Kategoriler

Arşivler


Tarih 1 Şub 2012 Kategori: Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU

HOŞÇA KAL CAN AZERBAYCAN

HOŞÇA KAL CAN AZERBAYCAN

Sevda masalıydın yüreğimin en dipsiz köşesinde
Güz mevsimiydin yüzümün gölgesinde
Sahipsiz ve zamansız düşlerin durağıydın gönlümde
Can canımsın Azerbaycan’ımsın bedenimde

Umudun acımasız gecesinde ay gömülüyor sarıya
Ne de güzel yazılır şiirler şairler diyarında
Kardeş ülkem özgürlüğüm sevdiğim vatanımsın
Sözün özü güneşimsin can canımsın Azerbaycan

Buğulu camlarda gözyaşlarımı siliyorken
Gözümdeki hüzün sana olan özlemimden
Anlamsızlıklar içinde düşlerim kaybolurken
Yarım kalmış şiirimsin can canımsın Azerbaycan

Kim bilir kaç yürek kaç sevdada yer aldın
Kim bilir kaç fersah ötelerde özlenen yaşamlardın
Şimdi soğuk ellerim ya üşüyorum ya ölüyorum
Ki bakıyor yüzüm toprağa hoşça kal can Azerbaycan

06.11.2007 / Ankara
(Düşler Sokağı, Ürün Yayınları, Ankara 2008, s.83)
Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU
Edebiyat Bilimcisi
Yazar Şair
www.kafiye.net


Tarih 1 Şub 2012 Kategori: Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU

GÖKYURD’UM KERKÜK’ÜM

GÖKYURD’UM KERKÜK’ÜM

Küçük çocukların gözlerinde
Kanla yazılmış bir şiirdir bu
Kirpiklerinde sarhoş gözyaşları ve sen korkuyorsun
Hayatın acımasız kapısından bir yudum barut içiyorsun

Bilir misin küçüğüm
Bu şiiri binlerce yıl kan kokulu eller yazdı
Tarihin yanılmaz vicdanında
Kardeş kardeşi öldürmezdi oysaki

Kavganın sebebini unutmadık biz
Unutmadık kelimelerle öldürülen sevgileri
Kan kokulu ellerin yazdırdığı bu şiiri
Düşler sürgünüydü aslında hepsi

Vücudunda sigara söndürülen
Tüm kemikleri kırılıp kafa derileri yüzülen
Sonrasında ağaçtan kazıklarla öldürülen
Kırık bir şiirin kahramanları kaldı gözlerimde

Avucumda minik menekşeler büyüyor sessiz sedasız
Bir zamanlar çocuktuk barıştık mutluluktuk biz
Yorulmaz savaşçılardık büyük adamlar gibi
Bu şiiri kanla yazdıranlar utansın şimdi

Geleceği silahlar gölgesinde saklı kalmış çocuklar
Şehitler, kadınlar, kardeşler ve analar
Sizin dünyanızda yer almasın zamansız ağlayışlar
Ve bu ağlayışları utansın yeni fark edenler

Gözyaşlarımı hapsediyorum Gökyurd’um Kerkük’üme
Sessizce yol alıyorum küçük çocukların bedenine
Bayraklar kaldırıyorum barış adına dostluk adına
Gökyurd’um Kerkük’üme selam olsun benden yana.

06.11.2007 / Ankara
(Düşler Sokağı, Ürün Yayınları, Ankara 2008, s.81.82)
Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU
Edebiyat Bilimcisi
Yazar Şair
www.kafiye.net


Tarih 1 Şub 2012 Kategori: Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU

KAMBUR FATMA

KAMBUR FATMA

          Güneydoğudaki bir şehrin, küçük ve şirin bir mahallesiydi burası. İnsanların birbirine yardım ettiği, güzel ilişkilerin kurulduğu, büyüğün küçüğü sevdiği, küçüğün büyüğü saydığı güzel bir mahalleydi. Komşuluk ilişkileri öyle güzeldi ki; sanki bir aile gibiydi mahalle halkı. Herkes birbirinin derdine koşar, yardımcı olurdu. Bu mahalle de yaşayan, gerçekte de kambur olan, ve adını sırtındaki kamburundan alan, kambur Fatma adında   yaşlı,  hiç  evlenmemiş  ve  kimsesiz   bir   hanım  yaşardı.

          Bu hanımla mahallede ki tüm çocuklar dalga geçer, alay ederlerdi. Mahallenin bir başından diğer başına kadar taş atarak kovalar, sonra da Kambur Fatma’nın canını acıtarak onu hırpalarlardı. Kambur Fatma bu duruma çok üzülse de bir şey  demez, olanları  çocukluklarına  verirdi. Yalnız mahallede Hatice adında öyle bir kadın  vardı ki; o kambur Fatma’yı hiç sevmez onu her gördüğünde yüzüne tükürür, kamburuyla dalga geçer ve alay ederdi. Çocuğunu da bu konuda sıkı sıkıya tembih eder, onunla dalga geçmesini söylerdi. Oğlu Hasan da annesinin sözünü dinleyerek arkadaşlarını etkileyip, kambur Fatma ile aşağılayıcı davranışlarda  bulunurlardı.

Mahalleli Hatice’ye her ne kadar kambur  Fatma’ya  böyle  davranmaması gerektiğini söylese de, o buna aldırış etmez alaycı tavırlarıyla komşularını hiçe sayıp, yine bildiğini okurdu. Kambur Fatma’nın ihtiyaçları ise mahalleli tarafından karşılanır, ona olan    sevgilerini    gösterirlerdi.

Günler günleri, kovaladı durdu. Aradan epey bir zaman geçti. Gel zaman git zaman, kambur Fatma ile dalga geçip, yüzüne tüküren Hatice hastalanıp, yatağa düştü. Çok acılar çekiyordu. Ağrıları yüzünden nefes bile alamaz hale gelmişti. Hatice’nin kocası Mahmut, sonunda Hatice’yi şehirdeki hastaneye götürdü. Röntgen filmleri çekildi, kan ve idrar tahlilleri yapıldı. Sonuç itibari ile Hatice böbrek yetmezliğinden dolayı son derece acı içinde kıvranıyordu. Acilen uygun bir böbreğe ihtiyacı vardı. Yoksa belli  bir  zaman  sonra  böbrek  iflas  edecekti. Hatice  ölümün  o  soğuk  nefesini  hissetmeye  başlamıştı  bile.  Hatice’nin kocası Mahmut, karısının çektiği acılara dayanamıyordu. Gün geçtikçe gözlerinin önünde karısı eriyip bitiyor ve Mahmut hiç bir şey yapamıyordu. Çünkü karısına böbreğini vermek istemiş fakat doktorlar çıkan tahlil sonuçlarının   uygun   olmadığını   belirtmişlerdi.

Mahmut mahalledeki komşularına uygun bir böbrek aradıklarını, bulunmadığı takdirde karısının öleceğini söylemişti. Ne var ki; kim böbreğini vermek istediyse  sonuçlar negatif çıkıyordu. Mahmut’un ümidi iyice azalmıştı. Hatice ise dinmek bilmeyen acılar içinde kıvranıp duruyordu.  Hatice acılar içinde inledikçe, Mahmut bir şeyler yapamamanın ezikliği içinde üzüntüden kahroluyordu. Karısını çok seviyordu, ne de olsa oğlunun annesiydi. Hatice hasta yatağında yatarken, Sürekli oğlu Hasan’ı ve kocasını düşünüyordu. “Eğer ölürsem oğluma kim bakar, kim ona annelik eder. Mahmut’uma kim aş pişirir, kim onun çamaşırlarını yıkar” diye düşünüp hayıflanıyordu. Özellikle oğlu Hasan gözünün önünden gitmiyordu bir türlü. O annesinin bir tanesiydi, kıymetlisiydi, canıydı, ciğeriydi çünkü.

Mahmut’un ve Hatice’nin ümidi iyice kesilmişti ki; günlerden bir gün mahallenin ileri gelenlerinden olan, Emine teyze adındaki yaşlı bir hanımla kambur Fatma, Hatice’nin hastanedeki odasına girdiler. Onları Hatice’nin kocası Mahmut “hoş geldiniz” diyerek karşıladı. Hatice’nin konuşacak dermanı olmadığından hiç seslenmedi, sadece konuşulanları dinleyebildi.

Emine teyze Mahmut’u dışarı çağırarak konuşmak istediğini söyledi.  Kambur Fatma, Emine teyze ve Mahmut odadan dışarı çıkıp, kapı önünde konuşmaya başladılar. Emine teyze Mahmut’a, kambur Fatma’nın böbreğini vermek istediğini söyledi. Mahmut şaşkınlık içerisinde, sonucun negatif çıkacağı ümidi ile kabul etti. Doktorla konuşup tahliller için gün alındı.  Emine teyze  ile  kambur Fatma tahlil günü hastaneye birlikte gittiler. Tahliller için gerekli işlemler yapıldı, sonuçlar için beklenmeye başlandı. Mahalleden bir çok kişi Hatice’ye  geçmiş olsun ziyaretine gelmişlerdi.

Doktor elindeki tahlil sonuçları ile birlikte odaya girdi.

“Eveeet… Hadi bakalım gözünüz aydın. Sonuçlar pozitif çıktı. Uygun böbreği bulduk.  Kurtuldun. Seni yarın ameliyata alıyoruz.”

Herkes  büyük  bir  şaşkınlık   içinde,   mutlulukla  birlikte  nasıl   olduğunu anlamadan, merak içinde sevinip Hatice’ye moral verdiler. Emine teyze, kambur Fatma ve Mahmut hiç kimseye bir şey söylemediler. Çünkü;  Fatma böbreği verenin kendisi olduğunun bilinmesini istemiyordu. Mahmut  onları  yolcu  ederken  Emine  teyzenin  elini  öpüp, başına koydu.

“Çok teşekkür ederim. Sağ olasın teyzem, var olasın.”

Emine teyze ise gülümseyerek;

“O teşekkürü bana değil, Fatma’ya yap oğlum.”

Mahmut kambur Fatma’ya duygu dolu, ağlamaklı gözlerle bakarak;

“Sağ olasın bacım, Allah senden razı olsun, Allah’ta senin yüzünü güldürsün, Hatice’m önce Allah’ın sonra da senin sayende yaşayacak.”

Mahmut’un yüzünde büyük bir sevinç, ve sesinde mutluluğun ifadesi vardı. Çünkü  karısı  sağlığına  kavuşacak,  eski  mutlu  günlerine  döneceklerdi.

Nihayet o mutlu gün gelmişti. Hatice ameliyat olacak, o inanılmaz acılardan kurtulacaktı.  Dahası  oğlu  annesiz,  kocası  onsuz  kalmayacaktı. Ameliyat olup bitmişti. Hatice narkozun etkisi ile baygın bir şekilde yatağında yatıyordu. Kambur Fatma ise böbreğini verdiğinin bilinmesini istemediğinden, başka bir odaya alınmış, orada yatıyordu. Emine teyze, kambur Fatma’nın başucunda onun ayılması için bekliyordu. Hatice kendine gelmişti.  Kocası Hatice’nin ellerini tutarak;

“Kurtuldun Haticem… Çok şükür Allah’ım karım kurtuldu.”

Birkaç gün sonra kambur Fatma taburcu edilip evine gönderilmişti. Emine teyze kambur Fatma’yı hiç yalnız bırakmamış, hastane de ona bakmıştı. Ne de olsa  onun  hiç  kimsesi  yoktu. 

Aradan biraz zaman geçmiş, Hatice’de iyileşmişti.  Doktor Hatice’yi de taburcu edip evine göndermişti. Hatice gün geçtikçe daha da iyileşiyor, yaşadığı   bu   ikinci   hayatın   tadını   çıkartmaya   çalışıyordu. 

          Havanın güneşli olduğu, güllerin, kırmızı karanfillerin açtığı güzel bir gündü. Güneş tüm asaletiyle, gökyüzünde nazlı bir gelin gibi ışıklarını saçıyordu. Çocuklar sokakta oyunlar oynuyorlardı.  Mahalleden   bir   kaç kadın ise, köşe başındaki kaldırım taşına oturmuş koyu bir sohbet ediyorlardı. Kambur Fatma Emine teyzesinin yanına gidiyordu. Ona götürmek için, yol kenarında dikili olan güllerden, kırmızı karanfillerden koparıp, bir demet yapıp eline aldı.  Bu sırada Emine teyze de tam karşıdan geliyordu. Hatice ise penceresinin camından dışarı uzanarak, kambur Fatma ile eski günlerdeki gibi dalga geçiyor, alay ediyor, uzaktan ona tükürükler savuruyordu.

Kambur Fatma bu olan bitene hiç seslenmiyor,  bir Hatice’ye bakıp, bir de elindeki güllere bakıyordu. Bunu gören Emine teyze daha fazla dayanamayıp Hatice’ye çıkıştı.

“Hiç Allah’tan korkun yok mu be kızım, ayıp bu yaptığın. Sen ona o kadar hakaret edip, laf söylüyorsun,  yüzüne  tükürüyorsun,  o sana hiç sesini bile çıkartmıyor. Ne  istiyorsun  Allah’ın  garibinden?  Eğer bu gün  yaşıyorsan, onun sayesinde  yaşıyorsun. O sana böbreğini  vermeseydi,  şimdiye  kadar çoktan toprak olmuştun kızım. Senin bu yaptığına nankörlük denir. Onun yaptığını kimse cesaret edip de yapamazdı. O sana canının yarısını verdi. Sakın bir daha görmeyeyim ona kötü davrandığını.”

