Kategoriler

Arşivler


Tarih 12 Eki 2014 Kategori: Hatice Eğilmez KAYA

Ömrü Geçsin Divanenin


Ömrü Geçsin Divanenin

Bu dünyayı seven kullar ne buldular ne buldular
Mevlasını öven kullar nurdan hazine buldular

Sema ışığa dönüyor gafil sahipsiz sanıyor
Aşıklar Rabb’i anıyor insanı ayna buldular

Gizli bir haldir keder kalplerde ibadet eder
Derviş nefsini güder eller divane buldular

Beyaz köşklerinde gönlün vakti geçecek ömrün
Canlar gidecek yarın seyri bahane buldular

Derviş gezer hal içinde Hakk’ı över yol içinde
Kalbi yorgun kül içinde korlar virane buldular…
Sonsuzda Kanmak’tan – Hatice Eğilmez Kaya
www.kafiye.net


Tarih 12 Eki 2014 Kategori: Melek KIRICI

Ay Güneşe Teslimdi 11. BÖLÜM


Ay Güneşe Teslimdi 11. BÖLÜM

Hüsniye teyzem, annem, babam, Mustafa’mın anne ve babası, iş arkadaşlarımız, komşularımız görünen misafirlerimizdi. Herkesin göremediği meleklerim de, ellerinde yıldızlı mutluluk değnekleriyle düğün salonundaydılar.

Müzik başladı. Yavaş bir parça eşliğinde dans ediyorduk. Meleklerimiz değneklerini bir Mustafa’ma, bir bana dokundurup, mutluluk gülücükleriyle evrene güzellik katıyorlardı. Oyun havaları, şarkılar, konuşmalar, takı merasimi… Her anın tadında ve farkındaydım. Anı yaşamayı da, bölüşmeyi de öğrenmiştik…

Herkes dağıldıktan sonra büyüklerimizin ellerini öpüp evimize yol aldık Mustafa’mla.

O dönemde pelüş halı yoktu. Kuzenimin patronunun kızı yurt dışında okuduğundan, kendine alırken bir de kuzenime almış. Ben beğenince sürpriz şekilde bir de bana hediye almış hediye olarak. Pespembe, yumuşacık bir dokunuştu eve ilk adımımız; pembe pelüşe çıplak ayakla basarken.

Evimizi sadece Mustafa’mla ben hazırlamış ve temizlemiştik; sadece ikimiz… Yardım almamıştık ailelerimizden.

Mumları yakarken elimi sımsıkı tutuyordu. Duvağım açıktı. Dipsiz uçurumlara salan bakışlarıyla gözümü, yüzümü okşayarak, duvağımı tekrar kapattı. Elinde bir kutu vardı. Açtı, boynuma takmak için beni hafifçe döndürdü.

-Bu boynuna taktığım bir melek. Dili yok, sesi yok, konuşamaz… Bil ki; bu, senin için canını, gözünü kırpmadan verecek bir adam figürü. Ne zaman zor durumda kalırsan ona dokun, gözlerini kapat ve isteğini dile; ben yanında olacağım. Seni hep seveceğim güzel yüzlü, güzel huylu kadınım.

Ben de hazırlıklıydım. Hasır süs sepetin içinden bir kutu çıkarttım. Kutuyu özenle açtım. Bana çocukken armağan ettiği melek figürünü, güzel bir cep saatinin içinde, ikimizin fotoğrafının ortasına koyarak, yüreğinde taşıması için kendisine verdim. Sarılmıştık, susmuştuk… Meleklerimiz gelmişlerdi belli ki. Değneklerinin dokunuşlarını hissediyordum vücudumun her yerinde. Mustafa’m kadehlerimizi doldurdu; gecemizin şerefine içtik, dans ettik, sesli şarkılar söyledik, yaramazlıklar yapıp evde bir birimizi kovaladık. Çocuk olduk, arkadaş olduk, dost olduk, bir bütün olduk…

Elleriyle yüzümü avuçladı. Alnımı öperken, elleri omuzlarıma inmeye, vücudumda dolaşmaya başlamıştı. Gelinliğimin fermuarını sırtımdan belime indirirken, yüzümü yüzünden çevirmemiş, beni daha çok kendine yaslamıştı. Annesinin çocuğunu yıkamaya hazırlaması kadar rahat hissettiriyordu bana kendimi. Masum ve heyecanlıydım. Birçok şeyi paylaşmıştık Mustafa’mla. Bu en özel gecemizdi. Gelinliğim göğüslerimden sıyrılıyordu yavaş yavaş ayaklarımızın ucuna. Ben; aşk dansları eden şehvetli kadın; donup kalmıştım. Mustafa’mın parmakları bedenimde bir yere dokunabilirdi. En fazla iki… Nasıl oluyordu da tüm bedenime, ruhuma sahipti?

Yatağımızın üstünü pembe tüllerle süslemiştik. Örtüsü beyazdı ve üzerine kırmızı güller serpiyordu Mustafa’m, gelin çiçeklerimizden kopararak…

-Sana… Sevdiğim kadın sana aşığım. Sen, benim aklımı başımdan alan; korkusuz yüreğimi, sana bir şey olur korkusuyla kuşkanadı gibi çarptıran… Sen; dünüm, yarınım, beni varlığıyla saranım… Anı yaşamaya hazır mısın?

Teknede sabahladığımız gecede olduğu gibi, şimdi de ruhumu seviyor, bana soruyordu. Bu adam bambaşkaydı; onu seviyordum. Bedeniyle ve ruhuyla dolaşıyordu damarlarımda ve o kan dolaşımının hızı sınıra dayanmıştı.

-Hazırım Mustafa’m, hazırım!

