Kategoriler

Arşivler


Tarih 9 Kas 2011 Kategori: Hüseyin DURMUŞ

Büyük Deha Atatürk

Mutluluğu bekleyen göz yaşları.

Büyük Deha Atatürk

Devrim; “Kitle halindeki bir toplumsal hareketin başlatılmasının söz konusu olduğu, varolan bir rejimi şiddet kullanımı sonucunda başarıyla yıkarak yeni bir hükümet biçimi oluşturan bir politik değişme süreci. Bir devrim, coup d’etat hükümet darbesin’den ayrı tutulmalıdır, çünkü devrimde bir kitle hareketi ile politik sistemin bütününde önemli bir değişmenin gerçekleşmesi söz konusudur. Bir coup d’etat, iktidarın silah yoluyla, ancak hükümet sistemini kökten bir biçimde değiştirmeden var olan politik liderlerin yerine geçecek olan kişiler tarafından ele geçirilmesine göndermede bulunmaktadır.”  sözcüğünün gerçek anlamı budur.

Savaş hali olmadan, var olan bir yönetime karşı ayaklanmaktır. Bir devletin yönetimindeki kişilerin ezilmesi, hor görülmesi, haksızlıklara uğraması, ayrıcalıklı sınıf oluşturulması üzerine halk içinden bir lider ve ya ileri gelen kişilerin oluşturmuş olduğu bir grup tarafından rejime, devleti yönetenlere karşı ayaklanmasıdır. Başarılı olurlarsa kellelerini vermemişler demektir. Şu halde devrimi yönetime karşı ayaklanma dediğimiz bu harekete de “Devrim” diyoruz.

 İnsanlara bazı kavramlar nedense hep yanlış anlatılmaktadır. Bu yanlış anlatım sonucunda da kargaşa çıkınca kavramı yanlış anlatanlar hemen sığınacak bir liman arar ve üste çıkmak içinde bazı kişilere dört elle sarılırlar. Dinleyicilerse bu durum karşısında gülmekten kendini alamazlar. Devrim sözcüğünün günümüzde yanlış anlatıldığı gibi ve hala daha da anlatılmaya da devam edilmektedir.

Atatürk bir devrimci midir? Yıllardır tarih derslerinde, konferanslar, yapılan programlarda, televizyon programlarında Atatürk hep bir devrimci olarak anlatılmıştır. Tarihçiler, yazarlar ağız birliği etmişçesine bize; “ Atatürk gerçek bir devrimciydi.” ifadesini kullanmışlardır. Geleceğin genç nesline de aynı teraneyi anlatmışlardır. Biz öğrenciliğimizde Atatürk2ü büyük bir devrimci olarak tanıdık, öğrendik, öğretildik. Bayram törenlerinde, derslerde, panellerde hep aynı öğretildi.

 Başlangıçta belirttiğim gibi devrim ile ilgili bilgiye bakarsak Atatürk’ün bir devrimci olmadığını anlarız. Ben dünya tarihinde önemli devrim hareketlerini şöyle bir inceledim. Rusya’da 1917 yılında Lenin yönetimindeki bol şevik hareketi, Küba’da Fidel Kastro hareketi, İran’da Rıza Pehlevi’ye karşı yapılan hareket. Libya Lideri Muammer Kaddafi’nin albay iken yaptığı hareket ki, kendisi de yıllar sonra karşı bir hareketle koltuğundan oldu ve ölümüne neden oldu. Bunun gibi tarih sayfalarından örnekleri çoğaltmak mümkündür.

Şimdi şu soru ister istemez akla geliyor. Atatürk ve silah arkadaşları devrimci miydi? Atatürk ve silah arkadaşları hangi yönetim anlayışına karşı bir silahlı hareket başlatmıştı ve harekat oluşturmuştu? Halbuki Atatürk ve silah arkadaşları Anadolu’da yok olmak üzere olan bir devleti derleyip toparlamış ve ayağa kaldırmıştır. Devleti yönetenlere karşı bir silahlı harekat başlatmamış, bilakis Osmanlı devletini yok etmek için paylamış olan devletlere karşı hareket başlatmışlardır. Atatürk ve silah arkadaşları yabancı devlet güçlerine karşı silahlı savunmada bulunmuş ve ne yazık ki bunun adına tarihçilerimizin çoğu devrim diye ifade kullanıyor. Gerçekten Atatürk ve silah arkadaşlarının bağımsızlık hareketi ne zamandan beri devrim hareketi oluyor? Biri bana bunu anlatsın ve ben de başkalarına anlatmaya çalışayım! Atatürk’e ve silah arkadaşlarına “Devrimci” sözcüğünü yakıştırmak kadar bir gafleti kişiler nasıl hala sürdüre bilmektedir. Bazı tarihçiler Atatürk’ün Osmanlı Devleti döneminde kurulan İttihat ve Terakki, hareketine bağlasalar da bu “Devrim” sözcüğünü inanın yine Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarına haksızlık yapmış olurlar.