Hatice büyük bir şaşkınlık içindeydi. Davranışından dolayı çok utanmıştı.

“Bilmiyordum Emine teyze, yemin ederim ki bilmiyordum.”

Emine teyze yumuşak bir ses tonuyla;

“Fatma o kadar onurlu ki, senin istemeyeceğini düşünerek, böbreği verenin o olduğunun bilinmesini bile istemedi.”

Hatice tarifi edilmez bir duygu içinde, Emine teyze ile kambur Fatma’nın yanına doğru geldi. Kambur Fatma’nın yüzüne bakıp, bir zamanlar hiç sevmediği yüzüne tükürükler savurduğu bu kadının ellerini aldı ve öptü.

“Bundan böyle sen benim kardeşimsin, yaptıklarım için senden binlerce kez özür diliyorum, lütfen affet. Gerçekten ne diyeceğimi bilemiyorum, çok şaşkınım. Ama senin sayende Hasan’ım annesiz kalmayacak bunu bilmeni isterim. Ben sana çok kötü davrandım, sen bana can verdin. Çok pişmanım.”

 Olanlardan dolayı Emine teyze çok mutlu olmuştu. Çünkü o mahallenin büyüğüydü. Bir kırgınlık, bir dargınlık olması onu çok üzüyordu. Yüzünü derin bir gülümseme sarmıştı.  Bu tebessüm  dolu  ifade  ile onları izliyordu. Hatice  kambur  Fatma’nın  boynuna  sarılıp  ağladı.

“Beni affettin mi Fatma?  Söyle hadi affettin mi kardeşim?”

diye ısrarla sordu.

Kambur Fatma hiç konuşmadı.  Bir Emine  teyze’ye baktı, bir de Hatice’ye. Sonra da; elindeki gülleri Hatice’ye verdi, gözlerinin içine bakıp gülümsedi. Onu  çoktan  affetmişti bile.  Zaten  ona  hiç  kırılmamıştı…

15.05.2006/Ankara
Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU
Edebiyat Bilimcisi
Yazar Şair
www.kafiye.net


Tarih 1 Şub 2012 Kategori: Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU

YOLUN SUÇU NE?

YOLUN SUÇU NE? 

          Anadolu’nun güneyinde son derece şirin bir şehirdi burası. 1979 yılının şiddetli kışına, soğuğuna ve kara gebe kalmış, yollar da bu nedenle kapanmıştı. Nuray, kız kardeşi Firuze ile birlikte yokluk ve yoksulluk içinde okuma mücadelesi veriyordu. Yaşam onlar için hayli zordu. Baba Ökkaş bey duvar boyacısı olarak çalıştığından, hava şartlarından dolayı iş yapamaz olmuş, dolayısı ile anne Fatma hanımın evdeki dikiş makinesi ile komşulara diktiği kıyafetlerin parası, onların geçim kaynağı olmuştu. Akşam olunca Fatma hanımın yaptığı sıcacık bazlamalar ve bakır tencerede pişirilen bulgur pilavı, hele bir de yanında turşu varsa o günün en lezzetli yemeği oluyordu. Nuray ve kız kardeşi Firuze’nin oturdukları betonarme ev, rampa yolun hakim olduğu bir mahallede idi. Mahallede oturan sakinler, çoğunlukla geçimini fıstık kırarak kazanırlardı. Tıpkı Nuray ve Firuze’nin okumak ve eve katkı sağlamak için fıstık kırmaları gibi.

          Her gün sabah erkenden kalkar, sabah ayazının tüm soğuğunu soluyarak, fıstıkçı Cimo’nun evinin yolunu tutarlardı. Buz tutmuş rampa aşağı yolda ilerlemek, bu iki küçük kız kardeş için hayli zordu. Fıstıkçı Cimo, asabi tavrı ile fıstıkları torbaya doldurup tarttıktan sonra, köhne bir masanın çekmecesinden neredeyse tüm sayfaları yazılmış olan, yaprakları kırışık bir okul defteri çıkartarak, torbaya tartarak koyduğu fıstığı bu deftere not düşüyor ve ekliyordu;

–          Fıstıkları iyi kırıp iç edin haa! Birde kırdığınız fıstıkları sakın yemeyin. Eğer fıstık içini getirdiğiniz zaman tarttığımda eksik gelirse, paranızı vermem.

Nuray ve Firuze bu sözlerin karşısında bir şey demeden, başlarını öne eğip tamamı 1 çeki (60 kg) olan fıstığın, yarım çekisini (30 kg) Nuray, yarım çekisini de Firuze sırtına aldı. O küçük bedenlerinin atabildiği minik adımlarla, kar demeden, soğuk demeden, rampa yolda evlerinin yolunu tuttular. Hava o kadar soğuktu ki, yüzleri rüzgârın etkisi ile adeta donmuş, çuvalı sırtlayarak tutukları elleri soğuktan morarmıştı. Üstte başta bir şey yok. İncecik basma kumaştan annelerinin diktiği pijama, onun üstünde ise yine basma kumaştan dikilmiş bir elbise vardı. Çorapsız ayaklar, plastik pabuçların içinde karda yürümelerini zorlaştırıyordu. Neredeyse soğuktan ayak tabanlarını hissetmez olmuşlardı. Yürürken attıkları her adımda yol bitmek bilmiyor, sanki uzadıkça uzuyordu. Her gün sırtlarındaki fıstık dolu çuvallarla, bu yolu gidip geliyorlardı. Öyle ki bu yol iki kardeşin ömürleri boyunca, onların yaşamında hiç unutamayacakları, zorlu bir hayat sınavının verildiği yol olarak hafızalarında yerini alacaktı. Bu zorlu yolculuğun ardından nihayet eve gelmişlerdi.

          Fatma Hanım, evin ortasında bulunan tandırı biraz çekerek, sobanın kurulu olduğu odanın tam ortasına büyük bir bez sofra açtı. Bu sofranın üzerine, büyükçe bir taş getirdi ve fıstıkları kırmak için de ayrıca küçük taşlar getirdi. Büyük taşın üzerine konulan fıstıklar, ele alınan küçük taşlarla kırılıyor, iç ediliyordu. Nuray ile Firuze eve getirdikleri fıstıkların yarım çekisini (30 kg), öğlen okul vakti gelene kadar fıstık taşında kırıp iç ediyor, kabuklarını ise ısınmak için sobada yakacak olarak kullanıyorlardı. Kalan yarım çeki (30 kg) fıstığı ise, akşam okuldan geldikten sonra kırıp iç edeceklerdi. Sürekli fıstık kırdıkları için, ikisinin de parmakları paramparça yara bere içindeydi.

          Bir iki lokma yemeğin ardından, siyah önlüklerini giyerek, beyaz yakalarını takıp, teyzelerinden kalan kırmızı okul çantasına koydukları kitap ve defterle okul yolunu tutmuşlardı. Okul, bu dik ve rampa yolun tam tepesindeydi. Soğuğun ve karın esir aldığı bu kentin tüm yolları neredeyse kara ve buza yenik düşmüş, yaşamı olumsuz yönde etkiler olmuştu. Her gün zor koşullar altında okula gitmek, küçük hedeflerin büyük ideallere dönüşebilmesi, o yolda atılan minik adımlara bağlıydı. Mesela küçük bir kız çocuğu, hastalara şifa olmak istiyordu doktor olup. Bir diğeri, okuma yazma bilmeyen küçük yüreklere öğretmen olup, bilgi dağıtmak istiyordu. Mahalledeki tüm çocukların küçük de olsa bir ideali vardı. O ideale ulaşmak ise, dik yokuşun hakim olduğu, rampa yolun tam tepesindeki okuldan geçiyordu.

          Nuray ve Firuze’nin küçük adımlarla ilerledikleri yokuş, zaman zaman onları kandırıp kaymalarına ve düşmelerine sebep oluyordu. Firuze; Nuray’a göre iki yaş daha küçük olduğundan soğuğa dayanamıyor, zaman zaman yolda durup ellerini minik avuçlarının arasına alarak, nefesi ile ısıtmaya çalışıyordu. Bazen de yolun acizliğine uğrayıp düşüyor, canını yaktığı için ağlıyordu. Her defasında ablası Nuray onu teselli ediyor, koruyup kollamaya çalışıyordu çocuk yüreğiyle. Nede olsa o büyüktü, kardeşini korumak onun vazifesiydi. Bu bilinçle anne yarısı gibi görüyordu kendisini. Ya ona bir şey olsa, onu kim koruyup kollayacaktı. Kim abla olacaktı ona, bunu bilemiyordu.

          Okuyabilmek, ideallerine ulaşabilmek uğruna kat ettikleri yol, bu iki küçük kız kardeşin en büyük çilesiydi. Okulun adının yazdığı “Nezihe Osman Atay İlkokulu” yazısı göründüğünde, yoldaki çilelerinin bitişi onların en büyük bayramı oluyordu sanki. Akşam olup ta eve dönme vakti geldiğinde, bu bayram yerini kasvetli bir düşünceye bırakıyordu. Öyle ya, geldikleri yolu birde dönmek vardı. Aynı mahallede oturan birçok öğrencide Nuray ve Firuze gibi zor şartlarda okula gidip geliyorlardı. Kış mevsiminin buhranlı ve karanlık havasında, emin adımlarla ilerleyerek eve doğru yol almaya çalışıyorlardı bu minik yürekler. O rampa yoldan inerken, belki sayısını hatırlayamayacakları kadar kayıp düşmüşlerdi ikisi de. Akşam yenilen yemekten sonra, yine büyük bez sofra açılır, üzerine konulan fıstık taşında kalan yarım çeki (30 Kg) fıstık, anne Fatma hanımın anlattığı masallar eşliğinde kırılarak iç edilirdi.  Bazen o anlatılan masalların kahramanı olunurdu düşlerde, bazen de güzeller güzeli bir peri kızı. Televizyon yoktu, tek eğlence anlatılan masallar, sorulan bilmecelerdi. Daha sonra yorgun düşen bedenlerinin esiri olup, derin bir uykuya dalarlardı.

          Sabah gün ışırken uyanır, soğuk mu soğuk, buz gibi su ile el yüz yıkanır ve iç edilen fıstık çuvalları sırtlanarak, fıstıkçı Cimo’nun evine doğru yol alınırdı. Sabah ayazında, sanki yollar daha da bir buzlu oluyordu. Sanki soğuk, daha da bir sert vuruyordu yüzlerine. Yaşamın acımasızlığı içinde, fıstık içlerini yerine teslim edip, ellerine tutuşturulan üç beş kuruş para ile yeniden kırmak için aldıkları fıstık çuvallarını sırtlayıp, evlerinin yolunu tutmuşlardı. Yine öğlen olup ta okul vakti gelene kadar, yarım çeki fıstık kırılıp iç edilecek, kalan yarım çeki ise, akşam okuldan döndükten sonra, annenin anlattığı masallar eşliğinde kırılıp bitirilecekti. Fıstıkçı Cimo’dan aldıkları fıstık parası ile Fatma Hanım evin giderlerini karşılamaya, çocukları okutmaya gayret ediyordu. Baba Ökkaş beyin işten gelişini, abla Nuray ve Firuze birlikte el ele koşarak karşılardı. O uzun yorucu yokuş yolu, tek adımlık yaparlardı adeta. Babalarının bir elinden Nuray, diğer elinden Firuze tutardı büyük bir mutlulukla.

                     Sağ sol davalarının gündemde olduğu, bazen sokak aralarında bile askerlerin gezindiği, yağ, şeker, pirinç, ekmek, tüp ve gaz yağı için uzun kuyrukların oluştuğu günlerdi o günler. Bazen siyasi düşünceler nedeni ile çıkan kavgalar, mahalle bekçisinin düdüğünü çalması ile bir anda durulur, herkes günlük olağan işlerine dönerdi. Halk polisten çok korkar, polis denildiği anda dizlerin bağı çözülürdü. Oysaki o küçük mahalle kavgaları diye adlandırılan kavgalar, 1980 yılı 12 Eylül ihtilalinin, işkencelerin, yargılı yargısız idamların, infazların, göz altıların, ölümlerin ve sönen hayatların temel izlerini taşıyormuş. Bunu o günlerde idrak edemeyen küçük yürekler, kavganın içinde kalmamak adına, korkarak saklanacak yer ararlardı. Nuray ile Firuze ise, o rampa yolun dik yokuşuna kurulu betonarme evlerinin karşısındaki kaldırım taşından güç alırlar, korkudan nefes nefese o taşın üstüne oturup sakinleşmeye çalışırlardı.

           Zaman hızla geçiyor, günler günleri kovalıyordu. Bir gün okul çıkışı eve doğru ilerledikleri, rampa aşağı karın buza dönüştüğü yolda, Firuze şiddetli şekilde düşüp çenesini fena halde yaraladı. Her gün gidip geldikleri o yokuş yol, Firuze’ye kötü bir oyun oynuyordu adeta. Nuray can havli ile kardeşinin üzerine eğilip, ona yardım etmeye çalışıyordu. Nasıl telaşlanmasın ki, kardeşi onun canı idi. Abla değil, küçük anneydi o. Anne edası ile kardeşini kucaklıyor, teselli etmeye çalışıyordu. Ancak karın altında kalan çakmak taşının sivri kısmı, şiddetli düşme etkisi ile Firuze’nin çenesine saplanmış, o bölgeden de çok fazla kan dışarı akmıştı. Nuray; bembeyaz karlı yolun birden kırmızı kanla kaplanmış olmasından dolayı çok korkmuş olmalı ki, kardeşini sırtına aldığı gibi, gözyaşları içinde o yokuşu sanki uçarak, evlerinin yolunun tuttu. Firuze, ablasının sırtında canı acıdığı için ağlıyor, Nuray ise; kardeşinin durumuna üzüldüğünden hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. İkisinin de gözyaşı ve ağlama sesleri akşam karanlığında sessizliği bozuyor, Firuze’ye kötü bir şaka yapan rampa yolda yankı buluyordu. 