11. Bölüm Sonu
Devam edecek…


Melek Kırıcı
www.kafiye.net


Tarih 12 Eki 2014 Kategori: Melek KIRICI

Ay Güneşe Teslimdi 10. BÖLÜM


Ay Güneşe Teslimdi
Mustafa, sadece kendine gelen davetlere katılmaz, benim de yalnız gitmemden memnun olmazdı. Bunu direk söylemezdi; ama ben bilirdim. Onsuz ne tadı olurdu ki zaten? Annem ve babam gezmemize, dışarı çıkmamıza kısıtlama getirmeseler de, otuz yaşımı geçmiş erişkin bir birey olarak, hiç yalan söylemediğimi hatırlayıp, Mustafa’mla gezeceğimizi değil de, arkadaşlarımla yemeğe gideceğimi söyledim bizimkilere. Mustafa’m bu yaramaz halimi seviyordu; gülümsedi, O da aynı yalanı söyledi evdekilere.
Hayatta yaptıklarımızı, istediğimiz için yaptık. Mecburiyet ya da birilerini memnun etmek için değil. Bu özelliğimiz, Mustafa’mla tüm anları farkına vararak yaşamamıza sebep olurken; zevklerin, heyecanın zirvesine koşturuyordu bizi.
Sahile inmiştik. Kumların ıslak halini resimliyordu adımlarımız. Bir kokusu vardı. Nasıl anlatsam? Erkek adlı bir koku varsa, İşte bu oydu. Çünkü ben, içime serinlik veren bu nefes alışlarımda, çarpan kalbimi onun kalbinin üstüne değdirmek, başımı omzuna koyarken ona bakabiliyor olmak isterdim; düş ile gerçeği ayırt ederek gözlerine bakmak için… Gözleri dipsiz kuyuysa Mustafa’mın ben gücümün sonuna kadar kulaçlar, dibe ulaşma yoluna ömrümü adardım. Varmayı değil, ona varma yolunda olmayı sevmiştim.
Vücudumu görüyordum… Islak kum ve denizin kıyısında dans ederken, bir çingene kıvrımındaydı. Arzularım eteklerimden dökülüyordu şehvetle; Mustafa’mın ayaklarının dibine. Islak kumlar parmaklarının arasından kumsala dökülürken, diğeri giriyordu avuç içlerine. Her defasında bedenimdeydi, dökülürken yerine dolan kum taneleri. Tekrar tekrar dönüyordum. Ateş bendim; aşk ben, şehvet ben, düş ben, arzu ben, onda bendim ben… Buydu işte beni ben eden… Kadın olarak beni dişiliğin zirvesine çıkaran Mustafa’mın kokusuydu.
Onun yanında yorulmak mı? Dans ederken hem de… Mustafa’mın izlediğini bile bile coşmamak ne haddine ayaklarımın? Kumu ezercesine, aşkla yanarak dönüyordum. Doyum da ne ki? Dokunmak mı ruha? Okşamak mı teni? Mustafa’mla değmeden de sevişiyordum; doyumların çakıl taşlarına karıştığı yerde. Sarmaşık gibiydi bedenim. Bir bütün halinde; ip, urgan ya da halat bahane; sarmıştı gecenin dansı, sarmaşığımı Mustafa’mın bedenine…
Yaramaz çocuklar gibiydik. Yalan da söylemiştik bu gece. Asfalt yola çıktığımızda, zıplayarak döküyorduk kumlarımızı. Gülmemek olmazdı bu hale tabii. Süslemeliydi dalga sesleri, kahkahalarımızı melodisiyle.
Yatağımdaydım şimdi. Mustafa’m eve bıraktıktan sonra, evine gitmeden önce; elimi tutar, öper ve derdi ki: ‘Seni hep sevdim, hep istedim. Ümidimi kaybetmedim ve kazandım senin sevgini. Yeminim olsun sen benim en değerlim, gözbebeğimsin. Sen nazar dualarımsın. Seni sevdiğim güne, gönlüme düşen ana şükürler olsun gönül çiçeğim. İyi geceler’ der, elimi tekrar öperdi. Bende onun elini çevirip öperdim. Geceye uyanıştı bizimkisi…
Strablez göğüs dekoltesi gelinliğimin, iri güllerin sateni saran dantel hali vücudumu sararken, belimden sonrası rüyanın kanat çırpınışları gibiydi. Bembeyaz, tertemiz bir kuğu gibiydim. Duvağım alnımdan bantlıydı; çiçekler dolanmıştı bantın üstünde ve kısaydı yüzümü örten tül. Tülden baka baka seçmek istiyordum Mustafa’mı evin kalabalığında. Lacivert takım elbisesinin içinde, beyaz gömleğiyle, omuzlarından bulutlara asılı bir salıncak kurmuştu yüreğime O. Ölene kadar sallanmaya hazırdım onunla ve bir hücrede yıllarca aç susuz kalmaya… Son yudumsa hayat; onun dudağından alev almaya, yanmaya hazırdım.
Melek Kırıcı
www.kafiye.net


Tarih 12 Eki 2014 Kategori: Nezahat KAYA

Yürekte Sevdim


Yürekte Sevdim

Bilmezler ki yokluğuna gıyaben
Seni ben en güzel dilekte sevdim
Sevgimi paylaşan şaşkındı gülşen
Bağında yetişen çiçekte sevdim
Seni dilde değil yürekte sevdim

Tutuklu başımın dumandı üstü
Sürüldün aklıma, hızını kesti
Açılmış kapıma yelin ki esti
Çoşkunla sarsılan eşikte sevdim
Seni dilde değil yürekte sevdim

Gülüşün erbabı gamzen olunca
Canımdan içeri huzur dolunca
Gökteki yıldızlar bir bir solunca
Dünyayı unutan aşıkta sevdim
Seni dilde değil yürekte sevdim

Sır dolu bakışın gönlü yakarken
Nefesin koynuma sıcak akarken
Ben seninle sarhoş, cümlem sakarken
Bağrıma doluşan erekte sevdim
Seni dilde değil yürekte sevdim

Sevgin yarım değil saklanmış tümde
Seni sensiz sevmek bitmez düşümde
Canımdan can kopan her düşüşümde
Nabzımı yoklayan bilekte sevdim
Seni dilde değil yürekte sevdim

Şimdi benden uzak gezip tozsan da
Yeniden bahtına ferman yazsan da
Sızlayan sineme mezar kazsan da
Efkâra ram olan kürekte sevdim
Seni dilde değil yürekte sevdim

Nezahat YILDIZ KAYA
www.kafiye.net


Tarih 12 Eki 2014 Kategori: Işın ANDAÇ

ÖZLEYİŞLER


ÖZLEYİŞLER

Hepimizin içinde fırtınalar esiyor
Özlenenler birlikte birbirini anıyor
Uzaklıklar hep böyle yüreğini yakıyor
Bitmeyen gecelerde gözyaşları akıyor

Koşup gidesin gelir çare yoktur beklersin
Gece karanlığında düşünür pineklersin
İçinden hep haykırır nerelerdesin dersin
Bağırmaktan kısılır sesin duyuramazsın

Özleyiştir bu işte merak eder yanarsın
İçinde şüphelerle yollarına bakarsın
Hasretin bitsin diye günleri hep sayarsın
Kavuşurum inşallah diyerek yalvarırsın

Sevenler ayrı kalmaz onlar buna dayanmaz
Kim olursa olsun bak başkasına hiç bakmaz
Doya doya içilen aşk şarabına kanmaz
Senden başka sevgiye kucak açıp da yanmaz

Işın Andaç 12.10.2014
www.kafiye.net


Tarih 12 Eki 2014 Kategori: Gülsüm Hicran ÇAÇUR

NELER ANLATMAK İSTEDİM SANA!


