şiir. öykü, makale, deneme, tiyatro, masal, fıkra, anı, sohbet, röportaj yazılarının yayınlandığı uluslara arası yazar ve şairlerin katılım gösterdiği edebiyat sayfasıdır. Uyum platformudur.
Ben seversem gökyüzü şahit olur.
Yıldızlar, seni her dilediğimde kayar.
Dalgalar denize,kalbim yerine sığmaz
Ama ben seni her gün biraz daha severim.
Sen gülersen, içim alevlenir,
Sol yanıma bir sızı düşer,
Aklım firarda, avaren olurum.
Bir gülüşüne, ömrümü veririm.
Senin BİR sevişine, ben BİN severim…
Ben bir aşık olursam, Leyla kıskanır aşkımı…
Sen, nasıl sevdiğime yanarsın.
Kuşlar kanat çırpar yüreğimde, sen neden duymazsın?
BiLmezler ki ben BAĞLANACAK kadar sevemem.
Ben ancak BAĞIMLIN OLACAK KADAR SEVERİM.
ÖYLE bir severim ki, sevgin sevgimi kıskanır yar…
GİZEM YEL
12.02.2015
www.kafiye.net
Göz Nuru El Emeği
Sabırla yapılan her çalışmanın karşısında alın teri karışan güzelliklerin seyri de bir başka olur. Emeği seyretmek de bir başka tad verir çalışan için. Güzel seyirler dileriz.
Sabriye DENİZ
Hatice Eğilmez Kaya
“Bu gece de uyuyayım,” diye mırıldandı delikanlı. Gardiyan, akşam yemeğini bırakmak için tek kişilik hücresinin ağır ve paslı kapısını tumturaklı bir gürültüyle açtığında, “Bu sabah gelmeyecekler.” demişti.
Uyku gözlerinden akıyordu. Az sonra düşlerinin dikenli yatağına uzanacak, sabah belki de cellatların esmer parmaklarının duygudan uzak dokunuşlarına uyanacaktı. Binlerce karabasanla savrulan bilincini güneşin doğumunu göremeyeceği son gecesine teslim ediyor olabilirdi. Gardiyan nereden bilecekti, onların ne zaman geleceklerini.
Hücresinin soğuk duvarlarına birkaç yumruk darbesi indirdi. Yan taraftan aynı ritimde ses geldi. Kendisini yalnız hissettiğinde böyle yapardı hep. Bazen de ondaki karanlığı yok sayma arzusunun benzeri karşıdan gelirdi. İki komşu hücrenin sakinleri eğer yüksek sesle bağırmazlarsa birbirlerini işitemezlerdi. Seslerini yükselttiklerinde gardiyanların sert ikazlarına maruz kalırlardı. İkazlara rağmen iletişim kurmaya çalışmak onlarda sonuca varmaktan çok, sağlam ve dik duruşlarını ifade etmeyi amaçlayan bir isyandı. Yönetim için şeytan azapta gerek, derlerdi içlerinden.
Delikanlının idam kararı geçen mayıs ayında onaylanmıştı. Dışarıda çiçeklerinden henüz arınmış, meyveye duran ağaçlar, son günlerini yaşayan gelincik ve papatyalar erken gelecek bir yazı müjdelerken, mahkeme salonunda ölümcül rüzgarlar esiyordu. Hakim kalemini salonun loş aydınlığında, tuhaf bir sessizliğin ortasında, kırıvermişti. Kalemden çıkan çatırtı, birbirini tetikleyen dalgalar halinde salonun en uzak noktasına kadar yayılmıştı. İçerideki üç beş gazeteci boş gözler ve anlaşılmaz bir umursamazlıkla olanları kaydediyorlardı. Kararı endişe içerisinde bekleyen aile o gün mahkeme binasına dahi alınmadığından acılı annenin feryadı, suskun babanın derin soluk alıp vermeleri eşliğinde yere kapaklanması, öfkesi içlerine sığmayan ağabeylerin haykırışları onların kayıtlarına geçmemişti.
O uğursuz günden sonra sıcak yaz geceleri, rutubetli zindan havası, ciğerlerine yapışan idam kararı bir araya gelip gecelerce uykusuz bırakmıştı Sinan’ı. Henüz on dokuz yaşındaydı. Kalın siyah kaşlarının altında dünyaya olanca sertliğiyle bakan toy bakışları vardı. Annesi onun koyu kahve gözlerine bakıp ninniler söylemeyi daha dün terk etmişti sanki.
Hücredeki bir insanın bütün duyuları hassaslaşıyor, dışarıda sıradan gelen her şey içeride etkisi katlanarak yaşanıyordu. Sinan bu hali rüyalarına benzetirdi. Nasıl gerçek dünyanın gerçeklik oranı tartışılan atmosferindeki duygular, asıl güçlerini rüyaların soyut -olarak nitelendirilen- dünyasında gösteriyorlarsa, yapayalnızlığın hüküm sürdüğü bu yerde de olanca heybetleriyle arzı endam ediyorlardı. Sinan aylar boyunca bir tasanın binlerce tasaya dönüştüğü, neşelenme ihtimalinin neredeyse hiç olmadığı, karanlık ve izbe bir dünyanın içinde kendine, en çok kendine dönmüştü.