          Eve geldiklerinde kardeşi ile ilgilenmediği için, annesinden işiteceği azarı, yiyeceği dayağı dahi düşünmeden, kardeşini annesine teslim etti. O zamanın yaralar için en iyi ilacı olan nar pekmezi, hamura katılarak yaranın üzerine konuldu. Kardeşi ile ilgilenmedi diye Nuray’ı fena halde döven annesine seslendi Firuze çocuk yüreğiyle;

–          Ablam suçlu değil, tek suçlu o yokuş yol. Diyebildi.

 

          Kışın hüznü ağır oluyordu. İki kardeşin yüreğinde biriktirdiği sözler, bir konup bir kalkan, hiçbir yere uçamayan küçük serçe yavrusu gibi kanat çırpıyordu gözlerinde. Aradan geçen birkaç aylık zaman diliminden sonra, ihtilalin gölgesi ile korku inmişti gözlere. Dışarısı karanlık, yıldızlar ölümcül uykularında. Her tarafta sıkıntı, korkulu bir bekleyiş kol geziyor sokaklarda. Kimsenin kimseye güveni kalmamış. Herkes her şeyden şüphelenir olmuş. Oysaki aynı mahallenin insanlarıydı onlar, en yakın komşularıydı çoğu. Evlerinin hakim olduğu o yokuş yolda, mahallelerindeki kaç kadının, kızın, kaç erkeğin, kaç babanın coplarla dövülerek,  yerlerde süründüklerine şahit olmuşlardı bu küçük yürekler. Kış gelince kar ve buzun esiri olan o yol, nelere tanıklık etmişti. Kimler gelip geçmişti üzerinden. Küçücük çocuklar o yokuşu arşınlayarak, okul yolu yapmışlardı. O yoldan askerlerin zıpçıkları altında gidenlerin, bir daha hiç dönemediklerine şahit olmuşlardı. Firuze’nin düştüğünde kan döktüğü o yokuş yol, yasak olan hakların elde edilmek uğruna yapılan kavgalarına tanık olmuştu. O yolda nice analar, bacılar ağıtlar yakmıştı kaybettiklerinin ardından. Oysaki bu defa o yokuş yol suçlu değildi. Tek suç çocuk olmaktı…

04.01.2011 / İstanbul
Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU
Edebiyat Bilimcisi
Yazar Şair
www.kafiye.net


Tarih 1 Şub 2012 Kategori: Hüseyin DURMUŞ

BEKLEMEK

BEKLEMEK

Bekliyorum zamanın hep içerisinde
Belki ilacım olursun derdime diye,
Bekliyorum sanki boşlukta bir yerlere
Gelirsinde gönlüme hep girersin diye!

Zerafetin  bu garibin kalbine diye,
Şimdi inliyor esmerim nerede diye,
Hala gelmedi, beklerim zamanın diye
Sınırsızında sesleniverirsin diye.

Fırtınalar kopuyor hep içimde gibi,
Dünyanın sonu şimdi olacakmış gibi,
Gök yüzünde bulut yok, yer delindi gibi
Şimdi şahikalar parçalanıyor gibi.

İçimde kopmak üzere fırtına, bora,
Gemileri alabora edecek koyda,
Hala gelmedi, bekler zaman ortasında,
Sınırsızında sesleniverir aşkına.

İzmir /  26.12.2007
Hüseyin DURMUŞ
Emekli Edebiyat Öğretmeni
Yazar Şair
Kafiye Dergisi Sahibi
www.kafiye.net


Tarih 1 Şub 2012 Kategori: Hüseyin DURMUŞ

SENSİZ OLMUYOR

SENSİZ OLMUYOR

Akşamın sessizliğine girişte
Sesini duyacağım, selam vereceğim
Beni dileyecek, yüzüme gülecek
Odamın içerisinde omzuna baş koyacak
Gönül gözüyle sohbet edecek
Bana aşkım diyecek olan sen olmayınca
Karanlığa giriş sensiz olmuyor canım.

Bomboş odanın sessizliğinde,
Senin titreyen sesin yok!
Senin o çapkın diyen kahkahan yok,
Senin o sükunet sunan sesin yok,
Bana aşkım diyen sesin gelmiyor kulaklarıma!
Bana güven veren sesinde yok odamda!
Karanlığa giriş sensiz olmuyor canım.

Sımsıkı sarılınca kilometrelerce uzaktan,
Hissettiğim o sıcaklığında yok şimdi burada, 
Odam çok soğuk, duvarlar soğuk, camlar soğuk
Sadece sıcaklığın beni sarmak üzere şimdi!
Sesinin güven verici yaklaşımı var şimdi,
Yalnızlığımın dermanı oluyor karşımdaki resmin,
Karanlığa giriş sensiz olmuyor canım.

Bir bayram daha geçti hüzünle şimdi.
İlk bayramımız sensiz geçti!
Sıcaklığını ancak gönül gözüyle duydum,
Ve senin durumunu düşündüm odalarda!
Yalnızlığın geldi aklıma, içinin burukluğu
Yinede şanslıydın, canlarınla beraberdin,
Karanlığa giriş inan sensiz olmuyor canım.

Yıldızlar tesellim oldu gecenin karanlığında,
Turnaların kanadına tutunup sana geldim,
Altın hızmalı alnından öpmeye geldim buradan,
Geri getirecek turnalar beni yine buraya
İnan seni aşksız bırakmayacağım yeminim var
Gönül gözüyle sevdiğim esmer güzelim,
Karanlığa giriş inan sensiz olmuyor canım.
                                  
Davutlar / 25.10.2006
Hüseyin DURMUŞ
Emekli Edebiyat Öğretmeni
Yazar  Şair
Kafiye Dergisi Sahibi

 
www.kafiye.net


Tarih 1 Şub 2012 Kategori: Hüseyin DURMUŞ

Yokluğun Açlıkla Terbiyesi Olmasın!


Yokluğun Açlıkla Terbiyesi Olmasın! (Öykü)

Yine bir Pazar sabahı. Günlerdir çaresizliğin, yokluğun, yalnızlığın acısıyla uyandı Ahmet Bey. Oturduğu yatağında düşünmeye çalışıyordu. Ancak bir türlü karışık duygular içerisinden gerçek düşüncesine ulaşamıyordu.

   –  “Haydi kalk bakalım Ahmet. Bu kadar haylazlık yeter. Bak saat yine ilerlemiş. Her kes işinin başında. Sen ise hala haylazlık ediyorsun.  Yeter  yattığın, kalk bakalım, ihtiyar delikanlı seni. Bugün gidilecek bir sürü yer var. Yine tabanvaya kuvvet, vaziyeti çaktırmadan dolaşalım gidilecek yerlere.” dedi.

Oturduğu yatağından yavaş yavaş kalktı. Mutfağa gitti. Boş gözlerle süzdü mutfağı ve buzdolabına doğru yöneldi. Kapağı açtı ve peynir tabağını, zeytin tabağını, kekik ve zeytin yağ kullanarak karışımını yaptığı salça tabağını aldı, kahvaltı tepsisinin içerisine. Büyük tüpü bitmişti. Onun yerine küçük tüple çay pişiriyordu. Ekonomik açıdan çok zor durumdaydı.  Yakında elektrikler de kesilecekti. Gerçi elektrikler kesilse ne olacak ki, buz dolabında yiyecek kalmamıştı. Bir tarhana çorbası vardı evinde. Günlerdir aslında sıcacık bir yemeğe o kadar ihtiyacı vardı ki… Yemeklik alacak parası tükenmiş, sadece bazı görüşmelere gidebilmek için birkaç kuruş parasını saklamaya çalışıyordu. Hatta sabahları hem yürüyüş, hem de cebine tasarruf olsun diye altı kilometrelik yolu yağmur olsun, rüzgar olsun yürümeye çalışıyor, akşam da eve gelirken otobüsle geliyor, güzel havalarda ise yine eve yürümeye çalışıyordu. Onun için elektriklerin kesilmesiyle dolapta bozulacak olan ne et, ne sebze, ne de yemeklikleri kalmıştı.

Salona geçti Ahmet Bey. Çekyatın ucuna ilişti. Bilgisayarını açtı. Bir şeyler yapmalıydı, çalışmalıydı. Ama artık gittikçe gücü azalıyor, yavaş yavaş sıhhatini de kaybetmeye başlamıştı Ahmet Bey. Yolda yürürken beslenememenin etkisi belli oluyordu. Bir zamanlar fırtına hızıyla gittiği yollarda artık su kaynatan modası geçmiş arabalar gibi ağırdan gidiyordu gideceği yerlere.

Ahmet  Bey  bilgisayarın başına oturdu. Biraz çalışayım diyordu. O sırada bir dosya dikkatini çekti. Dosyayı açtı. Yüzünü acı bir gülümseme kapladı. Bir zamanlar gönül gözüyle görüp aşık olduğu ve sonra parası bittiği için terk eden biricik aşkına yazdığı mesajları okumaya başladı.

“Birtanem;
Seni özlemek demek; aşk ateşin ile sonsuza kadar senin için büyük bir aşk ile yanmak demektir. Sen ancak bu ateşi söndürmek için yanıma gelirsen çaresi olur diyebilirim. Ama unutma, yanımda olman bu aşk ateşinin sönmesine eğil, daha da alevlenmesine neden olur. Hocan . Ahmet KARA

Selam Aşkım;İnan çok yoruldum artık. Sana ulaşmak, seni yakalamak için o kadar çok uğraşıyorum ki… Gerçekten sana ulaşamadığım ve seninle konuşamadığım için çok yoruldum. Ne yazdıklarıma bir satır olsun cevap veriyorsun, ne de bana telefonda bir alo diyorsun. İnan o kadar çok gerildim ki…. Anlatılması, söylenmesi gerçekten çok zor aşkım.

Seni çok özledim. Ben her şeyi hazırladım ama elim kolum bağlı ve kıpırdayamıyorum. Umarım sessizliğin uzun sürmez. Senden çok acele cevap bekliyorum canım. Seni gerçekten çok seven biricik Hocannnnn.

Selam Biricik Aşkım;İki gündür sana ulaşabilmek için o kadar çok uğraştım ki, anlatamam canım. Bugün belki konuşurum, hasret gideririm diye düşünürken sabah 11.00 civarında bilgi sayarımı açtım. Daha açılır açılmaz ne yazık ki saldırı oldu. Daha doğrusu bilgisayarın çalışmaya başlamasıyla birlikte saldırı oldu. Ne yazık ki bilgisayarım bir kez daha çökertildi. Şuan öyle bir durumdayım ki, sen benimle konuşmuyorsun, sana tavlada oyun teklif ediyorum kabul etmiyor, başkası ile oynuyorsun. İnan artık iyice bunalıma giriyorum canım. Kusura bakma aşkım, reddedilmek bana çok koydu. Onca özlem ve konuşma arzuları karşılıklı olarak var olduğu halde konuşamamak, görüşememek inan artık beni çok ama çok yordu.
Yalnız sana şunu söyleyeyim ki, seni ölesiye seviyorum ve seni sevmemi hiç bir Allahın kulu engelleyemeyecek. Onlar ne kadar bilgisayarımı çökertseler de, gerçi kim olduğunu da bilmiyorum ama; şunu unutmasınlar ki bu bedenim var oldukça, ben nefes aldıkça seni sevmeye devam edeceğim.

Çok üzgünüm ve şuan bütün kolum kanadım kırıldı. Çaresizim ve seninle konuşamamak ise bana tam bir kahır oluyor. Senin özlemin inan beni iyice kahrediyor. Şuan yazılarımı yeğenimin bilgisayarını kullanarak yazıyorum. Sanırım belirli bir sürede onun bilgisayarını kullanacağım. İnan çok üzgünüm canım. Seni çok seviyorum. Seni çok özledim. Seni çok özlediğimi unutma. Gerçekten seni çok seviyorum bir tanem. Kucak dolusu sevgilerimi sunarken büyük bir özlem ve hasretle öpüyorum aşkım. Allaha emanet olun canım. Hocan…. 03 Kasım 2007 Cumartesi 13:07:38 Ahmet KARA.

Biricik Aşkım;

Hayırlı günler bir tanem. Yeni bir gün ve yeni bir başlangıç ne kadar güzel değil mi? Hele güzellikleri ile bir de tüm mutlulukları ile de arka arkaya gelmeye başlamışsa artık tadılan güzellikler ile mutlulukların doyumu da olmaz. Umarım bu gün daha da iyisindir. İyi olduğuna da inanıyorum. Yeni bir dünya başlangıcı ve hayata ilk defa gözünü açtığın doğum gününün yıl dönümünde sana seslenmek, sana merhaba demek, sana sevgilim demek kadar güzel bir mutluluğun anlatımı nasıl olur acaba. Sana yüreğimin en içten duyguları ile sevgimin sonsuza dek süreceğini bildirirken dünyanın bütün çiçeklerini senin için kokuladım ve envai çeşit çiçekleri buradan bir deste içerisinde kabul etmen dileğimle yolluyorum aşkım. Sen benim bir tanecik esmer güzelim, kürt kızımsın canım.
Seni fazla tutmak istemiyorum canım. Bu mutlu gününde seni tekrar büyük bir aşk ve sevgi ile kucaklarken nice mutlu yıllara erişmeni ve beraberce mutlulukları paylaşa bilme dileğiyle öpüyorum canım. Seni çok seven HOCANNN. 10 Kasım 2007 Cumartesi 11:41:08  Ahmet KARA.                    