NELER ANLATMAK İSTEDİM SANA!

Kelimeler bile sessizleşmiş,
Anlamsız kalıyor sözcüklerim.
Umutlarım sabun köpüğü gibi
Baloncuk baloncuk olup dağıldılar, tutamadım.
Sevinçlerim mutluluklarım, umutlarım
Hepsi gerçekti.
Senin gibi, benim gibi…
Yüreğimde saklayamadım sevgiyi,
Aşkları, ayrılıkları.
Gözbebeklerimde sakladım hepsini
Umudu, aşkı,sevdayı
Bakışlarımda sevgiyi bulmak isteyenler,
Bakmayı beceremediler bile.
Buldum diyenler ise; göz rengime aldandılar
Gözbebeklerimde gizledim aşkı
Çözemediler aşklarını, bulamadılar özlerini
Hayallerim benden uzakta mıydı?
İçimdeki yetişemem korkusuydu
Koşmadım hayallerimin peşinden
Hep hayal dünyamda misafirimdin sen;
Oysa ne kadar yakındın bana..
Ben hep gökyüzüne hayrandım.
Güneşi, yıldızları, göktaşlarını ve dünyayı
Daha neleri neleri sığdırıyordu gönlünde
Sen beni, ben seni sığdıramadık bile yüreklerimizde
Hepsi dilimin ucundaydı..
Diliminden dökülenler neydi?
PEKİİ!

Gülsüm Hicran Çaçur-Şanda
www.kfiye.net


Tarih 12 Eki 2014 Kategori: Sabiha Serin

HEPSİ YALANDIR


HEPSİ YALANDIR

Her canım diyeni seviyor sanma,
Sonra üzülürsen pişmanlık duyma.
Tanı sahte dostu yüzüne bakma,
Aldanma diline hepsi yalandır.

Kötü günde gelmez gözden kaybolur,
Yüzü kızarmadan bahane bulur.
Kendini kandırır sevgiden olur,
Gülse de yüzüne hepsi yalandır.

Yüzünü görünce hatırlar seni,
Çok özlemiş gibi tutar elini.
Sakın inanıp ta verme kalbini,
Baksa da gözüne hepsi yalandır.

İhtiyaç olunca yanına gelmez,
Seninle ağlayıp seninle gülmez.
İki tatlı kelam, teselli bilmez;
İnanma sözüne hepsi yalandır

Uzakta olsan da derdini sorsan,
Vefalı dost isen yanında olsan.
Gücün yetiyorsa çareler bulsan,
Güvenme bugüne hepsi yalandır.

Ne ekersen biçer alırsın ürün,
Dostluğu öğrenip arada görün.
Vefanı gösterip sevgiye bürün,
Dönsene özüne hepsi yalandır.

Bu dünya fanidir, bir var bir yoksun,
Solacak bedenin unutma kuşsun.
Uçarak gidince ağlayan olsun,
Çıksak da yârine hepsi yalandır.

Zordur dostu bulup sonsuz yaşatmak,
Kalbini kazanıp tahtını kurmak…
Amacım dostluğu size tanıtmak,
Baksana düzene hepsi yalandır.

SABİHA SERİN
www.kafiye.net


Tarih 7 Eki 2014 Kategori: Hatice Eğilmez KAYA

YAHYA KEMAL’İN ŞİİRLERİNDE ZAMAN AĞLIYORDU


YAHYA KEMAL’İN ŞİİRLERİNDE ZAMAN AĞLIYORDU

Şairler bazen dünyanın en bedbaht insanlarıdır. Çünkü onlar başka insanların önemsemedikleri birçok kederi en şiddetli haliyle yaşamışlardır gönüllerinde. Zamanın akıp geçmesi, çok güçlü bir rüzgâr hoyratlığıyla bizlerden bir şeyler alıp götürmesi, tek sermayemiz olan günleri bizden devşirmesi herkese aynı derecede acı vermeyebilir.

Üsküp’te -‘kaybolan şehir’ adını verdiği eski Osmanlı şehrinde- dünyaya gözlerini açmış olan, çok sevdiği annesini bu şehrin sinesine gömen Yahya Kemal hangi sebepten bedbaht olmasın? Üstelik akıncı cedlerinin kanı damarlarında dolaşırken, çocuk gözleriyle büyük bir devletin can çekişme yıllarına şahitlik etmişken.

 

“Üsküp ki Yıldırım Beyazıd Han’ın diyarıdır,

Evlâd-ı fâtihâna onun yadigarıdır.

 

Firûze kubbelerle bizim şehrimizdi o.

Yalnız bizimdi, çehre ve rûhiyle bizdi o.

 

Üsküp ki Şar Dağı’nda devâmıydı Bursa’nın

Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın.

 

Ben girmeden hayatı şafaklandıran çağa,

Bir sonbaharda annemi gömdük o toprağa.” Kaybolan Şehir

 

Görülen geçmiş zaman ekini şimdiki zaman ekine tercih eden, “Biz İstanbul’da mekânı değil zamanı fethettik” diyen Yahya Kemal biliyordu ki bir şehri kaybederken sadece mekândan değil orada yaşanılan zamandan da olursunuz. Mekân kaybolurken peşinden zamanı, orada yaşanmış hatıraları, hatta kendisine ait olan koca bir tarihi de sürükleyip götürür. Maddesiyle ve ruhuyla yalnızca bizim olan her şey artık bizim değildir zira. Evliyalar diyarı Bursa eskiden Üsküp’le devam ediyordu Balkanlarda. Kendisi için dökülen tertemiz kanlarımız bu şehri bir lâle bahçesine çevirmişti. Geçip giden zaman birçok şehrin gözlerimizin önünden kaybolmasına, sadece hafızalarda görünür olmasına yol açmıştı. Yahya Kemal çocukluğunu, ilk gençliğini ve annesini böyle bir şehre gömmüştü. Şiirlerinde görülen kedere bu his kaynaklık eder.

Dün, bugün ve yarın zamanın üç hali. Baş döndürücü bir akışla birbirlerine dönüşürler. Bir uykudan uyanmışlık hissi oluşturabilir insan zihninde bu akış, özellikle zamana madde gözüyle değil mânâ gözüyle bakıyorsanız. Yahya Kemal bu hissi yaşayabildiği için mazi en efsunlu, en güzel yüzüyle belirir onun mısralarında, mücerret bir zaman tünelinin içinden gülümser bize. Çünkü Yahya Kemal “tayy-ı zaman” edebilmiştir, içinde bulunduğu ve şikâyetçi olduğu 20. yüzyıldan hicret edebilmiştir hayranı olduğu çağlara. Mânâya önem veren Doğu’nun maddeci Batı karşısında görünürde de olsa mağlup olduğunu görüp üzülmektedir Yahya Kemal. Bu yüzden şimdiki zamandan şikâyetçidir. Bu yüzden mazinin güvenilir limanına iltica eder.