Ölümü düşünecek çok vakti olmasına rağmen bu evrensel hakikat üzerinde pek durmamaya özen gösteriyordu. En çok yıldızları özlemişti. Ilık deniz rüzgarlarına aşina olan şehrinde, geceleri sırt üstü yatar, bütün bedenini okşayan imbatlar eşliğinde üzerine yağan yıldızları seyre dalardı. Yıldız kümelerinin yerlerini eliyle koymuş gibi bulmak, Samanyolu’nun ışıltılı bir nehri anımsatan izini sürmek, Kutup Yıldızı’na onlarca kez bir daha bir daha bakmak onun delikanlı kalbini şen ederdi. Oysa son yazı, gündüzleri rutubetli bir tavanın sararmış yüzüne bakmakla, geceleri karanlığı görmemek için gözlerini sımsıkı yummakla geçmişti. Göz kapaklarında yitik gök cisimleri harelenirdi çoğu kez. Bazen bir yıldız kaymasıyla uyanıp saatlerce uykusu kaçar, ışıltılı Akdeniz göğüne özlem duyardı.
Yandaki hücrede otuzlu yaşlarına yaklaşmış, ona göre oldukça sakin yaratılışa sahip bir adam ölümünü bekliyordu. Gardiyanlardan duyduklarına ve bağırış çağırışlarla öğrendiklerine göre komşusu evliydi. İki de oğlu vardı. Oğulları henüz okula bile başlamamışlardı. Eşi aylardır cezaevinin önündeki kahvede görüş izni beklediği halde birkaç dakikalığına dahi olsa görememişti onu.
Duvarın öte yanından,
“Nasılsın kardeş?” diye haykırdı Kemal ağabeyi.
“İyiyim abi. Müthiş uykum var. Uyuyacağım. Sen nasılsın?”
Sonbaharın ortalarında başlayan ve bütün kış süren bir uyku hali olurdu Sinan’ın üzerinde. Uzun kış gecelerinde, o sene de tatlı tatlı uyuyabilecek miydi acaba?
Kemal bağırmaya devam ediyordu. “Ben uyuyamıyorum. Gerçi akşamüstü gardiyan rahatça uyuyun, bu gece son geceniz değil, demişti.”
Sinan tebessüm etti. Kemal onun tebessümünü görmese de hissetmişti.
“Uyurgezer gardiyan bizim bekleyişimizi asla anlayamaz. Onun için biz sıradan bir vakayız. İşkence etmekten, adam dövmekten ruhu ölmüştür onun. Köpeklik de zor.”
Sinan yaşlı gardiyan için üzüldü.
“Bazı insanların dünya üzerinde ne kadar kötü konumları var. Evlerine ekmek götürmek zorunda herkes.”
Delikanlının iyimserliğine içerleyen Kemal bir süre sustu. Sonra unutmuş da yeni hatırlıyormuşçasına ekledi.
“Çocuklar ne yapıyor acaba?”
“Çocuklar” deyişinde taşralı bir söyleyiş vardı. Eşini de kapsayan bir merak edişti bu. Kemal’deki aydın duruşun altında naif bir geleneksellik sezerdi Sinan.
“Ne yapsınlar? Uyuyorlardır bence. Güz uykusu yaman basıyor insana. Efkar, hüzün hak getire.” dedi.
Hiç konuşası yoktu. Buna rağmen Kemal ağabeyine doğru bağırdı.
“Siyasi af çıkar mı sence?”
“Affın önce kokusu yayılır, sonra kendisi gelir. Fakat kim bilir ne zaman çıkacak?”
“Bize yetişmez. Bugün yarın infaz ediliriz.”
Sinan’ın konuşası yoktu fakat Kemal susmuştu. “Ne tuhaf!” diye düşündü delikanlı.
“İyi geceler abi.” diye bağırdı.
Derinden ve binlerce tasa ile ağırlaşmış bir cevap geldi.
“Sana da kardeşim.”
Çocukken annesi geceleri ıslık çalmasını yasaklamıştı. Gündüz, bildiği türküleri ıslıkla çalar, farklı melodiler de oluştururdu Sinan. Sonraları bağlamaya heves etti. Ölmüş ozanların türkülere düşen gölgelerine dalar giderdi bağlama çalarken. Batı çalgılarından hiç haz etmemişti. Sömürgeci batı uygarlığına sövüp sayan bir genç için alışıldık bir tepkiydi onunki. Şimdi İngilizce dersinden isteyerek zayıf aldığı, her ders “Bu dili öğrenmek zorunda değilim ben.” diyerek öğretmenleriyle tartıştığı yeni yetmelik günlerini anımsıyordu perde perde. On dokuz yaşındaki birisi için çocukluk yılları bile, uzansa tutuvereceği yakınlıktaydı.
Sıra dışı görünüşüyle bağlama hocasını anımsadı. Hırpani giyinir, dalgalı saçlarını omuzlarının seviyesinde tutardı Mürsel Hoca. Sinan evvel zaman dervişlerini anımsatan bu orta yaşlı adamın ütüsüz gömlekleri, üzerinden dökülecek zannederdi. Şakakları kırlaşmış saçlarını hiç taramadığından emindi. Kısık sesle konuştuğu için öğrencileri onu işitmek için olağan üstü çaba gösterirlerdi. Türkü söylemeye başladığında da sesini yükseltmezdi hiç. “Dünyada o kadar çok bağıran var ki ben bağırmıyorsam ne olmuş!” derdi. Böylesine halim selim duruşlu birinin konservatuardan siyasi düşünceleri yüzünden ayrılmak zorunda bırakılmasına şaşarlardı. Onlarla siyasetten konuşmazdı. Sinan onun “Müzik, kalbin ritminin evrenin ritmiyle buluşmasıdır.” Sözünü tekrar etti bilinçsizce. Annesi yanında olmadığından ıslıkla yanık bir Anadolu türküsünü çalmaya durdu. “Feleğin bir kuşu var tırnağı demirdendir.”
Ölmek garip bir şeydi. Yaşamanın anlamını tam olarak kavrayamadan ölümü beklemek, onun bazen güçlenen bazen zayıflayan sesini kapının önündeki ayak tıkırtılarında kollamak, kulağı kirişte şafağı beklemek de garip bir şeydi. Karanlık, nemli ve soğuk bir hücrede son geceleri olduğunu bildiği gecelerin hesabını tutmak da garipti.