Günaydın bir tanecik aşkım;

Hayırlı sabahlar canım. Nasılsın bakalım? Umarım daha iyisindir. Çok yorulmaman gerektiğini söyledin dün akşam. Doğrudur. Çok yorulmaman gerekiyor bir tanem. Seni çok özledim. Seni o kadar çok özledim kiiiiii…. Diyeceksin benim neyimi özledin? Söyleyeyim canım:

Bana; aşkım, delisin sen, abdalsın sen, dimdik ayakta durmanı istiyorum, hocam….. sözcüklerini o kadar çok özledim ki… İnan aşkım, seni düşünmediğim, seni gözümün önüne getirmediğim zaman yok. Sen benim bir tanemsin. Sen bana ne kadar kızarsan kız, bana ne kadar kızar görünürsen görün; bunun altında bazı sorunların olduğunu ve bunun içinde bana böyle davrandığını biliyorum. Beni ne kadar çok sevdiğini de biliyorum. Hani kuşlar söyler derler ya, ben aklına geldikçe ben nasıl senin için gözyaşı döküyorsam burada, sen de benim için göz yaşı döküyorsun. Bunu da biliyorum canım.
Her neyse canım. Ben elimden geldiği kadarıyla kendime dikkat ediyorum canım. Merak etme olur mu? Seni çok seven deli hocan. Büyük bir aşk ve sevgi ile kucaklıyor, öpüyorum… 07 Kasım 2007 Çarşamba 10:50:25  Ahmet KARA.

Selam canım;

Gökyüzünden yağan kar bembeyaz ve lekesizdir. Hiç üzerinde iz bulunmaz. İnanır mısın canım; sen o kartanesinden daha beyaz, temiz ve lekesizsin. Bu nedenle seni çok seviyorum. Sen bir tanesin ve bembeyaz kardan daha beyazsın canım.  Hani yağmur saflığı ile yere düşüp doğaya nasıl hayat veriyorsa; inan aşkım aynı saflıkta sen de benim yuvama düştün ve bana gerçekten bir yaşam bahşettin. O nedenle sen yağmurtanesinden daha saf ve bereketlisin canım. İnan seni nasıl anlatsam bilemiyorum. Çünkü seni anlatmak için sözcükler yetmiyor ve kifayetsiz canım.

Hani bakış vardır, bir de bakarsın ki o bakış bir ömre bedeldir. Ya senin bakışın varya aşkım, bir ömür değil dünyalara değer ve insanı uğrunda ölüme götürecek güzelliktedir. İşte senin o bakışın burada harika bir şekilde güler yüzünde görünüyor canım. 

Ve senin bu işven, bu bakışın, yüzündeki gamzen, ben buradayım sen neden hala ortalıkta yoksun dercesine bana bakışın var ya canım; korkma ben buradayım ve seninle beraber olmak için günleri iple çekiyorum. Senin mis gibi kokun burnumda burcu burcu tütüyor. Gözlerimi kapatır kapatmaz seni kucaklıyorum ve senin kokunu içime sindirmek için bütün gücümle seni incitmeden kucaklıyor ve sarıyorum aşkım. Seni çok özledim. Şuan nerelerdesin bilemiyorum ama, kokun yanımda duruyor hala. Hocan. 30.12.2007 Ahmet KARA

Sana öyle alıştım ki; bir ayın sonunda sıcaklığını hissetmenin en doğal hakkım olduğunu düşünüyordum. Neden Esmer güzelim, Neden beni üzmek için çalışıyorsun. Dün öyle bir vurgun yedim ki, inan hala kendime gelemedim. Evet suçum var. Kabahatim büyük. Seni çok üzdüm. Peki benim de her gün burada çaresizlikten nasıl ağladığımı bilir misin hiç? Kendimi zaten affedemiyorum. Ama bana söylediğini ben hak etmedim aşkım. Gece beni aramış olmana rağmen hala kendime gelemedim. Büyük bir hasret ile ben seni beklerken, Allahımmmmm… Keşke ölseydim, keşke yok olsaydım da… Ne yazık ki, mutluluk duymam suç! Sevmem suç! Sevdiğime sevgimi göstermem suç ve bana söylediğin o cümle hala kulaklarımda çınlıyor. İnan aşkım ölmek istiyorum. Sanırım ölümüm her şeyi çözecek. Ben bazı sözcüklere alışık değilim bir tanem. Olmam da mümkün değil.

Allah’a emanet ol bir tanem. Senin için bu canı feda etmek duyguların en iyi ve en güzeli olsa gerek. Bunun bir yakınma, acınma olmadığını bilmeni isterim. Çünkü bütün geceyi balkonda geçirdim. Sakin olmak için, sakinleşmek için ama hala içimde büyük bir fırtına var. Ben seninle 5 hafta konuşamamışım. Sana hasretim, sana bütün benliğimle bağlanmışım. Sen bana kızdığın için, beni kızdırmak ve kırmak için o cümleyi kullandın. İnan beni öldürseydin çok daha iyi olacaktı bir tanem. Biliyor musun seninle beni ancak ölüm ayıracak ve Allah’tan da tek isteğim sana kavuşamayacaksam ölümümle tanışmak olsun. Seni seven biricik Hocan. Ahmet KARA.

Gökyüzünün berraklığındaki saflıkta aşkım ile sana bağlandım. Ölüm şerbetini bana yudum yudum içirdin. Seni ölümüne seviyorum ve senin elinden ölüme uzanmak bana mutluluk verecek. Seni gerçekten seven ve sevmeye devam eden hocan. 18 eylül 2008 Ahmet KARA.

Günaydın canım. Hayırlı sabahlar. Yüzün güleç, gönlün hoş, ümitlerin daim olsun. Sevgi yürek ister, sevgi, cesaret ister. … İnan bunların hepsi de var bende. Yalnız sevgili candan destek ister, Sevgili hakaret değil güzel şeyler ister. Sevgili güven ister ama yüzüne karşı sevgilinin istemedikleri söylenmez ve güvenim sana yine de sonsuz. Öyle bir durumdayım ki, şuan senden farksızım bazı konularda. Şuan yine sağ bacağımı sürüyerek gidiyorum yollarda. Sıcak ortasında. Ama yine de şikayetim yok. Biraz anlayış bekliyorum sanırım. Her gün hakaret bana, güzel sözler başkasına olunca yıkılıyorum. Benim de insan olduğumu düşünmeni isterim. Bu arada gerçekten seni sevmemiş olsam ölüm durağına sensiz kesinlikle girmezdim. Seni ölümüne seven Hocan. 18 eylül 2008 Ahmet KARA.

Günaydın canım. Hayırlı sabahlar. Umarım gecen güzel geçmiştir. Akşam beni kahrettin aşkım. İnan hiç bir suçum olmadığı halde inan öyle bir kahrettin ki yemin ederim uykudan uyandığım o telefonda çok şaşırdım. Biliyor musun uzun süre kendime gelemedim. İnan seni öyle seviyorum ki aşkım. Değil senin yazdıklarına cevap vermemek, sadece seni seyretmek için bile ben bu canımı vermeye, feda etmeye hazırım. Bunu da biliyorsun. Ama akşam öyle söyledin ki canım, inan ben hala kendimde değilim. Bazen internette sorunlar oluyor. Bunu sende biliyorsun. Sana açıklamasını da yaptım. Bana sevinmek, mutlu olmak, mutluluğu tatmak…. oysaki dün o kadar mutlu olmuştum ki…. senin bana verdiğin manevi destek ve senin bana manevi yönden yıkılan dünyama sahip çıkarak yeniden yıkılmış bu bedenimi dirilttin ve ayağa kaldırdın. Ayağa kalkan bu beden dün tama başarıyı, mutluluğu seninle elde etmişken ve seninle bu mutluluğu tam kucaklamış ken sana selam vermemek, senin yazdıklarına cevap vermemek mümkün mü biricik aşkımmmm.

Şunu unutma aşkım; bu Ahmet Hocan, bu senin deli hocan, bu abdal Ahmet seni ölümüne seviyor ve sevecek. Sen bana bağırsan da, kızsan da, arada kahretsen de seni ömrüm vefa ettikçe seveceğim ve sen benim biricik aşkım olarak kalacaksın. Namusum ve şerefim üzerine yemin ederim ki bundan sonra bu yaşamıma başka bir kadın girmeyecek. Bir başkasına aşkım, sevgilim demeyecek. Ya ölümüm olur bu sevda ya da bu sevda senin ile beraber bundan sonraki yaşamımda mutluluğa götürür ikimizi de. Asla sensiz bir dünya düşünemiyorum. Düşünmeyeceğim de. Bu sevda bitmesin diye Allah’ıma yalvarıyorum. Bu sevda öyle bir durumda başladı ve öyle bir şekilde de devam ediyor ki, Allah’ımdan tek isteğim bu sevda da beni senden ayırmasın, Senin yokluğunla beni acıların içerisine gark etmesin.

Nasıl ki açlık ve susuzlukla baş başa bırakmasın diye dualar ediyorsak, inan sevgilim senin sevdan sonsuza dek seninle birlikte devam etsin. Yüce Allah’ım sensiz bir dünyada senin aşkın ile beni mecnun edip yollara düşürmesin. Yollarda bana abdal bir kul olarak aşkımı mecnun olmuş bir şekilde senin yokluğundan dolayı ağlatıp gezdirtmesin. Sen benim biricik sevgilim, biricik aşkım, biricik esmer güzelimsin. Kısacası aşkım Allah sensiz bir dünyada acılara gark etmesin beni. Sen bu dünyada yoksan ben de yok olayım canım. Seni çok seven deli hocan Ahmet. Biricik aşkım; seni büyük bir özlem, büyük bir hasret, en içten gelen , saf, katıksız sevgimle kucaklıyor ve öpüyorum. Günün güzel, yüzün güleç, umutların daim olsun sevgilim. Görüşmek üzere bir tanem. Öpüyorum.  20  nisan  2008 Ahmet KARA”

 

Oturduğu yerden kalktı Ahmet Bey. Acı bir gülümsemeyle; “ Hey gidi günler hey! Ne sevmişiz değil mi? Hani yirmisinden önce aşık olursanız ve ayrılırsanız güzelliklere konarsınız. Ancak 20 sinden sonra aşık olursanız kara toprak paklarmış. Aşağı yukarı tam tamına dört yıl olmuş. Hem de dolu dolu dört yıl geçmiş aradan. Param olmayınca bir sabah Allah’a ısmarladık demeden ortadan kayboldu. Sonra da bundan sonra bir araya gelemeyiz telefonu geldi. Sen kendine bir yol ve yön çiz, ben de kendime bir yol ve yön çizeceğim. Senin bana bin bir güçlük ve zorluklarla yollamış olduğun paraları ileride elime para geçer ve imkanım olunca göndereceğim. Ben de kendisine;

–      Nasıl göndereceksin? Adresim belli olacak mı?

–      Ben seni o gün gelsin mutlaka bulurum hocam. Sen hiç merak etme. Eğer bana bir durum olursa vasiyetim olacak, yakınlarım sözümü ve isteğimi yerine getirecekler, demişti.

 

Aslında sen bu yolladıklarının üzerine bir bardak soğuk su içiver hocam. Bundan böyle sana o gönderilerinin dönmesi mümkün değil diyemedi. Aslında aldatıldığımı anladım, anladım ama tavşan bayırı aşmıştı. Yüklü bir miktar para bulut olup gitti. Oysaki o paraları açlığına, aç kalma uğruna yollamıştı ve gerçekten de daha sonra şimdi oluğu gibi bir ekonomik krize o zaman girmişti. Çok sevdiği biricik eser güzeli yoktu artık. Arkadaşlarından, dostlarından borçlar almış, hatta b,r de tarla satmıştı sevgilisine para yollaya bilmek için, ama o sevgilisi bunları hiç düşünmeden paranın suyu çektiğini anladığından, cıs cıbılak bir şekilde ortada bırakmıştı Ahmet Beyi sevgilisi. Oysaki biricik esmer güzelini gerçekten çok sevmişti. Gönül gözüyle sevmişti Ahmet Bey biricik esmer güzelini. Ona olan aşkını, ona olan bağlılığını yukarıda okumuş olduğu satırlarda da gördü. Bu satırları biricik esmer güzeline o tarihlerde msn deki görüşmelerinde yazmıştı. Gönül gözüyle sevmek. Görmeden sevmek olur mu? Evet olmuştu. Ahmet Bey esmer güzelini hiç görmeden sevmeye başlamıştı ve gerçekten çok sevmişti. Bu terk edilişten sonra Ahmet Bey, artık tekrar bir aşka, sevdaya başlayabilir miydi, tekrar aşık olabiliri miydi? 

 

Ahmet Bey, çok saf, çok temiz kalpli, iyilik yapmasını seven ve herkesin yardımına koşmaya çalışan gerçek Allah’ın abdal kullarından biri. Birinin ihtiyacı olduğunu görsün, anlasın evindeki yiyeceği, elindeki parayı hemen verir ve ben nasıl olsa hallederim, derdi dostlarına.