Atatürk devrimci değil, gerçek bir lider, devlet adamı ve gerçek bir DEHA  idi. Atatürk; geleceği çok iyi gören, sezen biri olarak bu ileri görüşlülüğünü silah arkadaşlarıyla paylaşmış, vatanı düşmanın işgalinden kurtarmış, yepyeni bir oluşum hareketiyle Türkiye Cumhuriyeti devletini kurmuşlardır. Buna devrim sıfatını yakıştırmak hem tarihe, hem de yüce şahsiyetlere karşı bir hakaret kabul edebilirim. Atatürk bir önceki devlet yönetimine karşı çıkmamış, yok olmak üzere olan Osmanlı devletini düşmanların elinden kurtarmıştır.

 Devrim yapanlar, devrim hükümeti kuranlar mutlaka kan akıtırlar. Devrimler kansız olmaz, olamaz da, örnekleri de yakın tarihimizde örnekleriyle karşımızda durmaktadır. Şimdi şunu sormak isterim. Atatürk ve silah arkadaşları Osmanlı Devleti’nin hangi yöneticisinin kellesini almıştır? Kaç kişiyi öldürerek kan akıtmıştır? Devrimin başlıca ilkesi kan akıtmaktır, bunu da unutmayalım. Atatürk ve silah arkadaşları lüks bir yaşamı seçmişlermiş midir devlet yönetimine gelince? Özel çıkarlar kazanmış ve yapmışlar mıdır? Hayır! Bunların hiç birini yapmamışlardır. Aksine düşmanı Anadolu topraklarından atar atmaz devlet yönetiminde başlayan yeniliklerle birlikte birçok teknolojik gelişmeye de hem önayak olmuş ve hem de uygulamasını yapmışlardır. Bu nedenle Atatürk ve silah arkadaşlarına “Devrim” sözcüğünü yakıştıranlara gülüyorum.

Atatürk; bir devrimci değil gerçek bir liderdi. Yenilikçiydi. Tarım, teknoloji, ticaret alanında büyük yeniliklere öncülük etmiş ve üstelik Cumhuriyetin ilanından itibaren çok kısa süren 15 yıllık devlet yöneticiliğinde öyle güzelliklere imza atmıştı ki, bütün dış devletler kendisini örnek almaya başlamıştır ve hala da örnek alan uluslar bulunmaktadır. Örnek alan ulusların hepside bir deha ve büyük bir devlet adamıydı diye örnek alıyor. Devrimci diyen bir devlete daha tanık olmadım. Atatürk ileriyi öyle görmüştür ki; uçak fabrikası kurulmasını istemiş ve sağlığında da kurdurmuştur. Ülkenin tarımdan başlayacak yenilik hareketlerine traktör yapımı, Eskişehir Lokomotif bakım ve fabrikası, Şişe cam fabrikası, Beykoz ayakkabı fabrikası, Sümer Bank Sanayi, Hirfanlı barajı. Daha birçok yenilikler, inanın saymakla bitmez. Ama devrim yapan ülkelerin kaynakları sadece devrim hareketini yapanlar ve yakınlarına çalışmıştır. Atatürk’te ise tamamen Türk ulusuna, Türk halkının hizmetine sunulmuştur. Bu nedenle Atatürk’ün bu yaptıkları bir devrim değil yenilik hareketi, gelişme, teknolojide yükselme hareketidir. Bunu da ancak bir “DAHİ” yapabilir. İleri görüşlü, devlet anlayışını, cumhuriyet rejiminin en önemli bir rejim olduğunu halkın kendisine benimseterek kabul etmesini sağlamıştır. Hangi devrimciler bunları yapmış ve başarmışlardır. Atatürk halkından kopmamış ve halkı ile iç içe yaşamıştır. Burada bir soruyu da sormadan geçemeyeceğim. Atatürk’ün kurdurmuş olduğu uçak fabrikası ile motor fabrikası, Atatürk’ün ölümünden sonra ne olmuştur?

