Kategoriler

Arşivler


Tarih 14 Şub 2015 Kategori: Gizem YEL

BEN SEVERSEM!


BEN SEVERSEM!

Ben seversem gökyüzü şahit olur.
Yıldızlar, seni her dilediğimde kayar.
Dalgalar denize,kalbim yerine sığmaz
Ama ben seni her gün biraz daha severim.

Sen gülersen, içim alevlenir,
Sol yanıma bir sızı düşer,
Aklım firarda, avaren olurum.
Bir gülüşüne, ömrümü veririm.
Senin BİR sevişine, ben BİN severim…

Ben bir aşık olursam, Leyla kıskanır aşkımı…
Sen, nasıl sevdiğime yanarsın.
Kuşlar kanat çırpar yüreğimde, sen neden duymazsın?

BiLmezler ki ben BAĞLANACAK kadar sevemem.
Ben ancak BAĞIMLIN OLACAK KADAR SEVERİM.
ÖYLE bir severim ki, sevgin sevgimi kıskanır yar…
GİZEM YEL
12.02.2015
www.kafiye.net


Tarih 14 Şub 2015 Kategori: Sabriye DENİZ

Göz Nuru El Emeği

Göz Nuru El Emeği

Sabırla yapılan her çalışmanın karşısında alın teri karışan güzelliklerin seyri de bir başka olur. Emeği seyretmek de bir başka tad verir çalışan için. Güzel seyirler dileriz.

Sabriye  DENİZ



Tarih 14 Şub 2015 Kategori: Hatice Eğilmez KAYA

Bu Gece de Uyuyayım


Bu Gece de Uyuyayım

Hatice Eğilmez Kaya

“Bu gece de uyuyayım,” diye mırıldandı delikanlı. Gardiyan, akşam yemeğini bırakmak için tek kişilik hücresinin ağır ve paslı kapısını tumturaklı bir gürültüyle açtığında, “Bu sabah gelmeyecekler.” demişti.

Uyku gözlerinden akıyordu. Az sonra düşlerinin dikenli yatağına uzanacak, sabah belki de cellatların esmer parmaklarının duygudan uzak dokunuşlarına uyanacaktı. Binlerce karabasanla savrulan bilincini güneşin doğumunu göremeyeceği son gecesine teslim ediyor olabilirdi. Gardiyan nereden bilecekti, onların ne zaman geleceklerini.

Hücresinin soğuk duvarlarına birkaç yumruk darbesi indirdi. Yan taraftan aynı ritimde ses geldi. Kendisini yalnız hissettiğinde böyle yapardı hep. Bazen de ondaki karanlığı yok sayma arzusunun benzeri karşıdan gelirdi. İki komşu hücrenin sakinleri eğer yüksek sesle bağırmazlarsa birbirlerini işitemezlerdi. Seslerini yükselttiklerinde gardiyanların sert ikazlarına maruz kalırlardı. İkazlara rağmen iletişim kurmaya çalışmak onlarda sonuca varmaktan çok, sağlam ve dik duruşlarını ifade etmeyi amaçlayan bir isyandı. Yönetim için şeytan azapta gerek, derlerdi içlerinden.

Delikanlının idam kararı geçen mayıs ayında onaylanmıştı. Dışarıda çiçeklerinden henüz arınmış, meyveye duran ağaçlar, son günlerini yaşayan gelincik ve papatyalar erken gelecek bir yazı müjdelerken, mahkeme salonunda ölümcül rüzgarlar esiyordu. Hakim kalemini salonun loş aydınlığında, tuhaf bir sessizliğin ortasında, kırıvermişti. Kalemden çıkan çatırtı, birbirini tetikleyen dalgalar halinde salonun en uzak noktasına kadar yayılmıştı. İçerideki üç beş gazeteci boş gözler ve anlaşılmaz bir umursamazlıkla olanları kaydediyorlardı. Kararı endişe içerisinde bekleyen aile o gün mahkeme binasına dahi alınmadığından acılı annenin feryadı, suskun babanın derin soluk alıp vermeleri eşliğinde yere kapaklanması, öfkesi içlerine sığmayan ağabeylerin haykırışları onların kayıtlarına geçmemişti.

O uğursuz günden sonra sıcak yaz geceleri, rutubetli zindan havası, ciğerlerine yapışan idam kararı bir araya gelip gecelerce uykusuz bırakmıştı Sinan’ı. Henüz on dokuz yaşındaydı. Kalın siyah kaşlarının altında dünyaya olanca sertliğiyle bakan toy bakışları vardı. Annesi onun koyu kahve gözlerine bakıp ninniler söylemeyi daha dün terk etmişti sanki.