 

Ahmet Bey, son zamanlarda yine sıkıntılı günler geçirmeye başladı. Ev kirasını yatıramıyor, elektirk, telefon ve su paralarını yatıramıyor ve ev sahibine karşı çok mahcup oluyordu. Ekonomik sıkıntı öyle had safhaya geldi ki, bu durumu da nasıl çözeceğini bilemiyor. Çünkü ekonomik kriz sadece Ahmet Beyi vurmamış, tanıdık dostlarının da sıkıntı yaşadıklarını görüyordu. Eskiden parasal yardım yapan, borç veren, hatta kredi kartını Ahmet Bey kullansın diye veren arkadaşı o eski iyi günlerinde değil, o arkadaşı da çok sıkışık duruma gelmişti. Kimin yanına gitse kimsenin ağzını ekonomik açıdan ağzını bıçak açmıyor. Şimdi kara kara düşünmeye devam ediyor Ahmet Bey.

 

Bilgisayarda winamp programını açtı. Biraz müzik dinleyerek rahatlamayı düşündü. Müzik başlayınca yine duygulandı Ahmet Bey. Gözleri nemlenmişti. Yavaşça ayağa kalktı. Balkona çıktı. Elindeki çay bardağından bir yudum içti. “ Altın hızma mülayim/ seni Haktan dileyim. Yaz günü temmuzda / sen terle ben sileyim…” türküsünü mırıldanmaya başladı. Üstelik winampta da aynı türkü çalıyordu. Kendisinden uzaklaşan, büyük aşk ile bir birlerini sevdiklerini söyleyen esmer güzelini düşünmeye başladı tekrar. Çünkü bu türküyü biricik esmer güzeli de çok çok severdi. Ahmet Bey’in bir de çok sevdiği “ Turnalara tutunda gel “ türküsü vardı ki, o türkünün Ahmet Bey’in yaşamında ayrı bir yeri vardı. Ahmet Bey balkondan İzmir’in çok meşhur olan, sözüm ona yatır var olduğu söylenen ama asla yatırın olmadığı, insanları o araya çekmek ve biraz da o bölgeyi manevi yönden tanıtımı ile İzmir Körfezinin seyir tepesi olmasına neden olan Susuz Dede’den Körfezi ve Karşıya ile Evka, Çiğli taraflarını seyre daldı. Bir taraftan çayından yudumlama yaparken, winamptan çıkan türkülere de mırıldanarak eşlik etmeye çalışıyordu Ahmet Bey…  

 

 

İzmir /  30.01.2012 –  22.15
Hüseyin DURMUŞ
Emekli Edebiyat Öğretmeni
Yazar Şair
Kafiye Dergisi sahibi
www.kafiye.net


Tarih 30 Oca 2012 Kategori: Hüseyin DURMUŞ

Biz Böyleyiz

Biz Böyleyiz

Merhaba sevgili dostlarım. Nasılsınız efendim? Umarım iyisinizdir. İzmir’de güneşli bir Pazar sabahında yeni güne başlarken siz dostlarımla sohbet etmek ise bir başka oluyor. Bu arada yaşamak, nefes almak, dünyada var olduğunuzu hissetmenin tadı ise bir başka oluyor. Çünkü siz dostlarımla sohbet etmenin ayrı bir tadı, ayrı bir zevki oluyor.

Peygamberimiz; “ İlim Çinde de olsa, alınız.” demiş. Halife Ali; “ Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.” demiş. Ne güzel değil mi efendim? İlmi, insanlığı öğrenmek için bizlerden fersah fersah uzak bile olsa onun peşinde koşup, öğrenmek, incelemek ve bilgi sahibi olmak gerekiyor. Biliyor musunuz dostlarım, bu düsturu bu çağda kaç kişi yapıyor acaba? Kaçımız bir şeyleri öğrenmek, araştırmak ve gerçeğini kaynağından öğrenmek için çalışıyoruz? Kaçımız bize bir şeyleri söylerken o bilginin doğru olup olmadığını, bize zararı var mı yok mu diyerek araştırıyoruz?
Son zamanlarda Türk diline yönelik öyle olumsuzluklar olmaya başladı ki; dilin inceliklerini, özelliklerini, yapısını öğrenmeden veryansın yazmalar; hem dilimizi, hem de dilimizin yozlaşmasına, olumsuz olarak bozulmasına neden olmaktadır. Hani ilmi araştıracağız, hani bir harf için yıllarca kölelik yapacağız düşünceleri? Efendim şimdi teknoloji çağındayız. Fazla uzaklara gitmeyelim. Bir tuşa dokunduk mu bütün bilgiler önümüzde. Sen hangi çağda yaşıyorsun ki bu teknolojiyi görmemezlikten geliyorsun diye de düşünebilirsiniz. Görmemezlikten gelmiyorum sevgili doslarım. Hem bende bu teknolojiyi elimden geldiği kadarıyla kullanmaya çalışıyorum. Ancak hata yapmadan, öğrenerek, uygulamasını yaparak, bizzat içinde doğrularını ayırmaya çalışarak bilgi çağından yararlanmaya çalışıyorum.

Sevgili dostlarım. Biliyorsunuz ki; dil, canlı bir varlıktır. Yaşayan ve canlı bir varlık olan dilimize müdahale söz konusu olamaz. Ancak son zamanlarda dilimizdeki sözcüklere dışarıdan müdahale başlamıştır kısacası. Dilimizde var olan sözcüklerin Türkçe sözcük olarak kullanımına çalışılıyor. Ancak bu çalışma yapılırken Arapça ve Farsça olan sözcükler üzerinde olup; İngilizce, Almanca, Fransızca’dan dilimize giren sözcüklere dokunulmamakta ve dahası bunların çoğalmasına göz yummadan dilimizde sadeleştirme çalışmaları yapılmaktadır. Hani “ Elifi görse mertek sanır.” tabiri vardır. Yüz yıllardır dilimize yerleşen Farsça, Arapça sözcükleri dilimizden ayıklamaya çalışmak, ancak diğer yabancı sözcükleri ayıklamadığımız gibi dilimizde kullanım alanında daha da geniş bir şekilde kullanıma açmak, bazı dillere ve sözcüklere haksızlık oluyor. Ben buna dilde ayrımcılık, dilde çifte standart ve dilde bazı inanç ve sözcüklere karşı intikam almaktır diyorum. Ama bunu kime anlatacaksınız? Anlatmaya kalktığınızda bir kılıf, bir bahane, bir sığınacak liman aramaya hemen başlarlar. Efendim şimdi teknoloji çağındayız. Bu teknolojiye de bu dillere sahip olan ülkelerin dillerindeki sözcükleri ister istemez kullanacağız. Peki dilimize inanç yönüyle giren sözcükleri bu durumda neden kabullenmemek için çalışıyoruz? Kaldı ki, Arapça bugün dünya dilleri arasında yer alıyor. Bunun nedeni de petrole dayalı ticaret nedeniyle. Muslukların bir kapanması ki; Arap ülkeleri bu muslukları bir saatliğine kapatıyoruz demesi, dünya ekonomisini allak bullak ediveriyor. Dünyada ekonomik kriz patlayıveriyor. Ama bizde öyle mi? Bir defa bazı sözcükler Arapça ve Farsça olunca o zaman ekonomik kriz göze alınır ve değiştirilmek için çalışılır. Son zamanlarda Farsça dili de dünya dilleri arasında yerini almış bulunmakta.

Sevgili dostlarım. Son zamanlarda dilimizde oluşan bu yozlaşmayı, dışarıdan müdahaleyi ne yazık ki yazılarımızda da görmeye başladık. Okumayı, araştırmayı sevmiyor olabiliriz. Araştırmak belki görevimiz değil. Ancak bir konuda yazı yazıyorsak, işte o zaman hem araştıracağız, hem bakacağız, hem de bazı bilgi noksanlığımız varsa onu da araştırıp doğrusu ile pekiştireceğiz. Bilgilerimizi, bilgilendirmemizi doğru bir şekilde yapacağız. Son zamanlarda yazımlarda büyük yozlaşma başlamıştır. Neler yok, neler yok ki değerli dostlarım. Kısaca bazılarını aktarmaya çalışacağım.
1- Yazım kurallarını oluşturan noktalama işaretleri şiir ve düz yazılarda kaldırılmış bulunmaktadır. Bazı şair ve yazarlarımız şiir serbestliği, duyguyu istediğimiz gibi yansıtmayı ve aynı zamanda da yazdığımız şiirde noktalama işaretlerini kullanmadan da duygularımızı anlatabiliriz. Tüm yorumu ve duygulanmayı okuyucuya bırakıyoruz. Okuyucu bunu rahatlıkla anlar ve kesinlikle zorlanmaz.
2- Düz yazılarda, yazılımlarda da, şiirlerde harflerin yazımında da bir sürü çelişkiler ortaya çıkmıştır. Şiirde ve düz yazılarda yazım kuralları gereği büyük harf ve küçük harf kuralı uygulanması gerekirken ne yazık ki yazan şair ve kişiler bu kuralıda çiğnemeye başlamışlardır. Bu durum ise dilimize büyük bir zarar vermektedir. Bu çelişki ve olumsuzluklar aynı zamanda kuşaklar arası kopukluğa, anlaşmazlıklara doğru gitmektedir. İnanın bu durum büyük bir kargaşayı ve huzursuzlukları da yanında getiriyor değerli dostlarım. Benim kanaatim noktalama işaretlerine uymak zorundayız. Özel isimlerde ve kullanılması gereken yerlerde büyük harf, küçük harf kuralına da bir an önce sahip çıkmalıyız. Aksi halde dilimizde büyük bir kargaşa başlamış durumda olacak ve bunun önüne geçilmesi de zor olacaktır.
3- Günlük konuşmalarımızda, yazılarımızın bazılarında ve günlük mesajlaşmalarımızda sesli harfler de ortadan kalkmaya başladı. Belki bu kısaltmalar güzel görünüyor olabilir, ancak büyük bir sakıncayı da yanında getiryor dilimize. Şuan yetişmekte olan genç kuşağımız bilhassa bu kısaltmaları yapmaktadır. Bunun da önüne geçmemiz gerekmektedir. İnanın genç kuşak, geleceğimizin genç nesli dediğimiz kuşak, bu kargaşalar içerisinde dejenere olmaya devam edecektir.
4- Şiir ve düz yazılarında son zamanlarda yanlış yazılımlar, sözcüklerin yanlış anlatımı, sözcüklerdeki noksan yazımlar da alabildiğince artmıştır. Yazanlara bu konuda bir uyarı ve ya eleştiri getirdiğimiz de ise çok sert bir karşılık alıyoruz. Sanki yazılanları ben yapıyormuşum gibi “Zeytinya gibi su üstüne çıkmak.” tabiri gibi kendilerini hemen savunmaya geçiyorlar. Savundukları; “ Efendim, bizler yaşını başını almış kişileriz. Bundan sonra bir de noktalama işaretleriyle, yazım kurallarını öğrenmekle mi geçireceğiz? Sen hangi çağdasın be kardeşim? Bundan sonra biz bunları öğrenmek için çalışamayız. Bizi eleştireceğine sen kendine bak. Kendin nasıl yazıyorsun, kendin nasıl uyguluyorsan mesele yok! Bize karışma ve bizi bu konuda da eleştirmek sana düşmez.” diyerek, kendilerini savunmaya geçmektedir.

Değerli dostlarım. Ne yazık ki biz hep böyleyiz. Eleştiririz ama eleştirildiğimizde hemen isyana kalkarız. Eleştiren kişiye ağzımıza geleni söyleriz. Asla şunu düşünmeyiz: “ Bu kişinin haklı yönü olabilir, o halde bir düzenleme konusunda neler yapabilirim, neleri ne şekilde değiştirebilirim? Ben bazı duygu ve düşüncelerimi anlatmaya kalktığıma göre, beni okuyanların da doğruyu, güzeli ve duygulara yapılan bu seslenişi belki en güzeliyle yapamıyor olabilirim. Ancak bunu elimden geldiği kadarıyla güzelleştirmeye çalışayım.” diyerek, doğruya doğru gitme çabası göstermeyiz. Üstüne üstlük haklı çıkmak için elimizden geleni yaparız.

Değerli dostlarım, hata yapıyorsak ve bu hatlarımızdan dolayı bir eleştiri aldıysak, bu eleştiriyi değerlendirmek zorundayız. Biz hep olumsuzluklarda kalamayız, biz hep böyle olamayız. Noktalama işaretlerinde, büyük harf küçük harf ve özel isim kurallarına uyulması gerekiyorsa uyacağız. Uyarıya olumsuz cevap vermeyeceğiz. Kurallara sahip çıkmalıyız. Sonra çocuklarımızla aramız açılırsa sebebini başkalarında aramayacağız. Çünkü insanoğlu hata yapmaya her zaman için müsaittir. Önemli olan hatayı en aza indirmektir. Kuşaklar arası uçurum yaratmak istemiyorsak, kısa zamanda noktalama işaretlerini, yazım kurallarını öğrenmek zorundayız. Fransızcada; aksan tegü, aksan grav, aksansirkon(şapka-çeker)fleks işaretleri vardır. İngilizcede, Almancada, İtalyancada, İspanyolcada, Arapçada, Farsçada, Çince ve Japoncada da çeker işretleri var. Bu dilleri konuşan uluslar kurallara uyacak, kaldırmayacak ve bu kurallar doğrultusunda yazıların çıkmasını isteyecek. Bu durumda onlar suç işlememiş olacak. Türk diline ve Türkçenin yazım kurallarına göre olmasını isteyen kişiler suç işlenmiş olacak. Kusura bakmayın ama ben buna çifte standartlık diyorum. Ben bu durumu kabullenemem. Bahane bile kabul edemem. Bahanelere sığınanlar yazılarını bahane ederken, diğer işleri yaparken neden yaşlarını bahane etmezler? Bu arada şunu da belirtmek isterim ki; tekrar Arapça ve farsça sözcüklerin kullanımına dönelim. Asla sevgili dostlarım. Böyle bir düşünce ve niyetim de yok. İsteyenlerin karşısına da çıkarım. Ancak dilimizde var olan, günlük yaşamımıza giren sözcüklerin yaşayan dilimiz içerisinde kalmasını ve yeni oluşacak buluş ve icatlarda yeni sözcüklerin oluşmasını ve kullanılmasını isterim.