Atatürk gerçek bir lider ve devlet adamıdır. Atatürk ve silah arkadaşları devrim yapmamış, ancak ölümünden sonra gelen devlet yönetimlerinde zaman zaman seçilmişlere karşı bir hareket olmuş ve bu harekette devrim değil, ihtilal olarak karşımıza çıkmıştır. Halk hareketi olarak değil, silahlı güçlerce yapıldığı içinde buna ihtilal denilmektedir. Devrim ile ihtilâli de karıştıran sözüm ona ulemalarımız, ukalalarımız, siyasilerimiz, yazarlarımız da vardır ne yazık ki. Efendiler; sözümüzün eri, hareketlerimizin gerçek sahibi olalım. Bir sözü söylemeden önce tartıp biçelim. Sonra pişman olmayalım. Söylediklerimizden dolayı sıkışınca da Atatürk’ün arkasına sığınmayalım, gerçek kişiliğimizle söylediklerimize sahip çıkalım. Atatürk’ü kendimize örnek alalım ve onun yaptıklarının yanında bizler daha başka neler yapabiliriz diye uğraşı verelim. Yaptıkları ile övünüp orada beklemeyelim. Sözlerinize sahip çıkın, sizler de bir şeyler yapın. Yapın ki sizleri ayakta alkışlayayım. Atatürk’ün arkasına sığınmayın ki sizleri gerçekten en içten duygularla takdir edeyim ve sizleri bu hareketlerinizden dolayı el üstünde tutayım. Sığınmayın ki; gerçek kişiliğinizi, gerçek devlet adamlığınızı, gerçek şairliğinizi, gerçek kimliğinizi görerek sizleri gerçekten ayakta alkışlama zevkini canı gönülden tadayım, duyayım. 

 Son söz olarak şunu söyleyebilirim ki; Atatürk bir devrimci değildi ve asla da devrimci olmadı. Atatürk; gerçek bir deha, gerçek bir devlet adamı, gerçek bir yöneticiydi. Kusurları olmuştur. Olabilir. Ancak bu devletin yönetimindeki başarısı onun küçük kusur diyebileceğimiz bu hataları, Atatürk’ün kişiliğinde hiçbir değer kaybettirmez. Benim gerçek liderim, benim gerçek devlet başkanım, benim gerçekten Türk Ulusu içerisinde gelmiş geçmiş en önemli devlet adamıdır, devrimci değil dehadır! Atatürk’ü çocuklarımıza bir devrimci değil, deha olarak tanıtalım, anlatalım çocuklarımıza. Gelecek olan genç nesle anlatımımızı bu şekilde yapalım. Doğruları ve gerçekleri öğretelim gençlere.

 İzmir/ 20.10.2011
Hüseyin DURMUŞ
www.kafiye.net


Tarih 7 Kas 2011 Kategori: Nur UYGUN

SESSİZ ÇIĞLIK

SESSİZ ÇIĞLIK

Şarkılar dillenirken kulaklarımda;
Yüreğimde kopuyor fırtınalar.
Yokluğun öyle ağır ki,
Bu yürek dayanamıyor,
Yokluğuna isyan ediyor,
Artık sabahlar olmuyor.

 

Sessiz çığlık,
Gönül bahçemde bülbül ötmüyor,
Renkler bir bir kayboldu gözlerimde
Seni arıyorum her köşede,
Söyle bana nerdesin!
Hangi diyarda!


Sensiz bu hayat bana zindan oldu,
Nefes alamıyorum bu sarayda
Boğulduğum deryalarda,
Ruhum seni arar bulur ,
Bir nefes çekerim senden içime
Hayat bulurum seninle.

Artık vakti gelsin buluşmanın!
Hem dem olsun hasretle kavrulan şu bedenler!
Mutluluktan uçsun şu bi çare gönüller!
Gıptayla baksın bizi görenler,
Farkında olmadan ben sen olmuşum,
Yoluna baş koymuşum,
Seni önüme gelene sormuşum!
Gel de mutluluktan coşsun bu garip yürekler!

Baktığı her yerde seni görüyor bu gözler,
Hasretin ağır bastı bu can seni özler!
Bir köşeye sinmiş bu divane âşık seni bekler!
Geleceğin günü iple çekip sabreder 
Artık kavuşsun hasretten kavrulan bu bedenler!
Bir daha ayrılmamak üzere birleşsin üşüyen eller!
Bir daha hiç susmamak üzere;
Aşk sözcükleri fısıldasın lâl olmuş bu diller

03–07–2011/Pazar

Nur UYGUN
www.kafiye.net


Tarih 7 Kas 2011 Kategori: Hüseyin DURMUŞ

HIÇKIRIK

Annem Ümmühan DURMUŞ’ a ithaf ediyorum.


