İstanbul’un Gözyaşları

Bugün içinde yaşadığım ama uzun zamandır görmediğim İstanbul’u dolaşacağım. Bugün çevreme yalnızca bakmayacağım, çevremdekileri göreceğim diye başladım günüme.
Bu düşüncemle erken kalktım. Hemen üzerime spor bir şeyler giyip dışarı çıktım. Çok uzun bir yürüyüş yapmak niyetindeyim. O yüzden de en rahat ayakkabılarımı seçtim. Kahvaltımı da boğaza karşı yapmaya karar verdim. Hem kahvaltımı martılarla da paylaşmak istiyordum. Güneş çok güzel gülümsüyordu o sabah. Doğa da canlanmaya başlamıştı. Daha kapıdan çıkar çıkmaz sevinç kapladı yüreğimi. Karşıma çıkan birkaç ağaçta başlayan yaşamı inceledim bir süre. Ama fark ettim ki pek az ağaç var buralarda. Köyüm geldi aklıma çeşit çeşit mis kokan ağaçlarla kaplı. Yine de moralimi bozmadım. Benim İstanbul’umun da bir çok parkı, ormanı ve oralarda çeşitli hem de yüz yıllık ağaçları var. O yüzden yolumu Yıldız Parkına çevirdim. Yaşama başlayan doğayı daha iyi inceleyebilmek için. Hem belki biraz da fotoğraf çekerim dedim. Parka doğru yürürken ilk önce şu asil boğaz köprüsünün direkleri çıktı karşıma hemen önünde de bir cami,kubbesi ve minaresi. Ne güzel bir ikili olmuşlar. Derin derin içime çekmek istedim o an İstanbul’umun havasını. Önce iyi geldi ama biraz egzos karışınca ciğerlerim yandı. Her güzelin bir kusuru olur deyip geçiştirdim. Parka vardığımda gerçekten yaşam yeniden başlıyor dedim. Sessiz olan sokaklar sanki birden kalabalıklaşmıştı. Kimse bu güzel havayı kaçırmak istememiş sanırım. Ortalıkta koşturan çocuklar, özgürlüğüne kavuşan köpekler, uzun zamandır muhabbet edemeyen dostlar,aşıklar….. ”Her şey güzelde burada bu arabaların işi ne. Almasalar bunları olmaz mıymış?” dedim kendi kendime. Hem çocuklar daha rahat koştururdu. Hem de ben alamadığım derin nefesi burada çekerdim ciğerlerime. Neyse bakalım biz doğadaki değişimlere diye attım kendimi parkın derinliklerine. Biraz arabalardan kaçmak için biraz da insanlardan. Bir keresinde bir sincap görmüştüm bu parkta. Bugün de görürüm diye umutlandım ama sincapların yerini poşetler, pet şişeler almış sanırım. Sonunda geldim parkın diğer çıkış kapısına, sahile. Önce biraz düşündüm “Beşiktaş’a mı? Ortaköy’e doğru mu? Gitsem” diye. Beşiktaş’a gitmeye karar verdim. Hem sahil boyu yürürüm hem de şu tarihi binaları seyrederim diye. Çırağan Sarayı, Kabataş Lisesi… hala çok güzeller. Çok da yakışıyorlar bu boğazın sahiline. Artık karnım da acıkmaya başladı. Bir simit aldım, bir fincanda çay. Oturdum denizin kenarında bir banka. Martılarda gözükmüyordu etrafta ama belki bir parça simit atarsam gelirler dememe kalmadı kokusunu aldılar sanırım üşüştüler buraya. Kavga ediyor gibiler bir parça simit için. Belki oyun oynuyorlardır birbirleriyle. Bir de şu denizdeki çöpler takılmasa martıların ayaklarına. Uzaktan bakıldığında mavi görünen su yakından da mavi görünse.
Yeni bir tramvay hattı varmış burdan Sultanahmet’e. Onunla Sultanahmet’e gitmeye karar verdim. Pek güzel süslemiş belediye durakları. Ama hemen hırpalamışlar banklarını. Duvarlarında da sevimsiz yazılar.İtiş kakış. Herkesin acelesi var. Hepimiz varacağız zaten gideceğimiz yere beş dakika önce veya sonra. Neyse diyelim yine. Tüm ihtişamıyla İstanbul Üniversitesi kapısı duruyordu şimdi karşımda. Güvercinler uçuşuyor kapıların üstünden. Birden kötü anılar geldi aklıma.Ne yazık ki ben buralarda öğrenciyken de yaşanmıştı o sevimsiz olaylar. O zaman sorun türbandı. Yüzlerce çevik kuvvet polisi itip kakmıştı bir çok öğrenciyi. Okul kantinine polis eşliğinde gitmek o kadar rahatsız ediciydiki. Ama ben bugün keyifli bir gün yaşayacağım. Aklımda güvercinleriyle neşeli öğrencileri, pırıl pırıl gençleri kalsın bu üniversitenin. Az ileride yine tüm ihtişamıyla Sultanahmet Cami ve Ayasofya. Birbirini seyreden iki muhteşem yapıt. Biri bizim tarihimiz. Diğeri ise tarihin tarihi. Kubbelerindeki,minarelerindeki, avlularındaki sırlar güzellikler. Bu yapıtların hikayelerini dinleyerek, okuyarak büyüdük biz. Her gördüğümde bugün olduğu gibi yine gurur kapladı benliğimi. Bir de şu arsız satıcılar olmasa. Keyifli keyifli seyrettirmiyorlar şu güzel manzarayı. Ve de şu yankesiciler. Yine kapmışlar teyzenin çantasını. Ağlıyor. Kimbilir ne önemliydi içindekiler onun için. Alıştık kendimizi böyle avutmaya “neyse ki canına bir şey olmamış.”
“Saatte bayağı olmuş, epeyce de yoruldum”. Bir araca binip maslak üzerinden evime gitmeye karar verdim. Otobüste cam kenarında kendime bir yer buldum. Güzergahı da uzun tuttum özellikle İstanbul’umu biraz daha seyredeceğim diye. Her tarafı bina ile kaplamışlar. Üst üste sanki. Araçlar yol bulmak için kendine bolca gürültü yapıyorlar. Bir de şoförlerinde oluşan asabiyet cabası. Hiç mi düşünmez insan şu binaların bir yerine bir parça çiçek koymayı? Aslında belediye bulduğu ufacık toprağa bile dikmiş bir parça çiçekte ezip geçmişler. Yine her taraf çöp olmuş. Süpürüp temizlemeye uğraşıyorlar da temizlemeğe uğraşandan çok kirletmeye uğraşan var.
Anladım göz pınarların dolmuş yine İstanbul’um. Ağlamayı da bilmiyorsun ki. O kadar geniş, şefkatli bir kucağın var ki tıpkı bir anneninki gibi. Ama ağla biraz belki bir gören olur da sorar sana sebebini. Belki solan gül yüzünü tekrar güldürmeye çalışır. Çok güzelsin İstanbul’um çok özelsin. Soldurmalarına izin verme olur mu gül yüzünü. Bırak aksın gözyaşların sonrasında yüzün gülecekse.

Serap DURMUŞ
www.kafiye.net