Değerli dostlarım. Bu pazar sabahında siz dostlarımla güzel bir sohbet ettiğime inanıyorum. İşte biz böyleyiz dostlarım. Hadi bu pazar sabahından sonra; biz böyleyiz, biraz değiştirelim. Hep ben olayından çıkalım ve biz olmaya çalışalım. Uyarıla kızmadan, hoş görü içerisinde karşılık verelim. Öğrenilmesi gerekiyorsa öğrenelim, araştırılması gerekiyorsa araştıralım. Ne kaybederiz? Öğrenelim, doğrusunu ve gerçeğini öğrenelim ve doğrusunu kullanarak yazılarımızı yazalım. Şu Türkçemize, şu dilimize sahip çıkalım. Dilimizi kaybettikten sonra iki elimiz arasına başımızı alıp; “Ben ne yaptım, ben nerede yanlış yaptım?” diyerek ağlamayalım.
Sağlıcakla kalın efendim. Yüzünüz güleç, gönlünüz hoş, umutlarınız daim, gülücüklerinizde yanaklarınızda oluşan gamzeler eksik olmasın. Yarınınız bu günden daha güzel olsun. Sağlıklı ve bol kazançlı günlerin sizlerin olmasını dilerim.

Saygılarımla.

İzmir/29.01.2012
Hüseyin DURMUŞ
Emekli Edebiyat Öğretmeni
Şair Yazar
Kafiye Dergisi Sahibi


Tarih 25 Oca 2012 Kategori: Çiğdem URAL

SAÇAKLI MANTIK

  SAÇAKLI MANTIK

’Ne yukarıda gökte,ne aşağıda yerde,ne de yerin altında suda bulunanın resmini yapma,onlara tapma ve hizmet etme.Çünkü ben,senin efendin ve tanrın,kıskanç bir tanrıyım’’(Çıkış 20,4).

Annem de Tevrat’ın Tanrısı gibi kıskanç fakat bir o kadar da seven bir eş oldu her zaman babama karşı.Çocukken hatırlarım,babam eve her zamanki saatinde gelmedi mi annem bir pencereden diğer pencereye gider babam gelene kadar dışarıya bakardı.O endişe ile karışık kızgınlığını dağıtmak için ben kendimce sorularımla espiri yapmaya çalışırdım.’’Gözlerinle mi getireceksin?Bakmazsan gelmeyecek mi?’’Onun ise aklında iki soru olurdu.’’Başına bir şey mi geldi?Acaba bir yerde arkadaşlarıyla kafalararı mı çekiyor?

Anneme  ilkokul öğretmeni, sol eliyle yazdıkça parmaklarına vura vura sağ elini yazmaya alıştırmış bir güzide eğitimci olarak öğretmenleri iki elini de kullandırtma başarısını yakalatmış fakat düşüncede ‘’ikisinden biridir seç birini’’ mantığını yerleştirmiş beyinlerine.

Hatırlıyorum toplum öyleydi aslında…

Sağdaki mi?Soldaki mi?O zaman ya mutludur yada mutsuz!Sevmiyorsa aldatıyor kesin!Gece değil miydi?Gündüzdür.Benim şablonum senin şablonundan daha acıdır.O zaman hayat da biberdir!

Yıllar sonra Gazi’de okumaya başladığımda ise hocalarımızdan da sıkça duyduğum cümlelerin başında ‘’açık-koyu çizgi yada leke çalışırken orta değerleri unutmayın,geçişleri atlamayın,siyah ile beyaz arasında tahmininizden daha çok gri vardır’’dı.O zaman daha hem kalemimle hem boyalarımla griler yakalamaya çalışırken aslında bunun bir yaşam biçimi olduğunu anlayamıyordum.Daha Sanat Tarihi dersine girmemiştim.Ne İlkokulda,ne ortaokulda ne de lise de  böyle bir dersim olmamıştı.Anadolu Medeniyetlerinden,Dünya Medeniyetlerinden haberdar olmadığım gibi ören yerlerini de gezmemiştim.En basiti Anadolu’nun kilimlerinden,kadınların yazmalarındaki renklerden,el yazması kitaplardaki resimlerden,medreselerin duvarlarındaki taş rölyeflerden,hayat ağacından,cama boyanan şahmaranlardan,kök boya ile dokunan halılardan haberdar olmadığım gibi daha sayamayacağım kadar zengin sanattan yoksun yaşantım grilere yer açmakta zorlandı.Hele bir de renkli griler var ki tadından yenilmez!Öğrenciyken bir bir öğrendiklerimiz,keşfettiklerimiz bizi heyecanladırıyordu.Resim yapmak,fotograf çekmek bir yaşam biçimiydi ve biçim şablon oluşturmuyordu.Özgürdünüz…Alabildiğine özgür…Yaratıcılık,üretkenlik ancak böyle bir zeminde oluşurdu zaten.Yalpalamadık mı?Hem de nasıl!Yıllarca bize nasıl davranacağımız nasıl öğreneceğimiz dikte edilirken sanat ortamında kendimizi bulmak kolay değildi ama dünyanın da en güzel şeyiydi.Özgür bir ortamda insanın kendini ifade etmesi ve kişiliğinin örselenmeden gelişmesi!Hayata bir çok açıdan bakabilmek,alternatifler üretebilmek,farklı birşeyleri de ortaya koyabilmek…Bu da insanın kendine ve sanata da yapacağı yatırım tabii ki.Birey olarak da toplum olarak da son yıllarda sanat faaliyetleri artıyor görünmesine rağmen ziyadesiyle grilere hem de renkli grilere ihtiyacımız var.Şiddetli pembe artık her yerde çok aldatıcı göz kırpıyor.

18 Kasım 2011 Cuma
Çiğdem Bay Ural 
www.kafiye.net


Tarih 25 Oca 2012 Kategori: Çiğdem URAL

MUSTAFA BEY ve AİLESİ

MUSTAFA BEY ve AİLESİ

Şimdi de Mustafa Cevahir’i sahneye davet ediyoruz.İşte sayın seyirciler adamımız geliyor. Nasıl da kendinden emin?Kırlaşmış saçlarına bakmayın siz!Yıllar onu olgunlaştırmış sadece.Çooook şık giyinmiş ,hangi modacıdan yardım aldı acaba?

-Hımm bu kadar zenginlik göz kamaştırıyor Mustafa Bey!Daha bir kaç güne kadar çok sade bir yaşamın içerisindeydiniz.Ve bir şey buldunuz!Evvveeet! Sayın seyirciler; bulduğu şey onun ve ailesinin hayatını nasıl değiştirdi?Heyecanlanmakta çok haklısınız.Azzz sonra tüm sorularımıza cevap bulacağız.Ama önce reklamlar…

Kahvede çayını yudumlarken sabaha karşı gördüğü rüyayı düşünüyordu. Çaktırmamaya çalışsa da Musatafa Bey bıyıkaltından gülüyordu işte…Televizyona da çıkar mıydı acaba?Neden olmasın diye düşünürken elini cebine götürüp onun ve ailesinin hayatını değiştirecek olan şeyi şöyle bi yokladı.Zengin olacaktı.Ne zaman?Azzz sonra!

                                                                ******

-Ne diyeceğimi bilemiyorum.

-De bişey.Çok fazla düşününce böyle oluyo işte. Arpacık kumrusu gibi düşünüp durur sonrada  ‘’ne diyecemi bilemiyom’’dersin. Bak ben sana deyom işte! Hepsi o fabrikadaaaaannnn!Hem bugün öbür karılada anlatıyoladı. Geçen akşam Hatçe’nin kocası yatmadan balkona çıkmış,ay vaadı gökyüzü aydınlıktı ya… Bakmış deniz tarafından bi kara bulut ama ne bulut…Gelmiş gelmiş zeytinliklerin üzerine…ama değelmiş bulut mulut değeldi demiş Hatçe’ye.Kocası.

Esma yine saçlarının uçlarındaki kırıklarla uğraşmaya başlamıştı.O sırada bu işi büyük bir ciddiyetle yapıyordu fakat yakında da gideceği bir yer varsa o da göz doktoru olsa gerekti.Şaşı bakmaktan ağrımış gözlerini bu sefer bacaklarındaki tüylere kaydırdı.Şimdi de onları koparmaya çalıştı.Ama ıııhhh olmadı.Yüzüne bir gülümseme yayıldı.İnce, zayıf tüyleri fakat kalın gür saçlar… Herkeste yoktu,göz rengi de öyle…Neler duymadı gözlerinin rengi için… O yüzünün güzelliğinden gözlerinin ortaya çıktığını biliyordu.Sanki bir tek onda mı vardı ela rengi?

-Bulut değelmiş diyom.Esma….

-Kız sen beni dinle miyon mu? Sankim burda değelde Paris’de doğdun! Anlamıyomuş bilmiyomuş gibi ne yaparsın ? O kadar da dışalarda okuyon boşamış! Sen çocukken böyle miydi buralaaa? Ahhh ahhh bide benim çocukluğumu sor! Sor da dut yemiş bülbüle dön. Zati öylesin yaa!

‘’Kolay mıydı?Hem güzel olacaksın hem okuyacaksın…Tabii aptal hiç olmayacaksın!Kimselere de demeyeceksin ben çok akıllıyım diye.’’Bu memleket öyle akıllılı insanı sevmez hele kadınsan hiç sevmez!Çok konuşanı gerçi ben de sevmem.Mesela oturduğu yerden çok şey biliyormuş gibi konuşan annem, nasıl da içimi bayıyor!’’

‘’Allahım gene abuk sabuk düşünmeye başladım,ben ne fena bir insan oldum.İçime şeytan girmiş sanki…İnsan annesi için böyle mi düşünür?İyi de geçen gün kızlar neler anlatıyorlardı.Oooooo!Milletin arkasından iş çevirip cici kız rolü yapıyorlardı ya!Ben zemzemle yıkanmışım onlara göre.Aslında biraz ders almakta da fayda var.Düz akıl kimin ne işine yarıyordu ki bu devirde?Yoksa her devir öyle miydi? Shakespeare boşuna mı yazmıştı o oyunları?Shakespeare Türk mü kızım ne alaka?Bize ne ondan!

-Hıııhhh!

-Ne?Hııhhh ne? Kızzz! Madem dinlemecen kalk bana yardım et o zaman.İş yap azcık!

-Amaaannn anneeee! Konuş konuş bıkmıyor musun?Hem de hep aynı konular.Yıllardır gidip geliyorum şuraya ve dinlediğim aynı…dön dolaş fabrika ve kasabaya verdiği zararlar.Bitti.

-Kızım,fabrika mabrika…Nalet olsun böyle kuranlara da!Düşündükçe sinirleniyom.Ver bakem ordan bana süzgeci!Aysel Hanım kendinden emin sesiyle balkondan seslendi.

Domatesin kaynamaktan artık kokusunun da değiştiği salça kıvamına geldiği o andı ve annesi

İşi biliyordu.Bilmediği de bişey olsa diye düşündü.Ondan mı çatışıp duruyorlardı acaba?

-Ne diye uğraşıp duruyorsun ki?Hazır al gitsin.

-Televizyonlada söyleyip duruyo!Hiç seyretmiyon mu?Katkılı gıdalaa diye!

                                                                ******

Esma annesine tersine tersine konuşur fakat neredeyse her defasında da karşısında annesi dimdik dururdu.Akıl yarıştırır gibi konuşmayı seviyorlardı.Kim haklı oyunu oynanıyordu sanki.Annesi pek şikayetçi olmasa da Esma çok üzerine geldi mi ya susar yada keskin bir manevrayla konuyu değiştirirdi.İkisi de inatçıydı ama biri göğüs göğüse çarpışmayı severken diğeri kadın olmanın kıvraklığını iyi kullanırdı.Kurtla kuzunun bitmez oyunu.Aysel Hanım ne yapar eder karşısındakini sinirlendirmeyi başarır, sonra…sonra da değişik atraksiyonlar yaşanabilirdi,konusuna göre,gününe göre,kişisine de göre  tabii.Gelin görün ki aile dışında çok sempatikti anne hanım.Belki de mesafeli davrandığı için olsa gerek bu hal ama evde karışmadığı kimse karışmadığı konu yoktu.E anaydı canım o.Bunca yıldır evi çekip çeviren üç kuruşu biraraya getirip kocasını mal mülk sahibi eden,çocuklarını okutan…Yorgun değilim dese de senelerin birikimi karakterinde deformasyona yol açmıştı bir kere.Sert ve kestirmeden konuşuverirdi. Ve belki de… yok yok belki değil kesinlikle ev halkını sinirlendirmesi de bu yüzdendi.