HIÇKIRIK

Bütün bir gece şimşekle yağan yağmurdan,
Sabaha kadar rahatsız oldum, yattım uyumadan
Gündüz olunca öğlene kadar yağan yağmurdan,
Şimdi birkaç bulut kaldı bir de şu gariban

 

Yine bayram geldi, fakat hani sevinen!
Yuvamdan, ailemden ayrıyım, her şeyimden,
Gurbetteki beni şimdi bekleyenimden,
Uzaktayım artık, tek başına gariban gezen.

Sevinmem gerekir, mutlu olmalıyım
Fakat nerde bende o güç, ayılmalıyım!
Mutluluk için zor bile olsa çalışmalıyım,
Fayda yok bana gurbetteki evimden bacım!

Düşünüyorum tek başına masamda,
Beni bekleyenim var pek yakında,
Her sabah akşam gözleri yollarda,
Yavrum gelecek diye bakar durur kapıda.

Yavru hasretidir bunu böyle yıkan,
Bayram sabahı gözlerini dolduran,
İnci tanesi gibi bir bir akan damladan,
Sadece teselli kalır, hani ağlayan?

Hatırlamaya çalışıyor, aradan kaç ay geçti,
Bir gün bile olsun yanına ansızın gitmedi,
Sofra başında ekmek boğazında düğümlendi,
Su içmek istedi, fakat boğazından geçmedi!

Yavrum dedi durmadan dinlenmeden!
Gece rüyasında görünce, kalktı sevincinden
Sanki oğlu gelmiş gibiydi, yürüdü birden!
Elinde kaldı, açmak istedi kapıyı, yok gelen!

Bir değil; iki, üçtü canı, ciğeri!
Hepsi bir arada olmayınca inledi,
Bayramda yanında olsun isterdi,
Olmayacaktı içlerinden sadece biri…

Kendisinden uzak değildi yavrusu,
Her an yanında hissetti onun kokusu,
Geliyordu geceleri yırtarak doğrusu,
Hissetti bir an yalnızdı uzakta yavrusu.

Yarın bayram sabahıydı Biga’da,
Kalkacak yatağından, bir an mahzunda,
Odanın kapısını açacak, bakacak da,
Görecek biri yok, yatak boş odada!

Gider mi aklından hiç yavrunun sesi,
Bu kaçıncı bayramdı, gelmedi gitti!
Uzaklardan seslendi, durmadan tak dedi!
Fakat elde mi, bu bayramda gelmedi!

Ana kalbi bu, dünyayı verseler ona
Aklından gitmez hiç gurbetteki yavrusu da,
Doğrusu böyle geçecek bu bayramda,
Boğazında düğümlenecek her lokma!

Düşünüyorum şimdi her şeyi inceden,
Ben garip olarak gelmişim, garip giden!
Her bayram oluşunda böyle ezilen
Bir burukluk, bir acı ta derinden.

Bu bayramda ayrı düştüm yuvamdan
Gurbetteki evimden, bekleyen bacımdan
Ağlamak geliyor içimden durmadan,
Boğazımda düğümleniyor, yok hiç hıçkıran.

Gel diye geceleri rüyama giren,
Sadece bir saniye olsun görmek isteyen
Sofra başında sofrayı garipseyen,
Bitmeyecekmiş gibi gelen senelerden.

Kalkmalıyım artık masamdan bir an,
Mutluluk için çalışmalıyım, fakat yalan
Sahte gülücükler, hiç mutlu olmayan,
Boğazımda bir bir düğümlenen hıçkırıktan!

                                          İzmir  /  21.11.1977
                                          Hüseyin  DURMUŞ 
                                         
www.kafiye.net


Tarih 7 Kas 2011 Kategori: Kevser DOSTAGÜLER

BOŞUNA

  BOŞUNA

Buğday öğütürmüş iki tane taş,
Fareler içini deşer boşuna.
Parmaklar dokunur yirmi dokuz tuş,
Hayalin peşinde koşar boşuna.

Medeniyet denen yarı çıplaktır!
Akıl zayi olmuş bir asalaktır!
Leyleğin tüm ömrü iki lak laktır!
Bahar geldi diye coşar boşuna.

Olmaz göğe direk, denize kapak
Niçin doğru varken yalana kanmak!
Hak yolu bırakıp batıla dönmek,
Lüzumsuz dağları aşar boşuna.

Üç kitap okuyan âlim oluyor!
Farkında olmadan zalim oluyor!
Böylesinin hâli malum oluyor!
Zavallı çıngıda pişer boşuna.