 

“ Çık tayy-ı zaman et açılır her perde.

Bir devri geçir istediğin yerde.

Ben hicret edip zamanımızdan yaşadım,

İstanbul’u fethettiğimiz günlerde.” Rubai

 

Yahya Kemal bu rubaisinde bir dostuna, dolayısıyla da hal-i hazırdan muzdarip olan herkese tavsiyede bulunuyor. Zamanda mecazî bir yolculuğa çıkmalarını istiyor onlardan. Hangi devirde, hangi mevsimde yaşamak istiyorlarsa oraya taşınmalarını öğütlüyor. Yahya Kemal Türk insanının ruhunu anlayabilmek için maziden ve maziye ait güzelliklerimizden kopmamamız gerektiğini savunmaktadır. Bu manada Türk milletinin ruhunu yansıtan eski musikimizi anlayamayanları ve eleştirenleri kınar: “Çok insan anlayamaz eski musıkîmizden/ Ve ondan anlamayan anlamaz bizden”

Türk edebiyatının en lirik şairlerinden biri olan Yahya Kemal’deki “geri dönmek arzusu” ideolojik etkilerle kaleme alınmamıştır. Ondaki bu şiddetli his tamamen ferdî, felsefik ve romantik bir özellik göstermektedir. Nihat Sami Banarlı Yahya Kemal’deki mazi sevgisinin ideolojiden uzak oluşunu şöyle açıklamaktadır: “ Yahya Kemal yaratılışı ve bir de içinde bulunduğu siyâsî atmosferin icabı, rehber olmak, mürşid olmak iddialarından uzak duran adamdı. Başta en büyük sevgilisi şiir olmak üzere, sanatı, herhangi bir ideolojiye âlet etmek tarafdârı değildi. Bütün varlığıyla sevdiği vatanı, milleti, milletinin asil ve temiz Türkçesi yüksek duygu ve düşüncelerini, şiirine ancak nasihat vadisine yönelmeden; hâlis şiir gibi, halis bir sevgi ve felsefeyle işlerdi.”

Yahya Kemal için Türk millî tarihi oldukça önemli bir mevzuudur. Bununla birlikte 1071 Malazgirt zaferi öncesini “kablettarih” yani “tarih öncesi devir” olarak değerlendirirken Osmanlı devrini şiirlerinde destanlaştırmıştır. Her saat, her dakika Osmanlı’nın fetih devirlerinde yaşayan şair hülyalarında sık sık bu yıllara gidip birçok hadiseyi yerinde izlemiştir. Onun şiirlerinde her an bir savaş resminin içine dalmamız mümkündür. Yavuz Sultan Selim Han’ın gözlerinin önünde ok atan Bektaş Subaşını sadece vezir, mollalar, ağalar, beyler seyretmez. Yahya Kemal de seyreder, biz de seyrederiz. Bu okun çıkardığı sesi sadece onlar duymaz. Yahya Kemal de duyar, biz de duyarız. Her şairin harcı değildir Böyle bir manzarayı, böyle bir zamanı tarif etmek, bir anda zamanda gezintiye çıkabilmek. Üstelik okurlarını da peşine takarak:

 

“Yavuz Sultan Selim Han’ın önünde

Ok atan ihtiyar Bektaş Subaşı

Bu yüksek tepeye dikti bu taşı,

O Gâzi Hünkâr’ın mutlu gününde.

 

Vezir, molla, ağa, bey takım takım,

Güneşli bir nisan günü ok attı.

Kimi yayı öptü, kimi fırlattı;

En er kemankeşe yetti üç atım.

 

En son Bektaş Ağa çöktü diz üstü.

Titrek elleriyle gererken yayı,

Her yandan bir merak saldı alayı,

Ok uçtu, hedefin kalbine düştü.

 

Hünkâr dedi: “Koca! Pek yaman saldın!

Eğerçi bellisin benim katımda,

Bir sır olsa gerek bu ilk atımda,

Bu sihirli oku nereden aldın?

 

İhtiyar, elini bağrına soktu,

Dedi ki: “İstanbul muhasarası

Başlarken aldığım gazâ yarası

İçinden çektiğim bu altın oktu!” Ok

 

Hikâyenin sade ve olaya yönelik üslubuyla dile getirir Yahya Kemal, İstanbul muhasarasında yaralanan ihtiyar bir gazinin Yavuz Sultan Selim Han’ın önünde ok atışını. Bu cesur ve iman sahibi adam gazâ yarasından çekip çıkardığı altın okla hedefi vurmuştur. Zaman onun titreyen elinden fırlattığı okla tam kalbinden yaralanmıştır. Böylelikle hem şairin, hem okuyucunun, hem de kendisinin hıncını almıştır hiç kimseye acımayan zalimler zalimi zamandan.

Süleymaniye’de Bayram Sabahı isimli şiirde Yahya Kemal Osmanlı Devleti’nin zaferlerle dolu günlerinden söz eder. Şair bu mısralarda maziyle o kadar iç içedir ki gökyüzüne kulak verdiğinde fetihlerde kullanılan topların seslerini işitir. Mazide yaşanmış vak’aları anarak şimdiki zamana taşır onları:

 

“Gökte top sesleri, bir bir, nerelerden geliyor.

Mutlaka her biri bir başka zaferden geliyor.

Kosva’dan, Niğbolu’dan, Varna’dan, İstanbul’dan…

Anıyor her biri bir vak’ayı heybetle bu an;

Belgrad’dan mı? Budin, Eğri ve Uyyar’dan mı?

Son hudutlarda yücelmiş sıra dağlardan mı?” Süleymaniye’de Bayram Sabahı

 

Yahya Kemal fetih günlerinin hayranıdır. Bizim İstanbul’u fethettiğimiz mutlu günü görememenin üzüntüsünü yaşar daima. Aradan beş yüz sene geçmesine rağmen o manzarayı hayâl ettikçe gözlerinin önünden Haliç’e indirilen gemiler, bu gemileri karadan kol kuvvetiyle çeken askerler geçer. Her birini hürmet ve huşu ile seyreder. Yüz binlerce meleğin kanat çırparak uçmaları, o kutlu kumandana ve askerlerine yardım için semadan saf saf inmeleri sadece bu fetih gününün şahidi olan Üsküdar’a değil, tertemiz dimağıyla milletine ve milletinin şanlı tarihine aşık olan Yahya Kemal’e de ayandır. Buna rağmen gıpta eder Üsküdar’a ulu bir rüyayı görenlerin şehri olduğu için:

 

“Üsküdar, bir ulu rüyayı görenler şehri!