İçindeki ölüm korkusu onu artık utandırmıyordu. Yine de içindeki korkulardan hiç kimseye söz etmezdi. Belli bir ideale bağlanmış olmak, cesur görünmek zorunluluğunu da beraberinde getiriyordu. Onu yılgın görmek isteyenlere verdiği onurlu bir cevaptı ölüme serinkanlı adımlarla ilerlemek.
Hücreye kapatılmadan önce ailesinden sağlıklı haberler alabiliyordu. Gelen haberler annesinin sürekli gözyaşı döktüğüne dairdi. Hiç kimse annesinin kederli kalbini teskin etmeyi başaramıyordu. Sinan annesinin çektiği ahları işitir gibiydi. “Ah” diyordu mutlaka annesi, “Keşke daha farklı bir güne doğursaydım oğlumu. Ya da görmeseydi ve bilmeseydi. Okumasaydı, aklı ermeseydi keşke. Cahil kalsaydı. Koyun olsaydı, kuzu olsaydı. Ne diye karıştı olaylara ne diye?” Babası içten içe annesini suçluyor olmalıydı. Davasını hiç anlayamamıştı zaten. İnsanın sadece kendisini düşünmesi gerektiğine inanan bir adamdı o. Bencildi, dünyaya çıkarlarının camları ve perdeleri kirli penceresinden baktığı için anlayışsızdı. Sinan’ın asıl başkaldırısı onun hodbin karakterineydi.
Aşka inanmazdı Sinan. Sömürüye, şiddete ve kan dökmeye bu derece eğilimli insan neslinin aşkı da saf kalpli insanları aldatmak için uydurduklarını, kendi uydurdukları sevmek ve sevilmek mitine kendilerinin inandıklarını düşünürdü. Aşk ona göre bedensel işlevlerimizin sonucunda oluşan, tamamen maddi özellik gösteren bir şeydi.
Annesi babasına aşık olup evlenmişti. Babası kendisine aşık olan o masum genç kızın sergilediği halleri burun kıvırarak anlatırdı. Elini sallasa ellisini bulacak kadar yakışıklı olmasına rağmen, ela gözlerini üzerinden ayırmayan bir hayli safiyane, yeteri kadar güzel bulduğu komşu kızını, “Bundan iyi anne olur,” deyip almıştı. İsmi de kafa karıştırıcı sözlere hedef olmamıştı Hayriye’nin. Erkeğin geleceği, kadının geçmişi mühimdi onun küçürek dünyasında. Bir ihtimal haklıydı üstelik.
Aşkın laftan ibaret olduğundan emin olan Sinan, sık sık kendisini sınıf arkadaşı Selma’yı düşünürken bulurdu. Soğuk mahpushane taşları, her gün çıkarıldığı volta avlusu, avluya konan güvercinler, üşüyen ellerini ısıtmaktan aciz güneş kadar gerçekti bu hatırlayışlar. Kalbindeki çarpıntıyı “Ondan hoşlanıyordum, içimden geçenleri hiçbir zaman söyleyemediğimden ismi kafama takılmış olmalı.” diye açıklardı. Nasıl da yüzü kızarırdı Selma sınıfa girdiğinde.
Burjuva kızdı Selma. Takıp takıştırmayı pek severdi. Gezsin, tozsun, yesin, içsin, eğlensin… Bazen dönüp Sinan’a bir bakardı. Sinan o anda öleceğini zannederdi. Onu ilk gördüğünde ensesinden omuz ortasına kadar yayılan ateş de aşk değildi. Bedeninin fizyolojik tepkileriydi. Birkaç gün sonra ayağının altındaki tabureyi mutlaka kendisi itmeliydi. Cellatlara, son hamleyi bırakmaya niyeti yoktu. Selma’yı da artık düşünmeyecekti. Ne kadar lüzumsuzdu aklının bir köşesinde bir daha göremeyeceği birine yer ayırması.
İki ağabeyi de Sinan tutuklandıktan sonra evlenmişlerdi. Birinin kızı olmuştu. Diğerinin eşi hamileydi. Kendisine hiç benzemezdi ağabeyleri. Babası onlar için “Bana çekmişler, akıllı mantıklı çocuklar,” derdi. Sinan vatan hainlerinin sözlerine kanacak kadar saf kalpliydi. Derslerinde başarılı olsa ne olurdu. Annesine çekmişti o. Aklı bir karış havadaydı, hayatın gerçeklerinden habersiz yaşadığı için gelmişti başına gelenler. Buna rağmen ikinci torunu olduğunda adını Sinan verecekti. Babasına, büyük amcasına ve dedesine benzemesi temennileriyle. Karanlığın ortasında yapayalnız kalmış olan delikanlı omuz silkti. Bu sözleri bizzat babasından duyuyormuş da umursamıyormuş gibi. Babası onun bu hareketini görse çileden çıkardı vesselam.
Gecenin bir yarısında karnı acıktı sonra. İki yıldır üç cezaevi değiştirmişti, üç farklı ilde. Her karıştığı isyanda başka bir cezaevine naklediliyordu. Hepsinin ortak noktaları yemeklerinin berbat oluşuydu. Tek tip giymeyeceğiz, diye girdikleri açlık grevinde birbirlerine pek kaybımız yok şakasını yaparlardı. Midesi kazınınca hafızasının bir yanı o kötü günlere, diğer yanı annesinin güzel yemeklerine gitti. Et yemekten hoşlanmadığı için dumanı tüten acılı tarhana çorbası canı istedi. Yanında sıcacık köy somunu olmalıydı illa. Özel hayatına dair istekleri ne kadar sınırlıysa yemek tercihleri de o derece mütevaziydi. “Afferin oğlum Sinan.” dedi kendisine. “Davanı sadece kafan değil miden de anlamış.”