Dişin göstermeden ısırıyor it,
Yapışır yakaya birkaç tane bit,
Özü olmayanlar sözde pek yiğit,
Aslı yitik, yürek taşar boşuna.

Unutuldu gitti elif ile lam,
Artık “hello” oldu mübarek selam,
Good by, okeylerle değişti kelâm,
Anlamaz ki dedem şaşar boşuna.

Kalbi paslı, kirliye pak denir mi?
Aç gözünü, karaya ak denir mi?
Hey budala batıla hak denir mi?
İblisin peşine düşer boşuna.

Başlara taç oldu sofrada şarap,
Aileler yıkık, yuvalar harap!
Güven karşı dağda, sadakat serap!
Taşralı gözlerin şişer boşuna.

Taşralı/Kevser DOSTAGÜLER
Lüleburgaz
www.kafiye.net


Tarih 7 Kas 2011 Kategori: Hatice HANTAL

Ölüler Neden Namaz Kılar…

Ölüler Neden Namaz Kılar…

Ben küçükken, Istanbul´un Eyüp semtinde, sofular yokuşunda, iki katlı bahçe içinde çok şirin bir evde yaşardık. O yıllardan hatırladığım, aklımda yer edip kalan iki güzellik var. Biri annemin dünya güzeli bir kadın olduğu, bir diğeri de; bizim evin alt katında, bodrum da yaşadığına inandığımız yatır … evliya.

Rahmetli annem´in, günde beş vakit işi, bodruma temiz havlu ile bir ibrik su indirmekti. Ben, o zamanlar bunu annemin bir görevi olduğunu sanırdım.
Büyüdükçe, bodrumun boş olduğunu, orada kimsenin yaşamadığını anladım.
Ama yine de kafama takılan sorular vardı.
Zira, her ezan vakti annemle birlikte bodruma bıraktığımız bir ibrik su ile yerler ıslanmış, havlu da hafif nemli olurdu… Demekki, gerçekten de benim göremediğim biri vardı.. .Hem de ölüydü ve namaz kılıyordu.
Ölüler neden namaz kılar?
Boş ibriği ve havluyu götürür, bir daha ezan vaktine dolu ibrik ve temiz havlu getirirdik.
Senelerce, günde beş kere rahmetli anneciğim ile birlikte bodruma inip çıktım.
Ben sekiz yaşına geldiğimde kardeşim Burhan yeni doğmuştu.
O güne kadar annem, bodrum da yaşayan ya da yaşadığını sandığımız evliya ya karşı olan görevini hiç aksatmadan yerine getirmişti.
Hatta bir yere gideceği zaman, evin anahtarını komşuya teslim eder, aman havlu ve suyu ezandan önce götür! diye tembih ederdi.

Bir gün rahmetli anneciğim (nur içinde yatsın otuz beş yaşında vefat etti) küçük kardeşim ile ilgilenirken, ezan vaktinin yaklaştığını fark etmemişti.
Ikindi ezanı okunuyordu… Telaşa kapıldı, Eyvah yavrum, geç kaldık… hadi gel, evliya´nın suyunu götürelim…
Annem bir ibrik suyu ve havluyu eline aldığında, ben korkudan onun eteklerine sımsıkı yapışmıştım…
Zira, mübarek evliya sinirlenmiş olmalıydı… Bodrum da duvara asılı duran çamaşır leğenine öyle vuruyordu ki…
Bodrum inliyor, evin içi inliyordu.
Annem korkusundan aklına gelen bütün sureleri okuyor, bende içimden euzu besmele çekiyordum.
Anneciğim ile birlikte bodrumun merdivenlerinden titreye titreye aşağı indik.
O an, çamaşır leğeninden çıkan gürültü de kesiliverdi.

Ikindi namazı için getirdiğimiz su ve havluyu bırakıp, öğlen namazı için bıraktığımız boşalmış ibrik ve nemli havluyu alıp tekrar yukarı çıktık.

Evliya namaza tam vaktinde yetişti mi bilmiyorum…
Abdest suyunu geciktirmiştik, o da bizi gürültülü bir şekilde ikaz etmişti…
O korku bize yetti, bir daha da anneciğim vefat edene kadar, ezan okunmadan önce, abdest suyunu ve havlusunu erkenden bodruma indirdik.