Seni gıptayla hatırlar vatanın her şehri,

Hepsi der: “Hangi şehir görmüş onun gördüğünü?

Bizim İstanbul’u fethettiğimiz mutlu günü!” İstanbul’un Fethini Gören Üsküdar

 

Maziye ait sesler ve görüntüler acaba uzay boşluğunda tamamen kaybolup giderler mi? Yoksa bir yerlerde asılı kalıp onları yakalamamızı mı beklerler? Bilinmez. Fakat Yahya Kemal bir ömür boyu mazinin peşinde koşmuştur. Hem de salt kendisine ait olmayan, Türk milletinin bütününe ait olan bir mazinin peşinde koşmuştur. Osmanlı Devleti’nin birçok coğrafyasında özellikle Anadolu’da ve Balkanlarda yaşanan her macera onun şiirlerine konu olmuştur. Mohaç ovasında şehit düşen, Tuna boylarında at koşturan, İstanbul surlarına Türk bayrağını çeken cedlerimizi unutmaz. Onların kanlarının damarlarında dolaştığını hisseder. Bu his o kadar güçlüdür ki onlardan söz ederken “biz” zamirini kullanır:

 

“ Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik,

Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik.

 

Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle!

Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle.

 

Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan,

Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan.

 

Bir gün dolu dizgin boşanan atlarımızla

Yerden yedi kat arşa tırmandık o hızla…

 

Cennette bugün gülleri açmış görürüz de

Hâlâ o kızıl hâtıra titrer gözümüzde!

 

Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik,

Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik.” Akıncı

 

Şüphesiz ki sadece akıncı beyleri değildi o gün Tuna’yı çocuklar gibi mutlu geçen. Yahya Kemal de bin attan birine binmişti, bu atların üstünde yedi kat arşa kanatlanmıştı. Cennette gülleri açmış görenlerin içinde o da vardı. Bu hatıra o kadar canlıydı ki onun zihninde beylerbeyinin “İlerle!” nidası kulaklarında yüzlerce yıl sonra bile çınlamaktaydı. İhtimal ebedde açan güllerin kokusunu da duymaktaydı.

Cennet kapısından geçen akıncıların türküsünü söylemek, onların kanat şakırtılarını her an kalbinde duyarak yaşamak her şaire vergi olmasa gerek. Bu onura nail olabilmek için binlerce çileli gün yaşamış olmalı Yahya Kemal. Yalnızca duyan yaşar fikrine, yalnızca duyan yanar fikrini de eklemesinden tahmin ediyoruz bizler onun bu derece yoğun bir tarih bilincine sahip olurken çok acılar çektiğini. İnsanlık tarihinden biliyoruz ki yanmadan pişmek, ateşin harlı nefesini teninde ve ruhunda duymadan olgunluğa erişmek mümkün değildir.

 

“ Bizdik o hücumun bütün aşkıyle kanatlı;

Bizdik o sabah ilk atılan safta yüz atlı.

 

Uçtuk Mohaç ufkunda görünmek hevesiyle,

Canlandı o meşhur ova at kişnemesiyle!

 

Fethin daha bir ülkeyi parlattığı gündü;

Biz uğrunda can verdiğimiz yerde göründü.

 

Gül yüzlü bir afetti ki her pûsesi lâle;

Girdik zaferin koynuna, kandık o visale!

 

Dünyaya veda ettik, atıldık dolu dizgin;

En son koşumuzdur bu! Asırlarca bilinsin!

 

Bir bir açılırken göğe, son def’a yarıştık;

Allah’a giden yolda meleklerle karıştık.

 

Geçtik hepimiz dört nala cennet kapısından;

Gördük ebedî cedleri bir anda yakından!

 

Bir bahçedeyiz şimdi şehitlerle beraber;

Bizler gibi ölmüş o yiğitlerle beraber.

 

Lâkin kalacak doğduğumuz toprağa bizden

Şimşek gibi bir hatıra nal seslerimizden!” Mohaç Türküsü

 

Osmanlı Devleti’ni dünyanın en uzun ömürlü devleti yapan bir tılsım vardı. Yahya Kemal’i derinden etkileyen bir tılsımdı bu. Mazinin temiz şehit kanlarıyla yazılmış sayfalarından okunan bir tılsım. Uçsuz bucaksız ovalardan, dünya ile ukbanın buluştuğu zamanlardan, cennete uçan yiğitlerin kanatlarından duyulan bir tılsım. Bu tılsım yüzünden maziye gönül vermiş, hal-i hazırdan hicret etmiş bir şairdi Yahya Kemal. Mohaç’ta son koşusuna çıkan akıncı beyleri sırlarını ona bu sebeple açmış olmalılar.

Yahya Kemal’deki tarih tutkusu bugünün anlaşılması için mazinin bilinmesi gerektiği fikri esasına dayanmaktadır. Ona göre tarihinden habersiz milletler geleceğe güvenle bakamazlar tıpkı hiçbir ağacın kökü olmadan ayakta duramayacağı gibi. Bazı çağdaşları millî tarihimize ideolojik değil romantik bir gözle baktığı için onu eleştirmişlerdir. Mesela Türk milliyetçiliğinin ideolojik temellerinin kurucularından birisi olan Ziya Gökalp Yahya Kemal’e hitaben şöyle seslenmiştir: “Sen hep maziden bahsediyorsun dünkü Osmanlı eserleri camiler, çeşmeler vs. Harabisin harabatisin.” Yahya Kemal de şu mısralarla cevap vermiştir bu iddiaya: “Ne harabiyim ne harabatiyim / kökü mazide olan atiyim.”

Bilinçaltı, zaman ve rüya kavramları Yahya Kemal’in his ve fikir dünyasında önemli yerlere sahiptir. Bu ruhsal tablonun gerçeklerden habersiz olmakla ya da şimdiki zamanı bilmemekle bir alâkası yoktur. Bilakis o “ Geçmişi Halde Yaşamak” iddiasındadır. Ölçüsüz batılılaşma paranoyasına kapılmış olan bütün doğu milletlerine dargın olması, 20. yüzyıl cumhuriyet Türkiyesi’nde Osmanlı rüyasını görmesi hep bu iddiasının tezahüründen ibarettir.

“İstanbul’u Fetheden Yeniçeriye Gazel” isimli şiirinde Türk neferinden Allah’ın aslanı olan Ali’nin pençesi aşkına küfre vurmasını isteyen de hep o iddiadır. Firenk’in başının Türkler önünde eğilmesini hayâl eden de:

Vur pençe-î Alî’deki şemşîr aşkınaGülbangi âsumânı tutan pîr aşkına

Ey leşker-î müfettihü’l-ebvâb vur bugünFeth-î mübîni zâmin o tebşîr aşkına

Vur deyr-i küfrün üstüne rekz-î hilâl içünGelmiş bu şehsüvar-ı cihangîr aşkına.