İçeride yavaş akan hayat, dışarıda olanca ihtişamıyla gürlüyordu. Kasaba ve köylerin boş vermişliği, şehirlerin kendinden geçmişliği yansıyordu gazete köşelerine, magazin dergilerine, televizyon ekranlarına. Sinan bunların hiçbirinden haberdar değildi. Son iki yılda uğruna taş zindanlara girdiği memleketinde daha az düşünen, daha çok tüketen bir neslin tohumları atılıyordu. Akrabaları bile tuhaf bir düşüncenin peşinden koşan bu delikanlıyı hırsızlardan, kalpazanlardan, uyuşturucu pazarlayıcılarından çok daha tehlikeli görüyorlardı. Onlara göre Hacı Mehmet Ali Efendi’nin torunu anarşist olmuştu. Sadece annesi “Benim oğlum haram mı yemiş, cana mı kıymış, onun bunun namusuna mı bakmış? Ne yapmış benim oğlum? Bildiriyse bildiri! Aldıkları gibi çöpe atsaydı alanlar. Oğlumun su gibi aziz canına dokunmasalardı.” deyip isyan ediyordu. Sinan biliyordu ki elleri kuru ağaç dallarını anımsatan anası, uçsuz bucaksız Anadolu bozkırlarında yeşermiş anne yüreğiyle onu anlayan tek kişiydi.
Annesini düşünerek uykuya daldı. Uykunun sihirli kollarına sığınmadan önce, “Ağlama anne, anne ağlama” sözlerini sufilerin zikirlerine denk bir samimiyetle söyledi durdu. Bir gece daha çekip gidecekti o, kendinden firar etmiş bir terk edilişle uyurken. Sabah olacaktı yine. Mahkumların nasiplenemediği bir ışık yayılacaktı dünyaya. Uzak köylerde horozlar ötecekti. Müezzinler elleri kulaklarında ezan okuyacaklardı. Genç kızlar, delikanlılar, çocuklar, işçiler ve patronlar uyanacaklardı. Hayat kaldığı yerden devam edecekti olanca vurdumduymazlığıyla.
Paslanmış, demir kapının kilidi açıldı ertesi sabah. Beklenen genel affın çıktığı, bu affın siyasi mahkumları da kapsadığı, idamlıkların sehpadan döndükleri haberi yayıldı bütün cezaevine… Sinan uykulu gözlerle baktı haberi yayan gardiyanın gözlerine. Neyin gerçek neyin düş olduğunu anlayamadı.
Demir pençeli ölümün iki kanadı da kırılmıştı. Kırılan kalemlere inat…
Hatice Eğilmez Kaya
www.kafiye.net
Anıyorum maziyi yüreğim dağlanıyor,
Kırdın kolum kanadım ağlıyor yanıyorum.
Sözlerin yalan dolu inanıp kanıyorum,
Sanıyorum hayalin yanımda öpüyorum.
Silinmez ne hikmetse yüreğimde izin var,
Dar geliyor şu dünya sensiz hiç yaşanmıyor.
Kar yağdı saçlarıma hasretin çekilmiyor,
Bedenim solduğunda başucumda ağla yar.
Soldu hep bahçemizde ne gül kaldı ne çiçek,
Gizemli gecelerde gözlerim yaşla doldu.
Çok mu zordu gelmedin bu nasıl uzak yoldu,
Oldubitti diyerek bitmez aşk hikâyesi.
Unutmayı denesem bu sevgi beni bağlar,
Dağlar kor ateş gibi yüreğimi kavurur.
Çağlar şu yüreğimden yakarım bin bir ağıt,
Bakarım tek resmine gözlerim sana ağlar.
SABİHA SERİN
Not: GÜLCE EDEBİYAT AKIMI (Çaprazlama Nazım Türü)
Çünkü o zayıftı. Zorluklarla baş etmek yerine kolay olanı yani kaçmayı seçti o. Annem ve beni terk edip gitti .Evet , zaman geçiyor ve ben büyüyorum hayatın sert ve acımasız koşullarına rağmen..!Ben doğaya aşık biriyim. Doğayla iç içe olan biri. Suyu çok seviyorum küçüklüğümden beri ve doğa fotoğraflarını çekmeye bayılıyorum.Hayata’’ her şeye rağmen ben buradayım’’ demenin en güzel örnekleri bunlar. Benim biriciğim olan ANNEM , suya olan ilgimi bildiği için 18. Yaş günümdeki hediyesi en güzel hediyesiydi. Çünkü artık ben Rafting yapacaktım. Benim bu zevkim hala sürüyor. İlk başlarda biraz zorlandığım raftingde artık ustayım.
Gece-gündüz ağlattın ,gözlerimi nem ettin,
Yüreğimi intizar,hayatımı qam ettin,
Tebessümü yüzümden uzak saldın,kem ettin,
Tek nefsinin yüzünden son verdin bu sevdaya.
*
Ne hayaller kurmuştuk oysa senle taze,ter,
Ömür denen sahnede mutsuzluk ömrü keser,
Mutlu geçen günlerden şimdi kalmadı eser,
Tek nefsinin yüzünden son verdin bu sevdaya.
*
Saldın çileye,oda bir de yüzüm gülmedi,
Çektiyim bu azabı asla kimse bilmedi,
Acımadı halime,kimse gözüm silmedi,
Tek nefsinin yüzünden son verdin bu sevdaya.