Ben büyüyüp aklım erdikçe hep şunu düşündüm… Hala düşünürüm ve içinden çıkamam…
O ölmüş bir insan, diyelim ki evliya… Kim bilir hangi zamanda yaşamış ne zaman ölmüş… Bizim ev yokken, o arazide acaba mezar mı vardı bilinmez.
Allah c.c. rahmet eylesin.
Mutlaka hayattayken görevini hakkiyle yerine getiren bir kul du…
Ama ölen insanın kulluk görevi de bitmiştir, öyle olduğu halde vefatından sonra da neden namaz kılar ki?
Bizler hamdolsun hayattayız, yaşıyoruz ama çoğumuz kulluk borcumuz olan namazı kılmayız, kılmıyoruz, kılamıyoruz…
Ama kimileri öldükten sonra dahi namazı hiç bırakmıyorlar; neden?
Yoksa namaz aslında önemli oldugu kadar, çok güzel ve tatlı bir ibadet mi?
Bizler namazın tadına lezzetine varamadığımız için mi kılmıyoruz, kılamıyoruz…?
Oysa, bunun tadını lezzetini alanlar ise, ölseler dahi yine de vazgeçemiyorlar…

Rabbim, cümlemize ibadetten zevk almayı, namazın önemini anlayıp idrak etmeyi nasip eylesin.

Hatice HANTAL
www.kafiye.net


Tarih 7 Kas 2011 Kategori: Mine POLAT

SOL YANIM KELEPÇELİ GELME GİT

SOL YANIM KELEPÇELİ GELME GİT

Balta girmemiş bir kalbim var benim…
Çok durgun ve yoksun…
Yoksun sen,
Gözden ve gönülden kim bilir ne kadar uzakta…

Gel demem… Sen bileceksin…
Geleceksen de gününü göreceksin…
Elbet ellerde gününü gün etmektesin…
Beni sorarsan;
Gülen yüzümün arkasında gözyaşı göreceksin…

Söyleyemem kimselere…
Kimsem kalmadığını ağızlara sakız edemem…
Anlamanı beklemem…
Kalbimin sancısı seni hiç mi hiç ilgilendirmez…
Ben bana yetim bırakıldım…
Gerekirse sensiz de kalırım…

Gönlüme çelme çaktın…
Kolay olmaz sanma…
Vedalara alışığım ben,
Gerektiğinde gözlerine de ‘eyvallah’ demesini bilirim…
Sen sakın meraklanma emi…
Ben sol yanıma kelepçe takmayı sen yokken öğrendim…

Şimdi kelepçelediğim yüreğimin,

Anahtarını aramaya hiç niyetim yok…
Sen varken de nefes var,

Sen yokken de…
Ben yaşamayı öğrendim;
Acılı veya acısız…
İstediğin yola adım at,
Ama
Ben yokum,

Bundan sonra sen hayatına ellerle renk kat…

Mine POLAT
www.kafiye.net


Tarih 7 Kas 2011 Kategori: Onur BİLGE

EN GÜZEL GÖNÜL

EN GÜZEL GÖNÜL

En güzel gönül, incitmeyen ve incinmeyen gönüldür. İncitmemek kolay değildir. Fakat sabredilir, hassas davranılırsa, mümkündür. İncinmemek ise çok zordur. Kalp denilen sırça saray, oldukça kırılgandır.Günümüzün insanı, almış başını gidiyor… Hem de ne gidiş! .. Grayderleyip geçiyor! Kırılacakmış, darılacakmış, umurunda değil! Egoizm, canavarlaştırmış. Hatır, gönül kalmamış. ’Köpeğinin hatırı yoksa, sahibinin hatırı var.’ diyenler, parmakla sayılacak kadar az. Birbirimize düşmüşüz. o kadar ki nasıl zarar vereceğimizi bilemez hale gelmişiz. ’Eşeğini dövemeyen, semerini döver.’ zamanını yaşıyoruz.

Kıran kırana bir hayat savaşında, insanca yaşamaya çalışanların, yıpranmamak için çözüm olarak yalnızlığı seçmeleri, kaplumbağalar gibi başlarını evlerinin içine çekmeleri doğal. Özellikle ekonomik nedenlerle çıkarcılığın had safhada yaşandığı bu zamanda, zarar görmemek mümkün değil.

Kendi kabuklarına çekilenler, zamanla karamsarlığa gömülüyor, giderek depresyona giriyor. Ruh sağlığı bozuk bir toplum, ülke huzurunun günden güne artarak bozulmasına sebep oluyor. İnsanlar saygıyı kaybetmekte. Aile içinde veya dışarıda, bu nedenle huzursuzluklar çıkmakta; tartışmalar, kavgalar, boşanmalar olmakta, hatta cinayetler işlenmekte.