Düşsün çelengi Rûm’un eğilsün ser-î FirenkVur Türk’ü gönderen yed-i takdîr aşkına

Son salvetinle vur ki açılsın bu sûrlarFecr-î hücûm içindeki Tekbîr aşkına” İstanbul’u Fetheden Yeniçeriye Gazel

Yahya Kemal mü’min ve mütevekkil bir milletin ferdi olmakla övünürdü. Ondaki millet sevgisi ve dinî hassasiyetlere hürmet hissi şiirlerindeki zaman kavramını da etkilemiştir. Onun şiirlerinde bayram sabahı kılınan namaz, ramazan ayında bin bir şükürle açılan oruç kutsal zamanları işaret etmektedir. İstanbul’un fakir Türk semtlerini tasvir ederken sanki bu mekânları değil bu mekânlarda geçen içtimai ve dinî bir çehreye sahip anları tasvir etmektedir.

“İftardan önce gittim Atik- Valde semtine, Kaç defa geçtiğim bu sokaklar, bugün yine, Sessizdiler. Fakat Ramazan mâneviyyeti Bir tatlı intizâra çevirmiş sükûneti; Semtin oruçlu halkı, süzülmüş benizliler, Sessizce çarşıdan dönüyorlar birer birer; Bakkalda bekleyen fıkarâ kızcağızları Az çok yakında sezdiriyor top ve iftarı. Meydanda kimse kalmadı bütün bütün; Bir top sesiyle bu sahilde bitti gün. Top gürleyip oruç açılan lahzadan beri, Bir nurlu neş’e kapladı kerpiçten evleri.” Atik- Valde’den İnen Sokakta

Yahya Kemal’in resmettiği Müslüman semtinde sakin bir iftar vakti yaşanmaktadır. Ramazan ayının manevî atmosferinde her yer sessizliğe bürünmüştür. Sükûnlu bir intizârı yaşayan semt halkı iftardan önce oruçtan sararmış benizleriyle çarşıdan evlerine dönmüş, bu dönüşle birlikte meydanda hiç kimse kalmamıştır. İşte bu anda iftar topunun gür sesiyle gün sona erer, kerpiçten yapılmış evler zamanın karşısında nurlu bir neşeyle tebessüm eder. Büyük Şair, Süleymaniye’de Bayram Sabahı isimli şiirinde de ulu bir mâbedde çok sevdiği milletinin fertleriyle paylaştığı mübarek bir anı sonsuzlaştırmaktadır.

“Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede, Bir mehâbetli sabah oldu Süleymaniye’de. Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati, Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan, Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan. Duyulan gökte kanad, yerde ayak sesleridir.” Süleymaniye’de Bayram Sabahı

Yahya Kemal Süleymaniye Camii’nde, bayram namazı kılan cemaatin arasında, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte gönlüne her saniye dolan bir aydınlığı hisseder. Süleymaniye Camii’nin kubbesine baktığında Türk milletinin dokuz asır boyunca Anadolu’da, Balkanlar’da, Akdeniz’de yaşadığı kutsal bir ülküye hizmet eden macerayı seyreder. Bu seyir onun gözlerindeki tozlu zaman perdesini kaldırır. Böylelikle gökyüzünden yere kanat seslerinin inişini, yeryüzünden göğe ayak seslerinin yükselişini hissedebilir.

Yahya Kemal şiirlerinde zaman kavramını değerlendirirken milletini ve içinde yaşadığı cemiyeti kapsayan muhafazakâr zihniyetinin ve gelişmiş tarih bilincinin yanı sıra şahsî duyarlılığıyla da hareket eder. O, şahsî duyarlılıkla yazdığı şiirlerinde zamana rindane bir bakış açısıyla yaklaşır. Yahya Kemal’in his dünyasında mazi kaybedilmiş günlerin loş mahzeni olduğu için hüzünle eş anlamlıdır. Bir su gibi akan zaman onu alıp dönülmez bir akşamın koynuna atmıştır. Ömrün bitimini gösteren bu son fasıldan artık dönüş de yoktur. Şimdi sadece tek seçeneği vardır şairin geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan ve arkasında güneş doğmayan büyük bir kapıdan geçerek bitmeyen sükûnlu bir geceye ulaşmak:

 

“ Dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç.

Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç!

Cihana bir daha gelmek hayâl edilse bile,

Avunmak istemeyiz böyle bir teselliyle.

Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan

Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan

Geçince başlayacak bitmeyen sükûnlu gece.

Gurûba karşı bu son bahçelerde, keyfince,

Ya şevk içinde harâb ol, ya aşk içinde gönül!

Ya lale açmalıdır göğsümüzde yâhud gül.” Rindlerin Akşamı

 

 

 

Hem milletinin hem de kendisinin mazisine özlemle bakan Yahya Kemal için hicranlı hayat sonu gelmeyen matemlerle doludur. Gelecek zaman ise onun zihninde yalnızca ölüm ve hayatın gurubu olan ihtiyarlık olarak belirginleşmektedir. Onun şiirlerinde geleceğe dair bir beklentiye rastlanmaz. Kırgın gönlü hatıralarına o kadar bağlıdır ki artık gelecekten bir kerem beklememektedir. Bu ruh hali dünyadan mecazen uzaklaşmak manasına gelmektedir:

 

“Kâmildir o insan ki yaşar hatıralarla;

Bir başka kerem beklemez artık gelecekten;

Her an doludur gözleri canan ve baharla,

Kâm aldı bilir kendini, ömründe, felekten” Bir Dosta Mısralar

 

Geçip giden zaman Yahya Kemal’e Sessiz Gemi adını verdiği ölümü hatırlatır. Ona göre insan meçhule giden bir gemiye binerek sessizce dünya limanından ayrılır. Rıhtımda kalan insanlar nemli gözlerle ufka bakarlarken gidenlerin geri gelmeyecekleri, aksine bir gün kendilerinin de bu gemiye binecekleri gerçeğini bilmemezlikten gelmektedirler. Oysa sevdikleri insanların bir bir göçüp gitmeleri, onlarla ilgili alınan acı haberler kendileri için de kaçınılmaz sonun yaklaşmakta olduğunu bildirmektedir. Yahya Kemal önceleri bu halden rahatsız olurken zamanla kadere teslim olup ölüm karşısında sakin bir tavır almaktadır. Çünkü hayatın akışını izleyenler bilmektedir ki dünyaya gelen her nesil bir gün gidecektir. İnsanların hayatını öğüten zaman isimli bir çark hiç durmadan işlemektedir.