*
Kurduğumuz hayaller hepsi puç oldu gitti,
Düşler de rüya gibi toz olup gözden yitti,
Öyle büyük bir aşkın sonu ne ile bitti?
Tek nefsinin yüzünden son verdin bu sevdaya.
*
O günlerden hatıra resmin kalmış elimde,
Yüreğimi sızlatan ismin her an dilimde,
Ellerinin sığalı hala kalmış telimde,
Tek nefsinin yüzünden son verdin bu sevdaya.
Sema Dağlı.
9.02.2015
www.kafiye.net
Susarsan Beni Duyabilirsin-Son
Derinden gelen bir zil sesi kulakları tırmalıyordu. Epeyce çaldı ve sustu. Pelin duymuş; ama kolunu uzatıp telefonu alamamıştı. Ne olduğunu bile tam anlayamamıştı hatta.
Beş dakika kadar geçti ve tekrar aynı zil çaldı. Gözlerini açtı Pelin. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Hala Tarık’ın söylediği o sözde idi. ‘İşte kadın böyle olur…’ sözü kulağında çınlıyordu Pelin’in. Ayşe için bu lafı söylemişti ha Tarık!
Telefonun zili yine susmuştu; ama Pelin sürekli tekrarlıyordu Tarık’ın o sözünü.
‘İşte kadın böyle olur…’
Gözünü açamıyordu. Açsa bu sözün kaybolacağını düşünüyordu. Ya Ayşe’nin aldığı o kaşarlı pidelere ne demeliydi? ‘Hain şerefsiz!’ diye geçirdi içinden, gözleri kapalıyken. Hem kocasını, hem çocukluk arkadaşı Ayşe’yi perişan etmeliydi. O bölüme takılıp kalmıştı. Gözünün önünde hep o anlar vardı ve silinmiyordu.
Bir beş dakika daha geçince telefonun alarmı yine acı acı çaldı. Bu kez açtı gözünü ve telefonun sesini kapatıp yanındaki yatağın boş yanına fırlatıp attı. Tarık yanında yatmamıştı. Demek ki Ayşe öyle tembih etmişti kocasına. Artık koca da denmezdi ya…
Birden son sesine kadar haykırdı. Sinirleri boşalmıştı.
-Tarıııııkkkkkk! Allah belanı versin adammm! Allah senin belanı versin! Kötürüm olasın e mi?
Etrafına baktı. Tarık’tan ses yoktu. Gitmiş miydi yoksa? O Ayşe adamın huyunu da değiştirmişti. Böyle bir adam artık kocası olamazdı. Hızla salona geçti.
Tarık divanda üstü açık uyuyordu. Demek doğruydu. Ayşe’nin tembihi idi. Hızla divana yöneldi. Sesinin tonu hiçbir tanımda yer alamazdı. Tarık’ın böbreklerine doğru parmaklarıyla dürterek ve elleriyle neresine rast gelirse vurarak uyandırmaya çalışıyor, çığlıklarına hâkim olamıyordu.
-Allah’ın belası adam! Kalk bakalım kalkkk! Hesap vereceksin bana adi adam!
Tarık gözlerini açıp karısına tuhaf bir şekilde bakıyordu. Hiçbir şey anlayamamıştı.
-Ne oldu hayatım ya? Ne bağırıyorsun?
-Cehennemin dibi oldu adi herif!
-Sakin ol ve hakaret etme! Yoksa benden daha ağır hakaretler işitirsin.
-Demek ‘İşte kadın böyle olur…’ ha! O kadının da, senin de canın cehenneme. O mu tembihledi seni? Karının yatağında yatma mı dedi? ‘İşte kadın böyle olur…’ ha!
-Hayatım sen iyi misin? Delirmedin değil mi?
-Deli sensin! Az önce kulaklarımla duydum, gözlerimle gördüm. Ayşe’nin sana aldığı kaşarlı pideleri yerken ‘İşte kadın böyle olur…’ dedin.
-Az önce mi? Kızım sen az önce yatakta değil miydin? Ben divanda uyumuyor muydum?
Bir an sessizlik çöktü salona. Pelin’in yüzü kıpkırmızı olmuştu. Şimdi hatırlamaya başlamıştı rüya gördüğünü. Ya o işyerine bırakmalar falan? Tabii ya! Hepsi rüyaydı. Kocasına ne diyeceğini şaşırdı birden. Şu an kendisi zor durumdaydı. Adama hakaretler etmişti hiç yoktan.
Tarık anlamıştı durumu ve kahkahalarla gülmeye başladı. Bunca şüphe elbette rüyada da yerini bulacaktı. Etrafın sözleri nihayet karısını bu duruma getirmişti. Divandan doğruldu ve gülümseyerek karısına doğru yürüdü. Sarıldı boynuna Pelin’in. Yanaklarından öptü.
İşyerinde birlikte çalışıyorlardı Ayşe ile. Aslında Pelin de Akif ile birlikte aynı işyerindeydi. Ofis çalışanlarının malum dedikodularını duymuştu Pelin birkaç kez. O günden beri Ayşe’yi kıskanıyordu.
-Aşkım… Sen neden kendini başka bir kadınla kıyaslıyorsun? Ben seni sevdim. Çok sevdim hem ve seninle evlendim. Hala çılgın bir aşkla bağlıyım sana canımsın.
Sarıldı Pelin kocasına. Olmayacak bir şey yapmıştı. Hata etmişti.
-Tarık… İşe geç kaldık. Affet beni ne olur. Hadi giyinip çıkalım.
-Aşkım bugün Pazar. Tatildeyiz. Baş başa olacağız bugün.
-Tarık! Hayatım; seni çok seven bir kadının kör bir kıskançlığı bu. Affet beni.