İnsan, saygın bir varlık olarak yaratılmış, kendisine melekler secde ettirilmiş. İnsana secde etmeyen, saygı duymayan, şeytandır. İlk yaratılanımıza secde etmediği ve emre itaatsizlik nedeniyle saygısızlık ettiği için lânetlenmiştir. İnsan, sadece Allah’a secde eder, secde edeceği başka bir varlık yoktur. Saygıyı hak etmiyor olsa bile insanı sahibinin hatırı için saymak gerekir. Çünkü insanın sahibi, sonsuz saygı duyduğumuz Allah-ü Teâlâ’dır. Kul demek, köle demektir. Abdullah, yani Allah’ın kuludur, kölesidir. Köleye yapılan kötü muamele sahibini incitir. İnsana yapılana da Allah-ü Teâlâ razı olmaz.

 Mademki yeryüzüne, Allah’ın rızasını kazanmak için geldik, ’Yaratılanı hoş göreceğiz, Yaratan’dan ötürü.’

Saygı, sevgiden önce gelmeli. Onu hiç kaybetmemeliyiz. Saygı duymadığımız insanı sevemeyiz.

Beraberliğin ilk şartı güven, ikincisi saygı, üçüncüsü sevgidir. Bu üçü tamamlandığında; dördüncüsü, yani vazgeçilmezlik, kendiliğinden oluşur. Arkasından huzur da gelir, mutluluk da…

Allah için saymalıyız, Allah için sevmeliyiz. Kırmamalıyız,incitmemeliyiz,toz kondurmamalıyız.

Peki, ya kırılmamak? Bir zehir zemberek dünya içinde incinmemek? Canavarlaşan insanların arasında, yıpranmadan yaşayabilmek? İşte, bu çok zor! Bunu başarabilmek için, evliya sabrı gerek. Yunus da incitmemeyi ve incinmemeyi öneriyor:

Dövene elsiz gerek
Sövene dilsiz gerek
Derviş gönülsüz gerek
Sen derviş olamazsın.’ diyor.

Vuracak kıracak, dövecek sövecek, gücenmeyeceksin. Hoşgörünün boyutuna bakın! Hatta ’Taş atana ekmek atacaksın!’

Hiç kimse hakkını yedirmez. Bizim dinimizde kısas da var. Bire bir alacaklıyız. Eğer, Allah’a bırakırsak, hakkımızı on misli koruyacak.

Hakkımızı bire bir almak var, Allah’a havale etmek, yani on mislini talep etmek var. Büyük bir hoşgörüyle karşılamak, öç alma yoluna gitmemek, fakat darılmak var. Bir de hiç bir şey olmamış gibi hiç incinmemek var.

Kalp Allah yapısı, Kâbe kul yapısıdır. Kalp kırmak, onu yıkmaktan daha günahtır. Kâbe yıkılırsa, bir daha yapılabilir. Kalp kırılırsa, bir daha birleşmez.

Onur BİLGE
www.kafiye.net


Tarih 7 Kas 2011 Kategori: Onur BİLGE

İKİLEMELER

İKİLEMELER

 

Düşünce zinciri şangır şungur düşünce
Akıl çıkrığından boşanarak gıcır gıcır
Hafızanın dibi karanlık allak bullak
Tüyleri diken diken yosun kokulu kuyu
Bulanır da bulanır rutubetli arşivin
Berrak mı berrak bilinen durgun suyu

Bir aşağı bir yukarı bir aşağı bir yukarı

Anı anı acı çekmeye başlar yukarı
Kovalar aşağı başlar yukarı
Kovalar aşağı nedamet tekme tokat

Bir aşağı bir yukarı bir aşağı bir yukarı

Yavaş yavaş doldurur ağzına kadar
Bin kere bin pişmanlıkla kocaman tankı
Oysa hiç ama hiç fark etmemiştir farkı
Hiç mi hiç kızmamıştır o zamana kadar
Kendi kendine nefsinden zamana kadar
Sayar döker ne sözler gelir de döner ağzına kadar

Bir aşağı bir yukarı bir aşağı bir yukarı

Başlar zıpkın yemiş gibi kıvrım kıvrım kıvranmaya
Başlar alev alev yanmaya başlar
Kıvranır da kıvranır bedende ruh uyanmaya
Ruhta can canda Canan kıvranır da kıvranır