 

Sevdiklerim göçüp gidiyorlar birer birer,

Ay geçmiyor ki almayayım gamlı bir haber.

 

Kalbim zaman zaman bu haberlerle burkulu;

Zihnim düşünceden dağınık, gözlerim dolu.

 

Kaybetti asrımızda ölüm eski hüznünü.

Lakayd olan mühimsemiyor gamlı bir günü.

 

Çok şey bilen diyor: “Gidecek her gelen nesil!

Ey sade dil! Bu bahsi hayatında böyle bil!

 

Hiç durmadan hayat öğütür devreden bu çark.

Ölmek sırayladır, sıralanmakta varsa fark!” Duyuş ve Düşünüş

 

Maziyi düşünerek avunan Yahya Kemal hal-i hazıra baktığında bütün dünyanın maddeye büründüğünü görüp üzülür. Şairin kendisi ihtiyarlamış, dünya bambaşka bir hâlete bürünmüştür. Eskiden ona heyecan veren mekânlar bomboş görünmektedir artık. 20 yüzyılın maddeci görüşünü benimseyen insan nesli ise kendisini başka canlılardan ayıran ruhu reddetmektedir. Bu acıklı tablo Yahya Kemal’de ömrünün ve âlemin sonunun geldiği hissini uyandırır:

 

“Bu def’a farkına vardım ki ihtiyarlamışım.

Hayatı bir camın ardında gösteren tılsım

Bozulmuş anlıyorum çıktığım seyahatte.

Cihan ve ben değiliz artık eski hâlette.

Mısır ve Suriye pek genç iken, hayâlimdi;

O ülkelerde gezerken kayıtsızım şimdi.

Bu gözlerim medeniyetlerin bıraktığını,

Beş on yıl önce, görür müydü böyle taş yığını?

Bugünse yeryüzü hep madde, her ufuk maddî.

Demek ki âlemin artık göründü serhaddi.” Yol Düşüncesi

 

Yahya Kemal’e göre hayatın gençlik yılları ülfet, yaşlılık yılları uzlet demektir. Ülfet belalı bir şeydir, uzlet ise sıkıntılıdır. Son yıllarını insanoğlu nasıl geçireceğini dahi bilemez. Halbuki bilinen bir gerçek vardır son uykusuna dalmaya hazırlanan kişiler dünya karşısında artık kayıtsızlaşmışlardır. Çünkü yaşamak macerasını görüp geçirenler bir süre sonra hülyalarını kaybetmektedir. Hülyası kalmayan hayatın ise zevki kalmamış demektir. Onun şu meşhur sözü de zaten bu manaya gelmektedir: “İnsan hayal ettiği müddetçe yaşar.”

 

“Ülfet belalı şey, fakat uzlet sıkıntılı,

Bilmem nasıl geçirmeliyim son beş on yılı.

İnsanlar anlaşıldı. Cihanın da sırrı yok,

Kalsaydı terkeşimde bugün tek bir altın ok

En tatlı bir hayal için atmazdım ufkuma.

Dalsın yakında gözlerim artık son uykuma.

 

‘Yalnız duyan yaşar’ sözü derler ki doğrudur.

‘Yalnız duyan çeker’ derim, en doğru söz budur.

Gördüm ve anladım yaşamak macerasını,

Bakiyse ruh eğer dilemezdim bekâsını.

Hülyası kalmayınca hayatın ne zevki var?

Bitsin, hayırlısıyle, bu beyhude sonbahar!

 

Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi,

Müşkül budur ki ölmeden ölür kişi.” Düşünce

 

Yahya Kemal’in şiirlerinde yılın her mevsimi, günün her saati ince bir duyarlılıkla işlenir. Zamana ait hiçbir hususiyet onun şiirlerinde unutulmamıştır. Şiirlerinden hangisine dönüp baksanız zamanın izleri kendisini hissettirmektedir. Zira Yahya Kemal gibi ruha ve manaya önem verenler için zamanın her türlü hali, üzerinde kafa yormaya değer bir özellik göstermektedir. Ölümü ve matemi hatırlatan kış mevsimi onun dimağında Kar musıkîleriyle yer eder. Böylelikle hiç kimsenin duymadığı bir besteyi dinlemek ona nasip olur.“ Bin yıldan uzun süren bir gecenin bestesidir bu/ Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu” diyerek soğuk bir mevsimin ruhunda uyandırdığı hissi dile getirir. Sonbahar ise gelişiyle yaza veda etmesi gerektiğini hatırlatır Şair için sokakta gördüğü ihtiyarlar geçen sonbaharların sembolüdür, kısalan günler ona ömrün bitmekte olduğu gerçeğini öğretmektedir.

 

“Günler kısaldı. Kanlıca’nın ihtiyarları

Birbir hatırlatmakta geçen sonbaharları.

 

Yalnız bu semti sevmek için ömrümüz kısa…

Yazlar yavaşça bitmese, günler kısalmasa…” Eylül Sonu

 

Sonbahara ait şu mısralar da hepimizin aşinası olduğu bir hüznün izlerini taşıyor:

 

“Fani ömür biter, bir uzun sonbahar olur.

Yaprak, çiçek ve kuş dağılır, târumâr olur.

Mevsim boyunca kendini hissettirir vedâ;

Artık bu dağdağayla uğuldar deniz ve dağ.

Yazdan kalan ne varsa olurken haşır neşir;

Günler hazinleşir, geceler uhrevileşir;

Teşrinlerin bu hüznü geçer tâ iliklere.

Anlar ki yolcu, yol görünür serviliklere.” Sonbahar

 

Bahar ve yaz Yahya Kemal’in şiirlerinde özlenen gençlik günlerini gösterir. Gerçek sebebini tam olarak sadece kendisi biliyordu ki onun bahar ve yaz ümidi yoktu. Bu iki güzel mevsimden söz ederken hep yitip giden bir hülyadan söz eder gibi söz ediyordu. Bir şiirinde bahardan söz ederken “ İri bir zümrüt içindeydi bahar” ifadesini kullanmıştır. Yaz mevsimini ise “Rüya gibi bir yazdı” ifadesiyle taçlandırmaktadır.

 

“Şafaktan önce uyandım, bahar odamdaydı.

Mayıs, çiçekleri etrafa öyle bir yaydı.

Ki varlığım büyülenmişti en derin hazla.

Cihanda lezzet alınmaz bu duygudan fazla” Modada Mayıs.