Esma çekmeceden süzgeci aceleyle çıkarıp annesine verirken şöyle bir içeriye de göz gezdirdi.Mutfak eşyalarıyla dolaplarıyla modern ve tertemizdi.Ancak yapılan salçaların kokusu reçellerin rahiyası,kaynayan aşureler ona eski zamanların tel dolaplı,raflarda tabakların durduğu mutfakları çağrıştırıyordu.Bu tadlar,bu kokular plastiklere hapsolmamalıydı.Lakin avam ailelerde özellikle zuhur eden yeniye aşırı istek onlarda da her dem yerini korumuş ve her ellerine geçen para ile eşyalarını yenilemişlerdi.Tabii aldıkları da fabrika yapımı zevksiz kendi bütçelerine uygun eşyalar olunca eski mutfaklarının yeni versiyonlarını bile görmek istememelerini büyük kızları Demet  bilgiç tavrıyla çözümleyivermişti..Diyordu ki;’’Geçmişte o eşyaları kullanırken fakirdiniz,şimdi ne kadar pahalı bile olsa,kaliteli bile desek geriye dönüş gibi geliyor o  eşyalara benzer olanları kullanmak’’ Doğru olduğunu biliyorlardı içten içe ama yine de o günlere geri dönmeyi akıllarına getirmek istemediklerinden konu kendiliğinden değişiyordu.Mutsuzluk muydu acaba o günleri istememek yoksa yorgunluklar mıydı? Ya da yorgunluklar mutsuzlukları mı yaratmıştı?

 -E her şeyi kendin yapamadıktan sonra…

-Neden?

-Ne neden?

-Sebze yiyoz,et kıyma desen öyle sayılıdır,al işte salçadır, reçeldir, eriştedir, tarhanadır kendim yapıyom.Yağımız kendi mahsülümüz…Yetmedi mi baban burdan alıyo şeyden…yeni açıldı Annanenlerin bağın ordan ilerde…eski usülde yağ sıkıyo ama çok faydalıymış o şekilde olunca.

-Amaaaaannn!Kendin diyorsun, bu Asit borik fabrikası kuruldu kurulalı ne toprak aynı toprak ne hayvan aynı hayvan…Sonrada dönüp kendin yapıyorsun buradan çıkanlarla,oturup afiyetle de yememizi mi istiyorsun.

-Buradan çıkan mı?Artık burada hiiiççç bişey yetişmez oldu.Bi varsa yoksa zeytin…O da baksan da yapıyo bakmasan da.Olan da para etmiyo…Artık arada pek fark kalmadı amaaaa millet de tembelleşti canım.Benim babamın zamanında bizzzz, susam bile yetiştiriidik .Ne mısırla olurdu sona…Bi kazan dolusu kaynatırdık da komşulara daatırdık yaaaa…O dut ağaçları,o güzelim meyvele,ahh ahhh!Bolluk bereket vaadı.Hem herkesin hayvanları vaadı da.Sabahları çoban götürüüdü otlatmaya…O canım sütleeden ne yoğutlaa,ne tatlılaa…Şimdi oluyo mu?

-Annanemlerin evindeki ipekböceklerini hatırladım!Ne kadar enteresan gelirdi bana.Siyah siyah tanecikler böcek oluyor sonrada kendilerini beyaz evciklerine hapsediyorlar.Bir de o yaprakları yemeleri hep bir ağızdan;hışır hışır hışır…Çok heyecan vericiydi.Gerçekten güzel günlerdi.

-E hala ne diye bu fabrikayı koruyosun? Haaa? Ne diye?

‘’Haahh! Kızı da kendi ağzıyla yakalanmıştı.’’Gerçekten güzel günler’’demişti.Bugünler o günlere benziyor muydu?Şimdi herşeyi okuyabiliyor eğrisi doğrusu neymiş televizyonlardan öğrenebiliyorlardı.Basbas bağırıyorlardı işte bilgini alimi…Bu iklim değişiklikleri neden oluyordu sanki?Ne zaman kış ne zaman bahar anlayana aşkolsun.’’

-Anne kaç üniversite bitirdin? Seni gören duyan da diyecek mastırını sanayileşme üzerine yaptı.Hem düşünmeden, bilmeden atıyorsun bol keseden.Ne yani sanayi hiç mi olmayacak?Hem bu fabrika çok önemli bir madeni işliyor.Ve de ayrıca maden insanoğluyla bugüne kadar hep varolmuş.Maden ile gelişiyoruz.Şu topraklarda ne çok maden var?Onlarla neler yapılıyor biliyor musun haa?Milli servet milliiii!!Haberin yok birşeyden,sırf kendi isteklerin için keyfi konuşuyorsun!Ayy sen Uzun Hasan kim onu da bilmezsin.

-Aman aman!Sen biliyon ya!.İyi bari boşa gitmiyomuşun okula.Ben de bu kıza bu kadan parala gönderiyoz ,napıyo oralada diye düşünüp dururdum boşaymış.Kız laf mı şimdi senin ki!Madeni işliyecekle diye biz ektiğimizden biçtiğimizden mahsül alamıycaz mı?Sapır sapır dökülcez mi?Git allasen cahil cahil konuşuyon.

-Benim de sana tavsiyem biraz global bakman konuya.Dünya ileriye gidecek geriye değil herhalde.Bıraksak seni tahta kaşığınla yersin yemeklerini.Neden?Aysel Hanım madenlerin doğaya zarar verdiğine karar verdi…Ama ağaçları keselim tahta kaşığın için.Anacığım herşeyin bir bedeli olacak.Fakat bu dünyanın sorunu şu an.O madenlerde de çalışanları bir düşün.Ne zorluklarla ne şartlarda çalışıyorlar.

-Sen de beni anlayışsız,bilgisiz,cahil yaptın iyice.

-Sen de kalp kır terso konuşmalarınla.

-He sen bana bööle kürek gibi dilinle hava at.Laf canbazlığı yap anca.Gulobal-mulobal…

-Sen anlamadıysan ben ne yapabilirim?Anlatıyoruz işte!

Anne-kız hararetli konuşmalara dalmış kim ne kadar haklı ve akıllı yarışına girmişken kapının açıldığını duyamamışlardı.

-Sen nerden çıktın?

-Anamdan.Tövbe estağfulluh!Kız saatten haberin yok mu?Öğlen oldu.Acıktım.Hadi bana bir şeyler verin.Yiyip gidicem.

-Nereye gidicen?

-İşim varrr.

-Ne işin va?

-Bi iş işte…Önemli olsa söylerim.Emekli adamın ne işi olabilir ki zaten?

-Sölesene ülen!Lafı azından kerpetenle mi alcez?Esma dolaptan çıkar bakem  fasulyeyi!

-Isıtsın mı biraz?

-Getir kızım getir.Soğuk çıkar tadı bunun.Zeytinyağlı soğuk yenir.

-Ama senin de miden hassas sonra neler oluyo biliyon.Ne işin vaa onu söyle bakem.Kızım sen de ısıt onu!

‘’Aptal oldum şurda iki dakikada.Isıt-ısıtma.Aysel Hanımın günleriyle geçiyor zaman!Tatil bana haram!’’Millet nerelerde geziyor kim bilir? Ya ben?Peynir gibiyim şu halime bak.’’

Şöyle güzel bir mekan bulsa kumu güzel olan,saatlerce yatardı.Bir yerde duymuştu zeytinyağı sürersen çok güzel bronzlaşıyormuşsun.Ama güneşi de kaçırmamak lazım…

Esma ocağın başında suratını ekşitmiş bir taraftan da kollarına bacaklarına göz gezdiriyordu.

-Malak gibi güneşin alnı kabağında yat da kansere davetiye çıkar sonra!

‘’Yok yok!Annemin içine esas şeytan girmiş.Nerden anladı bu kadın benim şimdi ne düşündüğümü?Şu gözlere bak,nasıl da bilmiş bilmiş bakıyor.Kaç yaşına geldi yaşlanacağına kadın gitgide gençleşiyor.Sonradan oldu ama tam oldu, çok bilinçlendi canım.Sabah sporları,diyetler,şu ot şuna faydalı,bu meyvenin çekirdeği…Babamı da maymun etti ya!Helal olsun.Aslında tipimi anneme benzeten çok ama…Yok yok!Nerdeee bende ondaki azim?’’

-Halanın yazlığına git işte!Hem arkadaşlık edersin,hem de deniz,güneş,kum…Daa ne isteesin.

Oraların denizi çok kötü,ben girmem orada denize!

-Yanii!

-Ne yanisi?

-Yahni yahni…Sana şöyle bir oğlak eti alayımda yap da yiyeyim bi yahni.

-Aklın fikrin gırtlakta.Yok sana yahni mahni.Bak doktorla ne diyo?

-Ne diyo?Yahni yeme Mustafa mı diyo?

Sen geç dalganı geeeççç Mustafa Bey!Ben olmasam he heeeyyy çoktan dikmiştin nallları.

Valla kaşıkla veriyon ama kepçeynende alıyon  yaa!Ne diyem Allah razı olsun senden.İyi bakıyon amma bende sana parayı kazanıp eline saymıyom mu?Nankörsün nankör.

Tam o sırada kapı gürültülü bir şekilde açılıp kapandı.Gelen Demet’di.Karşısındakine daha ilk görüşte ‘’ senden daha sabırlıyım,sinirlerini yıpratırım, benimle sakın uğraşma’’ mesajları veren bakışlarıyla  kendine güvenen uzun bacaklarının attığı adımlar,aileden miras güzel surata sağlı sollu yerleşmiş badem biçimli rengi gerçekten de değişik mana dolu gözlerlerle kendi cinsinde rekabet duygusu da yaratsa o yarışa hiç girmedi.Bilgiye olan hayranlığından çocukluğundan bu yana mantıklı davranışlarıyla kendini ortaya koymaya çalışmış ilkesi ise kafasında hep ışıklarla yanıp sönen bir terim üzerineydi;DENGE! DENGE! DENGE!Her yerde kıvamı tutturmaya çalışırken kendinden robot yarattığının farkında olamadı.Robo-Demet etrafta aklı başında açıklamalar yaparken düzenli hayatına da sokamadığı kimseyle ailesiyle yaşıyor ve orada bulduğu işte çalışıyordu.Aile memnun,Demet memnun mu?Sormamıştı ki?Gıda Mühendisiydi ve tavuk çiftliklerinde iş çoktu ona.İşini seviyor muydu?Onu da sormamıştı tabii ki!

                                                                       ******

Yemekler yendi,işler bitirildi ve herkes bir yerlere dağılıverdi.Mustafa Bey konuyu gargaraya getirdim diye zaten sevinçliydi.Karısı ne yapar eder nereye gideceğini öğrenmeden peşini bırakmazdı.Yeni emekli olmuştu ve alışmaya çalışıyordu saatleri kendi ayarlamaya ama yıllardır işte akaryakıt deposunda o düzenli çalışma hayatı beynine o kadar yerleşmişti ki…Saat 12 mi başlıyordu midesi kazınmaya yerinde duramamaya.Ayakları eve doğru sanki kendiliğinden gidiyordu.Kaç gece uykuya direndi biraz geç yatıp geç kalkmak için.Yok olmadı illaki sabah aynı saatte uyanıyordu.Bi adam vardı adı neydi?düşündü biraz ama gelmedi aklına.Köpekle deney yapmıştı, köpek de şartlanmış aynı şeye,salyaları mı akıyordu ne?

-He sankim ben de köpek gibim töbe estafiğrullah!

‘’Sesli konuştum yine,bu aralaa kendi kendime konuşur oldum.Deliriyom galiba?Kavede de diyola zaten bu fabrikanın bacasından gaz salıyolamış.Millet gündüz gözü görmesin diye de gece yapıyolamış.Acaba o gazın delirtici özellii de mi vaa ne?Töbe töbe!Cahillerle bir düşünmeye başladım.Ne var ne yok fabrikadan biliyola.Ben onlan derdini de biliyom da!Kaldık bu cahillerin içinde.Teşke vaktiynen gitseydim yutdışına.Hollanda da çıkmıştı Almanya da.Çocukları da okuturduk orda,emekli de olsam kalırdım valla…Bok vaa sanki burda.Al işte!Havası suyu,topraaa…Bi neyim kalmadı.Verim kalmadı. Para yok,herkesler fakirleşti.Fakirleştikçe tembelleşti.Nasıı bi düzense…Nolcek ne bitcek çık işin içinden çıkabilirsen’’

Mustafa bey cebini içinde sıkı sıkıya tuttuğu şeyi bırakıp defalardır yaptığı hareketi tekrar etti.Kısa da olsa içi rahatlayacaktı cebi delik değildi.Hızlı hızlı otobüse doğru yürüdü. Biletini atarken kutuya hala kafası düşüncelerle doluydu.

                                                                  ******

 

Burası denizden yukarılara kurulmuştu vaktinde ve sahil daha çok zeytin bahçeleriyle çevrelenmişti.Deniz kültürü gelişmemişti kasabanın.Yeni yeni kıyı boyunca yazlık niyetine derme çatma binalar vardı fakat evler bakımlı,güzel olsa da çevresel şartları çok da iyi değildi. Yaz mevsimi kısa olurdu eskiden ‘’Ağustosun yarısı yaz yarısı kış’’ derlerdi,derlerdi de son yıllarda kurak geçen yazlar çok olmaya başlamıştı.Yine de turizm televizyonlara magazin programı olacak seviyeye gelemedi.