Elinden tutarak yatak odasına götürdü kocasını. Tarık, sevgiyle bakıyordu karısına. Pelin ise, az önce yatağın boş kalan tarafına attığı telefonu eline almış bir numarayı arıyordu.
-Ayşeciğim… Canım günaydın. Tatlım, inan seni rüyamda gördüm. Öyle güzel, öyle asildin ki… Akif ve sen bizi kahvaltıya davet ediyordun. Ben de ‘Rüyalar gerçek olsa’ şarkısını mırıldanıp hemen seni aradım. Aaaa davet ediyorsun değil mi canım? Tamam… İki saate kadar oradayız canım.
Telefonu yine fırlattı. Ama bu kez Tarık yanında yatıyordu. Özlemle sarıldı kocasına.
-Sevgilim… Ayşelere 10 dakikada gidebileceğimize göre tam 110 dakikamız var…
***
SON
Melek Kırıcı
www.kafiye.net
Sabah saat sekizi çeyrek geçe uyanmıştı Pelin. Hala mahmurdu. Gerindi bir süre. Birden aklına mesaisinin saat dokuzda başlayacağı geldi. Tarık’a doğru döndü; o da mışıl mışıl uyuyordu. Oysa aynı saatte başlıyordu mesaileri. Kendisi fırladı yataktan. Lavaboya gidecekti ki; kocasını da uyandırması gerektiğini düşündü. Sertçe sarstı birkaç kez. O da homurdanarak gözlerini açtı.
Pelin lavaboda yüzünü yıkarken sadece yarım saat kalmıştı. Daha eşi de giyinecek, önce kendisini işyerine bırakacak, sonra da kendi işine yetişecekti. İkisi de yetişemezlerdi bu durumda. Lavabodan adeta haykırdı:
-Tarııııkkkk! Rüyanda Ayşe’yi gördün ki uyanamadın bu sabah. Artık kalk da beni yetiştir. Sen de ne yaparsan yap.
-Lavaboyu boşaltırsan ben de yüzümü yıkayacağım.
Öfkeyle çıktı Pelin. Geceliğini yolda çıkarmaya başladı ve dünkü giysilerini aceleyle giyindi. Yanaklarına hafif pudra serpti. Bu arada Tarık da gelmiş, hazırlanıyordu. Ağır hareket etmesinin nedeni, yeni giysiler seçip giyinmeye çabalamasıydı. Kemerini yeniden takıyor, ceplerini boşaltıyordu. Bir de parfümü eline alınca, Pelin çıldırdı ve dış kapıyı hızla vurarak çıktı evden. Asansörü çağırıp kabine girdiğinde saçlarını taramadığını fark etti. Hemen tarağını alıp acele hareketlerle asansörde taradı. O tararken zemine inmişler ve kapı açılmıştı. Kapıcı ‘Günaydın’ dediğinde oldukça utandı. Kendisi kabinden çıkar çıkmaz bu kez Tarık çağırdı asansörü. Aslında sinirlenip çıkması zaman kaybına yol açmıştı.
Dışarı çıkıp otomobillerinin yanında durup beklemeye başladı. Birden yanında bir başka otomobil durdu. Akif gülümseyerek kendisine bakıyordu.
-Şimdi Ayşe’yi bıraktım. Yolumu özellikle buradan yaptım. Geç kalacağını tahmin etmiştim. Zaten aynı yere gidiyoruz; seni ben götüreyim.
-Ah Akif ya! Seni Allah yetiştirdi sanki. Bizim uyuşuk hala gelecek.
Hiç düşünmeden ön koltuğa oturdu.
-Hadi hareket et… Zaten geç kaldık.
-Tarık’ın haberi olmasın mı?
-O uyuşup kalsın. Az sonra seninkiyle kahkahalar eşliğinde çay içerler işyerlerinde.
-Nasıl yani?
-Yani kahvaltı yaparlar.
-Ama evde yaptık biz.
-Onlar birlikte kahvaltı yapmak için hemen acıkırlar.
-Pelin! Senin dilinin altında bakla var.
-Ne baklası ayol! Sen Tarık’ın en yakın arkadaşısın. Hemen kötüye çekme işi.
Şu an yüreği gülüyordu. Bir taşla üç kuş vurmuştu. Hem Akif’in kulağına kar suyu kaçırmış, hem Akif’in arabasına binerek hem Tarık hem Ayşe’yi kıskandırmış, hem de kendisi Akif’in dikkatini çekmişti. Madem onlar birbirleriyle bakışıyorlardı, Tarık’ın karşısında yarı çıplak oturuyordu Ayşe; intikamını almalı, kendisi de Akif’in dikkatini çekmeliydi.
Bunları düşünürken telefonu çaldı. Eşi idi arayan… İyice abartmayı düşündü planını ve açtı telefonu.
-Merhaba Tarıkçığım. Sen geç gelince sağ olsun Akifçiğim evin önünden geçiyormuş, nezaket gösterdi beni de aldı. Akif benim canım yaaaa! Ne incelik ama değil mi?
İçin için gülüyor ve eşinden cevap bekliyordu. Onun konuşmakta geç kalışı, şoka uğradığının işaretiydi. ‘Oh olsun!’ dedi içinden. Tarık’ın sesi duyuldu.
-Peki!
Kısa, net, öfke dolu bir cevaptı. Daha da sevindi. Ayşe’nin o bacak gösterisi neydi öyle dün gece. ‘Dur ben de hafif çekeyim eteğimi’ diye düşündü. Bu his bile kocasına karşı aleni bir savaştı. Madem kendisinin lise arkadaşı kocasına karşı dişiliğini kullanıyordu, kendisi de kullanmalıydı. Tarık’ın ancak aklı böyle başına gelir ve Ayşe^ye olan ilgisi biterdi. ‘Nasıl olsa ben kendimi frenler ve Akif’e fırsat vermem.’ diye de düşündü. Sanki uykudan ayıkmak istermiş gibi kollarını açıp gerinirken, bacaklarını oynattı ve eteğinin iyice açılmasını sağladı. Adım adım ilerliyordu Pelin.