 

Özetle Yahya Kemal zaman karşısında her fani gibi takatsiz ve savunmasızdır. Hayatın her alanında görülen değişim onun zihninde olumsuz çağrışımlar bırakır. Hem kendisinin hem milletinin mazisinde, hatıraların gölgesinde yaşamayı tercih eder bu yüzden. Bu tercih onun şiirlerinde ideolojik temellere oturtulmamıştır; tamamen içtimai, ferdî ve romantik bir nitelik taşımaktadır. Gerek çocukluğunda gerekse gençliğinde her türlü melâle aşina olan Yahya Kemal zaman kavramına rindâne ve şairâne bir gözle bakar. Onun için mazi hülyalardan ve daima hatırlanan güzel günlerden ibarettir. Hal-i hazır kederli gönlünü teselliden uzaktır. Gelecek ise ihtiyarlığı ve ölümü hatırlattığı için hiçbir neşeli vaadde bulunamamaktadır.

Hatice Eğilmez Kaya
www.kafiye.net


Tarih 6 Eki 2014 Kategori: Kardelen Esen Gülşen

RÜYA


RÜYA

Bir rüya gördüm. Tüm sevdiklerim hayattaydı. Sen yanımdaydın. Mutluluk denen
kelimenin anlamını yaşıyordum. Annem yanaklarımı öpüyordu. Ben şeytan
uçurtmalarımı uçuruyordum. Arkadaşlarımla misket oynuyordum. Her zamanki gibi
dizlerim yaralı dönüyordum, annem önce kızıyor sonra sarıyordu. Üzerimde kiraz
ağacında yırtılan gömleğim vardı. Annem çok uyarmıştı; asla o kiraz ağaçlarına
tırmanmamam gerektiğini nerdeyse binlerce defa söylemişti ama bu mevsimde
kirazlar öyle kırmızı ve öyle tatlı görünüyorlardı ki… Her şeyi unutup tüm
gücümü o ağacın gövdesine verip hızlı hızlı tırmandım dallara.

Tam bir tane kiraza uzanacakken ince bir dal çarptı sırtıma.
Onun verdiği acıyla tutunduğum dalı bıraktım, yere düştüm ve düşerken sivri bir
dal parçası kolumu kesti. Eve gözyaşlarıyla, canım acıyarak zorla gidebildim.
Annem kızdı ama bir yandan da bana bir şey olacak diye korkuyordu. Gözyaşlarımı
sildi. Yüzümü temizledi. Sonra yaralarımı temizleyip sardı.

Çocukluğum hep böyle geçti benim. Bize sürekli kızan Bekir
Amca da buradaydı. Bize yine kızıyordu sessiz olalım diye. Ayşe teyzede o
tonton gülüşüyle yine gülüyordu bana. Şekerci Fatma Teyze de bize şeker vermeye
gelmiş, gülümsüyordu. Herkes buradaydı, sevdiğim her insan, hepsi hayattaydı.
Arkadaşlarım onları bulabilmem için saklanmıştı ve yine ebe yapmışlardı. Her
şey eskisi gibiydi yine mutluydum.

Eski sanki geri dönmüştü. Sonra birden irkildim, gözlerimi
açtım, büyük bir yanlışlık vardı. Büyümüştüm galiba. Perişan bir haldeydim. Her
şeyin kötüsü yalnızdım. Ne annem, ne Fatma Teyze, ne Bekir Amca, ne de
arkadaşlarım buradaydı. Burası dünyaydı.

 

Kardelen Esen GÜLŞEN
Şehit Halit Taş Ortaokulu
8. Sınıf
www.kafiye.net


Tarih 6 Eki 2014 Kategori: Elvan USUL

Turk-Islam Kültürü


Turk-Islam Kültürü

Adab ve görgü kuralları Milletlere özgü farklılıklar gösterir.
Uluslararası bazı benzerliklerin olması; kendi kültürümüzü hiçe sayıp evrensel yaşamamızı gerektirmez. Zaten toplumumuzda Osmanlı döneminden itibaren hep yenilikler ülkemize girmiş nedense yabancı hayranlığı ile kendi kültürümüzü aşağılamış hafife almışız.
Iste öz ile yapay kültür çatışması yıllara yüzyıllara damgasını vurmuş ve birbirimizle uğraşır hale gelmisiz.
Birbirleriyle uğraşan bir toplumun ilimde fende ileri olması ne mümkün.
Ne yazık ki, askeri sahada Türk toplumunu bölüp parcalamanin mümkün olmadığını anlayan dünya milletleri, kültürümüz üzerinde oynadığı oyunlarla kadınlardan başlayan erkeklerimizi vuran bir bozulma yaratmıştır.

Islam dini ile Türk Kültürü iç içe girmiş Türk-Islam kültürü doğmuştur. Islamin din kültüründen başka Arap yaşam kültürünü; Yavuz Sultan Selim’in Memluklerle yaptığı savaştan sonra daha da almışız. Kutsal topraklara fetihlerin ardından kutsal emanetlere sahip olmak ne yazık ki Islami daha dogru anlayip yaşamak yerine Arap yaşam kültürünü daha iyi alıp kendimize empoze etmeyi getirmiştir.
Erkekler Peygamberimizi örnek almayı unutmuş kadınlar Fatıma annemizi unutmuş. Ve Türk kültüründen bi haber yaşayıp gitmekteyiz.

Turk-Islam kültürünü yaşayamayan toplumumuz, ya Arap kültürünü din zannedip yaşamakta ya Türk kültürünü salt alıp yaşamakta ya da ikisinden uzak yabancı ve yalancı yaşamakta.
Bu kadar karışık bir yaşam düzeni içinde adab görgü terbiye yaşam kalitesi kişiden kişiye değişiklik gösterir hale gelmiştir.
Kısacası bir milletin birlik ve beraberliğini sağlayan kültür birliği kavramı ne yazık ki ölüm döşeğinde.
Öyle ki, asıl parcalanma insanların ruhlarinda ve zihinlerinde gerçekleşmiştir.

Elde avucta kalan bir karış toprağımız var onda da Türk olarak yaşamak sadece isimlerde kalmıştır.
Türk olarak neyle onur ve grur duyacagim ben şimdi. Yüzyıllar önce atalarımızla duyduğum grur onur bizim gelecek neslimize ne katacak. Bugün bu topraklarda özümüze dönüp özümüze ilim irfan adap edep ve dinimizin maddi manevi vecibelerini dahil edip yasayamazsak gerçek bir kültür miras birakamazsak, grur duyacagim hiç birşey bulamam ve gelecek neslimin yüzüne bakacak bir yüz kendimde göremem.
Birlik ve beraberliğin olmadığı bir toplumun millet olma olasılığı nedir sizce?
Şu an Arap atasözünun dediği gibi, her koyun kendi bacağından asılıyor.
Ben daha ne diyeyim!

Elvan Usul
www.kafiye.net