‘’Bizim maaş keyif yaptırmıyo ki,parayı bulan da buluyo ya!Nası beceriyosa.Millet kırılıyo fakirlikten’’Ama sen dur dur!Az kaldı milyoner olmaya.Yaşamak nasıl olurmuş göstericem dosta da…’’

 -Düşmana da!

-Bana mı dedin baba?

-Yok hayır,yani evet.Şey diyordum,annene iyi ki çaktırmadık.Bütün mahalleye yayardı artık.

-Annemin bir kişiye söylemesi yeter.

‘’Be adam sana ne oluyor?Düşünüp düşünüp de sesli konuşmak neyin nesi?Seni evdeki tefe koysun da gör!Götürmediği doktor kalmaz artık,hele çenesi…Tam  da zamanı şimdi!Acaba aşırı heyecandan mı?’’Tabii kimseye söylememişti.Bir tek Demet biliyordu ve biraz da aslında o yol göstermişti.Kızıma güveniyorum diye düşündü.

Dün her şeyi planladılar.Kızı işinden izin alacak ,evde birbirlerinden ayrı hareket edecekler aynı saatte otobüse bineceklerdi.Mustafa Bey dökülmekte olan saçlarını hızlı hızlı elleriyle tarayarak kendine çekidüzen vermeye çalışırken heyecanını bastırmaya çalışıyordu aslında.11 kilometre bu sefer çok uzun geldi.Aklı da vakit geçsin diye eskilere kaymaya başladı.Yürüyerek ve eşekle gidip geldikleri zamanı hatırladı. Az üzüm taşımamıştı bu yollarda!Bunca yılın yorgunluğunu artık paraları çıtır çıtır harcayarak atmak onun hakkıydı.Az kalmıştı mutlu sona az…

Sessizliğe son vermek için Demet bilindik konuyu açtı.

-Herkes de fabrikayı suçluyor.İşin doğrusunu merak bile etmeden,bilmeden neden suçlarlar anlamam.

Mustafa Bey hemen anlatmaya başladı kızına…

 İşin doğrusu vardı tabii;

Çok eski tarihlerden bu yana önemli bir ticaret ve liman kenti olan ilçe ve kasabada yıllar içerisinde bir gübre fabrikası,iki akaryakıt dolum tesisi kurulmuş haliyle denizi,havayı kirleten bir süreçte başlamıştı.70li yıllarda karikatürler siyasetin yansımasını aktarırken hep fabrikalar ve tüten bacaları gösterilirdi.Gelişmenin göstergesi tüten fabrika bacalarıydı.Ve yine hastane demezdiniz,seyehatte olmanız engel değil,bebek varmış ne olacak ki?Tüten sigara dumanları da keza fabrika bacaları gibiydi.Gel zaman git zaman gelişmişliğin göstergesi olarak kapalı yerlerde sigara içmeyi yasakladılar.Heyhat!Ters orantı devam etti.

Gübre fabrikası için ne çok eylem yapmışlardı.Bacasına filtre taksın diye…Bir ona söz geçiremediler.O da akşamları işine devam etti.

Fakat kasabanın sorumlu tuttuğu kara bulutların sahibi zannettiği,ürünleri bozan,denizleri kirleten,insanları delirten,herşeyin sebebi –bütün kötülüklerin anası malum fabrika…Sanırım en masum olan da o!E nedendir lanet ağacı olması?Merak etmez mi bi Allah’ın kulu?

Sebep İNTİKAM!

Kasaba erkeklerinin neredeyse yarısı burada teşvik-i mesaide bulunmuş yada bulunmaktadır.

Çalışıyordunuz,çalışıyordunuz ve yıllar gelip geçiyordu haliyle ve bir gün kartınızı basıp geçecekken turnikeden ‘’daarrrrttt’’ diye bir ses.Daha önceden anlattıkları da olmuştu ama siz hiç hazırlıklı değildiniz. Tıpkı ölüm gibi.Hiç sinyal vermemiş ki daha önce.Müjde!Nur topu gibi emekliliğiniz olmuştu.Geri dön arkanı dön ve dışarı çık istenmiyorsun artık.

Demet yine bilen tavrı ile anladığını da babasına göstermek istercesine konuyu özetledi;

-Anladığım kadarıyla,bu ani,şok emeklilik haberiyle o an işten ayrılmak ne kadar sarsıcıysa daha sonra onlarda ve yakınlarında fabrika ile ilgili yalan yanlış haber yapmak bir tür terapi sağlıyor.Suçluyu kendilerince cezalandırıp rahatlıyorlar.

-Aynen öyle kızım!Buraları bozulduysa fabrika mı sebep sanki?

Konuşa konuşa otobüsten indiler. Ve çok fazla yürümeden taksi dolmuşlardan birine bindiler.

                                                                   ******

O sırada Aysel Hanım altın gününde kalabalığın içerisinde hararetli bir konuşma yapmaktaydı.

-Hatçeciğim gulubal düşünmek lazım.Fabrika dediğin şey kimlere ekmek kapısı oluyo.Maaşla olmasa yandıydık hepimiz.Günahını alıyonuz valla!

-Gulubal ne Aysel?Sen gene kızlardan neler duydun?

-Okuyom ayol!Büyük düşünün diyom size.Bi de başka açıdan bakın olaya.

Kahkahalar,laf atmalar arasında çaylar içiliyor ev sahibinin yaptıkları da afiyetle mideye indiriliyordu.

Esma evde kalacağını söylemişti ve annesi gittiğinden beri de telefonda konuşuyordu.Bodrum’da yazlıkları olan arkadaşı ısrarla onu çağırıyordu.

-Canım çok teşekkürler.Hıımm!Evet.E sen gel!Gerçekten,vallahi harika buraları.Kızım denizi süper.Halamın yazlığına gideceğim ben de yarın.Tabii ben güneşlenmiyorum.Ayy yok!Çok tehlikeli artık güneş.Bak japonlara…Nasıl koruyorlar kendilerini?Bembeyaz porselen gibiler.Yaşlanmıyorlar tabii!Solaryum,kremler tehlike tehlike!

                                                                 ******

Gün Mustafa Bey’in penceresinden de devam etmekteydi.Heyecanı artmış,ağzı kurumuş,kulakları uğulduyor ve hiç bir şey düşünemez hale gelmişti ki daha ortada bir şey yoktu.Donuk gözlerle yetkiliye bakıp neden oraya geldiğini hatırlamaya çalıştı.Bir anda kalbi hızla atmaya başladı,avuç içleri de terlemişti.Hiç böyle olduğunu hatırlamıyordu.Şuracıkta ölecek hayalindeki paralara da kavuşamayacaktı.Cebindekini yavaşça çıkarıp masanın üzerine koydu ama bırakmadı öylece eli masanın üzerinde cebinden çıkardığını da kapatmış olarak duruyordu.Sanki bir hokkabazdı o an ve ‘’Abra kadabra’’ bile diyebilirdi.Yok yok!Şu eski Türk filmlerindeki vapur satıcısıydı şu an.

‘’Abilerim ablalarım şu elimde gördüğünüz şey…’’

-KUVARS

-Kuvars mı?Yok canım!Kuvars da neymiş?Bor madeni işte!Düpedüz bor…değil mi?Bulduğumdan beri araştırmadığım yer kalmadı.Gayet eminim de size onaylatmak için getirdim.

Bir avazda bunları dedi fakat sesi cümlenin sonuna geldiğinde titreye titreye kısıldı gitti.Hemen arkasından sinirleri sanki tavana sıçramışçasına kendisini gerdi..Sakinleşebilmek için derin bir nefes çekti ve zorlanarak kırmızı bir suratla dönüp kızına baktı.Bakışlarında ‘’sen konuş’’ diyordu.Duygu değişimleri o kadar hızlıydı ki.Bir anda olan gevşeme içi boşalmış da kolları bacakları felç olmuş gibi hissettirdi.Kuvars da neydi?Para etmez bir taşdan bana ne dedi ve bu sefer de kendini bulutların üzerinde uçuyor gibi hissetti.Sanırım tansiyonu düşmüştü.Ya suya düşen hayaller…Aşağıya düşen omuzlar…

Sonra…sonra bir anda ne olduysa oldu ortalık savaş alanına döndü.Odaya giren iki güvenlik görevlisi Mustafa Cevahir’i mühendisin yakasından ayırmaya konuşup ikna etmeye çalışırken hayretle de Demet’e bakıyorlardı.Mustafa Bey’in serinkanlı kızı Mühendisin koluna yapışmış dişlerini geçirmişti.Daha da ilginci böğüre böğüre ağlamasıydı. Eşi benzeri duyulmamış bu böğürtü büroda alarm sesi yaratmasını sağladı Allah’tan da da dışarıdan gelen takviye güç sayesinde olay çabuk yatıştırıldı.

                                                                 ******

-Evvveeett sayın seyirciler şimdi sırada Mühendisi ısıran Demet Cevahir ve babası Mustafa Cevahir!Tabii onların çok renkli bir hikayeleri var.Hayatları sürprizlerle dolu.Ne zaman öğreniyoruz?Azzzz sonra!Önce Reklamlar…

                                                                 ******

Mustafa bey reklamlarda bolca bacağını çimdikledi ve canı ziyadesiyle yanınca bırakmaya karar verdi.Stüdyoda canlı yayındaydılar.Ve evet çok şık giyinmişti bir modacı giydirmese de…

O günden –unutmaya çaılştığı o olaylı günden bu güne koşturmaca dolu aylar geçmiş olmasına rağmen düşündüğünde kendisi yaşamamış da film izlemiş gibi geliyordu.Şimdi hayalleri birer birer gerçekleşirken yoruldum kelimesini bir kere bile dile getirmedi.Canla başla koşturdu ne yapması gerekiyorsa yaptı. Mustafa Bey bölgede bir ilki gerçekleştirip -o gün yetkilinin,elindeki taşa bakıp da kuvars dedikten sonra-süreç başlamış ve arazisinde ilk özel maden ocağını kurmuştu. İzinler,yazışmalar,imzalar…derken bor zannettiği kuvars madeni ona bir küçük servetin kapısını araladı.

-İlk sorumuzu yöneltiyorum sayın seyirciler Mustafa Bey’e;Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?Asit –Borik maden Fabrikasına gidip de oradaki Mühendise neden saldırdınız? Ve kızınız Mühendisi neden ısırdı?Ayrıca sonraki günlerde tahmin bile edemeyeceğimiz gelişmeler oldu tabii.Mühendis Bey yanınızda çalışmaya başladı..Neler anlatacaksınız efendim?Dinliyoruz sizi…

-Efendim ben elimdeki taşın çok kıymetli olduğunu biliyordum fakat mühendis bey öyle Bor değil deyince sanırım kan şekerim düşmüş-doktorum sonra öyle dedi,yani ne yaptığımı hatırlayamıyorum.Ki kızımda da aileden gelen bir durum söz konusu tabii.Ki tatlıya bağladık biz onu.Yani bizden şikayetçi olmadı kendisi.Hal öyle olunca aramızda gelişen dostlukla beraber kendisine iş teklifinde bulundum ben de!Babadan kalma arazimde açtığım maden ocağında çalışıyor şimdi.Sadece o mu efendim?Memlekette ne kadar işsiz varsa…Demem o ki en önemlisi ülke ekonomisine bulunduğumuz katkı.Ben bu yaşımdan sonra azimle tekrar çalışma hayatına dönerek,yaratacağım da istihdamı düşünerek bu işe kalkıştım.Yoksa emekli adamım ve torun sevmek varken…değil mi efendim? Madencilik sektörü  o toplumun gelişmişliğinin göstergesidir ayrıca ki bence en önemlisi de budur efendim!

-Evveeeettt sayın seyirciler!Dönüyorum Mustafa Bey’in kızı Demet Cevahir’e.Yakında soyadınız ne olacak Demet hanım?Siz onun kolunu ısırdınız fakat o da sizin kalbinizi çaldı.

-Ehhmm evet babam anlatığı için tekrara kaçmak istemiyorum.Durum öyle cereyan etti ve yakında biz de evleniyoruz çok doğru.Soyadım da;

O sırada mikrofondan enerjik genç bir erkek sesi ki telefon bağlantısıydı bu, soyadlarını söylüyordu.

                                                                 ******

Mahallenin erkekleri kahvede toplanmış alkış kıyamet televizyonda komşularını izlerken,Esma ve Aysel Hanım da programı gözyaşlarıyla bitirdiler.Gurur,başarı,mutluluk tüm güzel duygular sarmalamış ana-kızı yoğun heyecan kaplamıştı. Konuşmadan anlaşma yapmışçasına içlerini çeke çeke balkona çıktılar.Bir vakit farklı yerlere baktılar,baktılar…Sonra ikisi de kafalarını gökyüzüne kaldırdı..Yıldızsız ama açık olan havada hareket halinde kara bulutlar vardı.Üzerlerine doğru geliyordu sanki!

-Esma kızım yabancı bi memlekete gidicen bak şimdiden hasret çöktü yavrım bana…İner inmez ara olur mu?

-Anneciğim tabii ki!Aramaz mıyım?Canım annem takma sen kafana bunlarıııı!Havanın tadını çıkar şurda dert etme!

-Yaaa…Bahar da geldi işte.Yıldız yok ama yarın güzel olacak gibi hava.Babanla da gelir hem yarın.

                                                                     *            

 Çiğdem URAL
www.kafiye.net