmıştı.
Yolcuların başına ve aracı kullanan diğer kaptan ve servis görevlilerinin başına bu tür bir olay ilk defa gelmişti. Herkes şaşırmış. Ahmet bey daha önce böyle bir olay ile karşılaşmış olduğu için en hızlı bir şekilde hastayı sağlık kuruluşuna iletmek için çalışıyordu ve bunda da başarılı olmuştu. Bu arada yolcuları arabaya bindirdiler. Yedek kaptan hem Truva Seyahat merkezine bilgi verdi, hem de Uğur Kaptanın evine kötü haberin başlangıcını vermek zorunda kaldı. Ne kaptanda, ne servis görevlisinde ne de yolcularda hal kalmıştı. Araçta çıt çıkmıyordu. Sadece araç telefonları susmuyordu artık. 40 dakika gibi gecikmeyle araba yine İzmir’e doğru yola koyulmuştu. Çanakkale’de bir başka kaptan direksiyona geçerek yola hareketti araç.
Ahmet Bey, balkonda sahile doğru boş gözlerle bakarken yolculuğu hatırlamaya çalışıyordu. Yol boyunca uyuyamamıştı. Hele saat 03.30 da Eklik tesislerinde mola verdikten sonra ise uyku uyumayı bırakın, bütün çocukluğundan itibaren tüm geçmişini hatırlamaya çalıştı. Acaba Ahmet Bey de bu yalnızlığı içerisinde bir gün Uğur kaptan gibi sessizce bu dünyaya veda mı ediverecekti. Ölüm denen o kurtuluş reçetesi ile tanışıp, tüm sevdiklerine sessizce bir veda öpücüğünü kendisinin duyabileceği kadarıyla bir sesle vedalaşacak mıydı?
Ahmet Bey, ölümü düşünürken edindiği bilgiler çerçevesinde Uğur Kaptana da seslenmeden edemedi;
– Değer miydi be Uğur Kaptan, değer miydi bu kadar çok çalışmak. Yaşın 68 olmuş. Bu güne kadar hiç ne dr.a ne hastaneye gitmemişsin. Eşin ve çocukların sana artık çalışma, evinde otur da seninle hasret giderelim demişler. Son yolculuğundan bir gün önce bile büyük oğlunla çalışıp çalışmama konusunda tartışmışsın. Hala çalışmak istediğini, ihtiyacın olmadığı halde alışkanlık yapan bu mesleğini yine direksiyonda sonlandırmak istemişsin ve duanın da öyle olduğunu söylemişsin.
– Duanın tuttuğunu söyleyebilirim Uğur Kaptan. Sana Allah rahmet eylesin. O gece biz senin kullandığın, ama senin tamamlayamadığın o sefere devam ettik. İzmir’e sağ salim geldik. Sen ise o gece saat 04.00 te Allahın rahmetine kavuşmuşsun. Kaptandan son anda aldığım bilgiye senin nefesin İzmir’e kadar yetmedi kaptan. Ailenden uzak, sevdiklerinden uzak, hani biraz da kırgın bir günün sonunda Allahın rahmetine kavuşman senin kurtuluşundu belki. Peki bir gün önce hiç düşündün mü çocuklarını? Onlarla bu ömrünün son demlerinde bir gece olsun beraber huzur içerisinde, araba sorumluluğu olmadan başına biricik o değerli eşinle koymak ne kadar güzel olurdu, hiç düşündün mü? Değdi mi gece gündüz bu kadar çok çalışmaya Uğur Kaptan! Senin son nefesini verirken yanında benim değil, çocuklarının olması gerekirdi Uğur Kaptan. Sana Allahtan rahmet diler, günahlarının affını dilerim.
Yavaşça oturduğu sandalyeden kalktı Ahmet Bey. Yine gözleri dolmuştu. Nasıl dolmasın ki… Ömrünün son demlerini bir evde çocuklarından uzakta geçirmektedir artık. Ne baş başa verip dertleşeceği bir hayat arkadaşı vardır. Ne de omzuna başını yaslayıp mutluluk nedeniyle göz yaşlarını silecek bir eşinin olmaması aklına geldi. Yine de her şeye rağmen yaşamak güzeldi. Her şeyin hayırlı olmasını dileyerek mutfağa doğru yürümeye başladı.

İzmir/12.08.2007
Hüseyin DURMUŞ
www.kafiye.net