Akif fark etti Pelinin eteğinin açıldığını. Oysa dün geceki etekti ve eteği gece boyu hiç açılmamıştı.
-Pelinciğim dün bizden sonra eteğini kısalttın mı yoksa?
Şuh bir kahkaha savurdu Pelin.
-Yok ayol. Senin araba sarstıkça açıldı. Ne yapayım yani? Sen bizim aile dostumuz değil misin? Senden de mi sakınayım yani?
-Yok tabii ki! Sadece sordum.
Bu arada işyerlerine gelmişlerdi. Saat dokuza beş vardı. İkisi de arabadan inip binaya yöneldiler.
***
O arada Tarık yalnız kalınca kestirmeden işyerine gitmiş, çoktan varmıştı bile. Odaları Ayşe ile yan yanaydı. Kendisi şirketin müdürü, Ayşe ise müdür yardımcılığı görevindeydi. Bu nedenle de sıkça beraber oluyorlardı.
Doğru Ayşe’nin odasına geçti. Genç kadın her zamanki gibi bakımlıydı. Eteği gece giydiğinden de kısa, göğüs dekoltesi ise olağanüstü idi. Hemen bir ıslık çaldı; hani şu hayranlık ifade eden ıslıklardandı. Ayşe gülümsedi.
-Neden bu ıslık bakim sevgili arkadaşım?
-İçeri girer girmez öyle bir güzellikle karşılaştım ki…
-Ayıp ama Tarıkçığım. Ben arkadaşının eşiyim.
-Ne yaptım ki? Tabii Akif’in eşisin.
-Şaka şaka! Ama laf aramızda sen de çok yakışıklısın bu sabah. Bil bakalım ne aldım gelirken?
-Ne aldın?
-Akif beni bırakınca hemen pastaneye gittim. Senin sevdiğini biliyordum. Daha da önemlisi; sevgili arkadaşım Pelin’in sabah sabah seni aç bırakacağını da biliyordum. Kaşarlı pidelerden aldım sıcak sıcak.
Tarık iç sesi ile duyurmadan söylendi:
-İşte kadın böyle olur…
***
2. bölüm sonu
Devam edecek…
Melek Kırıcı
www.kafiye.net
-Böyle devam edersen, senin yüzünden onlarla görüşmeyeceğim Tarık…
-Ne oldu yine hayatım? Ne bahaneler üreteceksin bakalım gecenin bu saatinde?
-Ne olacak sence? Hadi kadını övmelerini anladık; ya o bakışların neyin nesiydi?
-Pelin, çok ayıp ediyorsun canım! Farkında mısın bilmem; olmayacak sözler ediyorsun şu an. Ben nasıl bakmışım Ayşe’ye? Anlat bakalım… Hele ki Ayşe senin genç kızlıktan arkadaşın ve Akif de benim çocukluk arkadaşım. Sence ben çocukluk arkadaşıma; o kadar sevip değer verdiğim can arkadaşım Akif’e böyle bir ihanette bulunabilir miyim canım?
-Zaten mantıksız olan da bu ya! Yemek masasında bakışların yetmez gibi, bir de onlar gittikten sonra bana neler neler diyorsun? Düşün hele bir…
-Ne dedim Pelin sana? Nasıl baktım Ayşe’ye? Açık konuşsana…
-Neredeyse yediği lokmaları sen ağzına koyacaktın kadının. Yok efendim Ayşe’nin sofra hazırlaması daha modernmiş, yok efendim Ayşe harika yemek yapıyormuş, tam senin istediğin gibiymiş. Yok efendim Ayşe giyinmeyi, kendine yakıştırmayı biliyormuş. Ne yani? Mini mini giyip, senin karşına da geçip, bacak bacak üstüne atınca mı giysileri kendine yakıştırmış oluyor Ayşe?
-Ya karıcığım, ben kendi karımla da dedikodu yapamayacak mıyım misafirler gittikten sonra? Dikkatimi çekenleri söyleyemeyecek miyim? Biz iki yabancı mıyız yani?
-İyi ya! Tam da bu işte! Karı kocayız; ama hayranlığın Ayşe’ye… O zayıfmış, kilo almamak için dikkat ediyormuş, hareketliymiş, bu hareketliliğiyle kim bilir Akif’e ne zevkler veriyormuş yatakta… Senin dedikodu dediğin, dikkatini çekenler bunlar mı canım?
-Fikrimi söylemek suç mu bir tanem ya?
-Allah’ını seversen uyu hadi. Uyu ki beni delirtme! Bil ki senin yüzünden bir daha onlara gitmeyeceğim.
-Aşkım, biricik sevgilim. Sen benim karımsın; başkası değilsin ki. Tüm bunlar benim şahsi görüşlerim; arzularım değil ki…
-Bana bak Tarık! Ben de bir kadınım. O kadının evinde geçen hafta yediğin yemekleri öve öve bitiremezken, benim daha bu akşam yaptığım yemeklerden söz bile etmiyorsun. Gerçiiii, Ayşe’ye bakmaktan benim yemeklerimi görmedin bile.
-Abartma istersen!
-Şu an sana sorsam; Ayşe’nin giysileri ne renkti, nasıldı desem; tek tek anlatırsın. İyi, güzel… Anlat! Ama hadi söyle bakalım; ben akşam ne giymiştim?
-…
-İşte bu!