Bir aşağı bir yukarı bir aşağı bir yukarı

Beyninde kaç katman varsa ayrı ayrı
Bilinçaltı kaç kademeyse birer birer
Tüm merdivenlerden art arda geçilirken
Basamaklardan teker teker inilirken
Her biri dile gelir çığlık çığlık
Kabir azapları dillenircesine feryat figan
Yaşananlar arka arkaya akla düşünce
Kâbuslar halinde zuhur eder de eder düş ünce
İdrakte vakit daraldıkça daralır
Ecel kıskıvrak yakalar canı dar alır

Başlar zıpkın yemiş gibi kıvrım kıvrım kıvranmaya
Başlar alev alev yanmaya başlar
Kıvranır da kıvranır bedende ruh
Ruhta can canda canan kıvranır da kıvranır

Bir aşağı bir yukarı bir aşağı bir yukarı
Kovalar aşağı başlar yukarı

Boşalan yere yaş döker de döker
Sesli sessiz döner devranın çarkı
Canlı cansız cümle varlık diz çöker
Tövbeler sarnıçta ses yankı yankı

Onur BİLGE
www.kafiye.net


Tarih 7 Kas 2011 Kategori: Onur BİLGE

ÇEŞMNEDA

ÇEŞMNEDA

Öyle ala fıcırık boz duman edişini dünyayı
Hıçkırıklara boğulurcasına gürleyişini
Derleyişini cümle bulutlarını
Yitirmişçesine tüm umutlarını
Şakır şakır yağışını
Sele verişini değil her yeri
Şöyle öksüzce kıvrılıp büzülüşünü
Masumlaşan yüzünü
Yıkık kaşlarından uzaklaşıp
Birbirlerine sokularak dertleşen
Kirpiklerinin arasında beliren gözyaşını
O çiy tanelerinin
Sebepli sebepsiz
Sessiz sedasız
Ve vedasız ayrılışlarını
Göz pınarlarından
Ardında ışıltılar bırakarak
Yanaklarından yavaşça süzülüşünü

Issızlaşan yüreğinin hüznünü
Kırgınlığını küskünlüğünü
Buruk tebessümünü seviyorum
Acı yüklü gülüşünü
Yetimce yığılıp kalan
Bir yana devrilen bakışını
Kendi feylinde
Dakikalarca akışını

Gün ışıdıkça yıldızları sönükleşen
Laciverdi mavileşen geceliğin
Ne yapacağını bilmeyen
Acemice dolanan çaresiz ellerinle
İncecik cılız kolların
Ve kalem bacaklarınla
O güçsüz o çocuksu görünüşünü

Istırapla bakışını seviyorum senin Çeşmneda
Yalımıyla yanımı yakamı yakışını
Yakışını canımı an be an
Atışını kalbimde dem be dem

Sen dargın
Ben perişan

Dudaklarında sitem
Gözlerinde nem

Onur BİLGE
www.kafiye.net

Şiirin Hikayesi
NEDA: Farsça ŞEBNEM anlamında…
ŞEBNEM: Jale, çilen, çilenti, çığ, çiğ, çiy, kırağı, nem, rutubet…
ŞEB: Gece
NEM: Rutubet
ŞEBNEM: Gece nemi gibi…
ÇEŞMNEDA: Nemli göz… (Sulu gözlü) Benim buluşum.
Sabaha karşı çiseleyen yağmuru şahıslandırdım. Sevgili olarak olarak düşündüm ve onunla bütünleştim.
 En çok ağlayışını seviyorum senin Çeşmneda


Tarih 7 Kas 2011 Kategori: Nuran ÜÇER

Papatyanın Son Yaprağı

Papatyanın Son Yaprağı

Sen beni yüreğinde yaşatmasan da
Gözlerimden akan yaşlar yanaklarımda
Ağzımdan çıkan sözler kulaklarda
Kalemim seni sevdiğimi yazıyor

Gülmek için beni ağlatma
Bir an unuttuklarını anımsa
Son sözünü söyleme sevgi adına
Anılar inatla seni sevdiğimi yazıyor

Mesafeler yalandır unutma
Zamanı dolmuş sevdamı sakladığım yoksa?
Kaçar giderim buralardan daha olmazsa
Kalbime sapladığın bıçak seni sevdiğimi yazıyor

Güneşin çiçekleri yüreğini doldurunca
Kızmayacağım tekrar karşıma çıkınca
Ölümün de tekrarı yok, aşkında
Yenilgilerim hala seni sevdiğimi yazıyor

Acemice bir ayrılık oldu bu veda da
Resimlerinle yaşamaya alışacağım galiba
Yine de sen çıkıyorsun açtığım her falda
Papatyanın son yaprağı da seni sevdiğimi yazıyor

08/05/2011 16.21.

Nuran ÜÇER
www.kafiye.net