İkisi de yatakta, yastıklarını hafif dik koyup uzanmışlar, kavga ile sohbet arası laflar ediyorlardı. Tarık’ın cevap veremeyişi, yutkunuşu, kem küm bile edemeyişi Pelin’i adeta kudurtmuştu. Ani bir hareket yaptı, yastığını alıp yataktan fırlayarak kalktı. Öfkesi bununla da kalmayıp yatak odasının kapısını hızla vurarak çıktı salona.
Tarık peşinden gitmedi Pelin’in. Aşırı yorgundu. Çok da uykusu vardı. Hemen uykuya daldı.
Pelin salona çıktığında kendini bir koltuğa zor atmıştı. Burnundan soluyordu adeta. Böyle bir şey olamazdı. Bir erkek nasıl olurdu da çocukluk arkadaşının karısına kötü gözle bakardı ki? Üstelik de Ayşe kendisinin liseden arkadaşıydı. Erkek cinsinde böyle bir zayıflığı ömründe duymamıştı.
Pelin’in aklından geçenler korkunçtu şu an. Şeytan diyordu ki; git, şu adamın gırtlağına sarıl ve boğ. Bir insan hem karısına, hem çocukluk arkadaşına nasıl yapabilirdi ki bunu?
Düşünürken koltukta uyudu kaldı Pelin. Kaloriferler de sönmüştü gecenin bir yarısında. Üstündeki incecik gecelikle üşümüştü; ama doğrulup kalkamıyordu. Akşamki yemek hazırlığı çok yormuştu onu.
Sabaha karşı Tarık lavaboya kalktığında, karısını o halde görünce derin bir iç geçirdi. Buza kesmiş gibiydi. Uyandırmamaya özen göstererek kucakladı ve yatak odalarına götürüp yatırdı. Üzerini de yorgan ve battaniyeyle örtmeyi ihmal etmedi.
Lavabodan çıkınca Tarık da bir koltuğa oturup düşünmeye başladı. Söyledikleri yanlış değildi ki… Gerçekten de Ayşe’nin yemekleri harikaydı. Ne vardı bu lafa kızacak? Ayrıca çok da bakımlıydı. Aynı işyerinde çalışırlardı Tarık ile Ayşe. Bu zamana kadar Ayşe’yi gelişigüzel giysiyle görmemişti. Her gün makyajını yapar, saçını olabildiğince değişik şekillere sokardı. Hatta ojesini bile iki gün üst üste aynı renkte görmemişti. Oysa karısı telaşla uyanır, kahvaltıyı bile yetiştiremez, üstünkörü giyinip adeta fırlayarak evden çıkardı. Pelin ile Akif de aynı işyerinde birlikte çalışırlardı. Kim bilir Akif de Pelin için ne düşünüyordu.
Bu son düşünce birden Tarık’ın suratını değiştirdi. Bazı şeyleri şimdi kendine itiraf edebiliyordu. Doğru ya; kendisi nasıl Ayşe’ye hayransa, acaba Akif de kendisinin karısına mı hayrandı. İçini müthiş bir kıskançlık kapladı. Olmamalıydı böyle bir şey.
***
Ayşe ve Akif neşeyle evlerine dönmüşlerdi. Tarıklarda yemek yiyip; kahve, çay, sohbet derken zaman geçip gitmişti. Evlerine geldiklerinde, karı koca her zaman olduğu gibi soyunmuşlar, yatacakları giysilerini giymişlerdi. Bir süre oturmak istediler. Uykuları henüz yoktu. Akif yemeklerin güzelliğinden söz etmeye başladı.
-Hayatım, senin yemeklere uymaz; ama Pelin de güzel yapmıştı doğrusu. Hoşuma giderek yedim.
-Yemek gerçekten güzeldi. Ama unuttuğun bir şey var; o evde Tarık olmasa Pelin bir hiç bence. Adamcağız sofraya tabakları yerleştirdi, servisi kendisi yaptı, en güzel giysilerini giymişti. Ki bana göre ev sahibinin misafirlerine verdiği önem giysilerinden belli olur. Pelin’in o kıyafeti neydi Allah aşkına öyle? Derme çatma bir rüküş etek, basit bir gömlek… Ne saçlar yapılmıştı, ne de makyaj… Çok ayıpladım. Genç kızlığımızdan beri arkadaşız Pelin’le ve bu kız hiç düzelmedi. Yazık olmuş Tarık gibi yakışıklı, becerikli bir erkeğe.
-Ya hayatım bize ne elin kadınının rüküşlüğünden, elin adamının yakışıklılığından falan. Biz kendi işimize bakalım bence. Tarık da benim çocukluk arkadaşım… Dışı çok iyidir; ama tembel bir öğrenci idi. Görüntüsü harika; ama içi kof… Oysa Pelin belki giyimine, bakımına dikkat etmez; ama işinin de ehlidir. Aranan bir elemandır. Birbirlerine o yönleriyle terstirler. E bu durumda da birbirlerini tamamlamış oluyorlar. Biz kendi işimize bakalım bence.
-Yoooo! Sakın Tarık’a haksızlık etme. Ne yalan söyleyeyim, Tarık benim idealimdeki erkek tipi.
Akif bunu duyunca suratı asılıverdi. Hiçbir şey söylemeden kalkıp yatağına gitti ve düşünüp canını sıkmamak için anında uyudu.
Ayşe bir süre daha salonda oturdu. Aklı Tarık’ın görünür ve görünmez özelliklerindeydi. Yarın sabah yine işyerinde beraber oturacaklar, o tok ve güzel sesini yine duyacaktı Tarık’ın.
Bunları hayal ederken Ayşe de koltukta uyuyakaldı.
***
1. bölüm sonu
Devam edecek…
Melek KIRICI
www.kafiye.net
Belgin Turan SATICI
www.kafiye.net