Hücredeki bir insanın bütün duyuları hassaslaşıyor, dışarıda sıradan gelen her şey içeride etkisi katlanarak yaşanıyordu. Sinan bu hali rüyalarına benzetirdi. Nasıl gerçek dünyanın gerçeklik oranı tartışılan atmosferindeki duygular, asıl güçlerini rüyaların soyut -olarak nitelendirilen- dünyasında gösteriyorlarsa, yapayalnızlığın hüküm sürdüğü bu yerde de olanca heybetleriyle arzı endam ediyorlardı. Sinan aylar boyunca bir tasanın binlerce tasaya dönüştüğü, neşelenme ihtimalinin neredeyse hiç olmadığı, karanlık ve izbe bir dünyanın içinde kendine, en çok kendine dönmüştü.

Ölümü düşünecek çok vakti olmasına rağmen bu evrensel hakikat üzerinde pek durmamaya özen gösteriyordu. En çok yıldızları özlemişti. Ilık deniz rüzgarlarına aşina olan şehrinde, geceleri sırt üstü yatar, bütün bedenini okşayan imbatlar eşliğinde üzerine yağan yıldızları seyre dalardı. Yıldız kümelerinin yerlerini eliyle koymuş gibi bulmak, Samanyolu’nun ışıltılı bir nehri anımsatan izini sürmek, Kutup Yıldızı’na onlarca kez bir daha bir daha bakmak onun delikanlı kalbini şen ederdi. Oysa son yazı, gündüzleri rutubetli bir tavanın sararmış yüzüne bakmakla, geceleri karanlığı görmemek için gözlerini sımsıkı yummakla geçmişti. Göz kapaklarında yitik gök cisimleri harelenirdi çoğu kez. Bazen bir yıldız kaymasıyla uyanıp saatlerce uykusu kaçar, ışıltılı Akdeniz göğüne özlem duyardı.

Yandaki hücrede otuzlu yaşlarına yaklaşmış, ona göre oldukça sakin yaratılışa sahip bir adam ölümünü bekliyordu. Gardiyanlardan duyduklarına ve bağırış çağırışlarla öğrendiklerine göre komşusu evliydi. İki de oğlu vardı. Oğulları henüz okula bile başlamamışlardı. Eşi aylardır cezaevinin önündeki kahvede görüş izni beklediği halde birkaç dakikalığına dahi olsa görememişti onu.

Duvarın öte yanından,
“Nasılsın kardeş?” diye haykırdı Kemal ağabeyi.
“İyiyim abi. Müthiş uykum var. Uyuyacağım. Sen nasılsın?”
Sonbaharın ortalarında başlayan ve bütün kış süren bir uyku hali olurdu Sinan’ın üzerinde. Uzun kış gecelerinde, o sene de tatlı tatlı uyuyabilecek miydi acaba?
Kemal bağırmaya devam ediyordu. “Ben uyuyamıyorum. Gerçi akşamüstü gardiyan rahatça uyuyun, bu gece son geceniz değil, demişti.”
Sinan tebessüm etti. Kemal onun tebessümünü görmese de hissetmişti.
“Uyurgezer gardiyan bizim bekleyişimizi asla anlayamaz. Onun için biz sıradan bir vakayız. İşkence etmekten, adam dövmekten ruhu ölmüştür onun. Köpeklik de zor.”
Sinan yaşlı gardiyan için üzüldü.
“Bazı insanların dünya üzerinde ne kadar kötü konumları var. Evlerine ekmek götürmek zorunda herkes.”
Delikanlının iyimserliğine içerleyen Kemal bir süre sustu. Sonra unutmuş da yeni hatırlıyormuşçasına ekledi.
“Çocuklar ne yapıyor acaba?”
“Çocuklar” deyişinde taşralı bir söyleyiş vardı. Eşini de kapsayan bir merak edişti bu. Kemal’deki aydın duruşun altında naif bir geleneksellik sezerdi Sinan.
“Ne yapsınlar? Uyuyorlardır bence. Güz uykusu yaman basıyor insana. Efkar, hüzün hak getire.” dedi.
Hiç konuşası yoktu. Buna rağmen Kemal ağabeyine doğru bağırdı.
“Siyasi af çıkar mı sence?”
“Affın önce kokusu yayılır, sonra kendisi gelir. Fakat kim bilir ne zaman çıkacak?”
“Bize yetişmez. Bugün yarın infaz ediliriz.”
Sinan’ın konuşası yoktu fakat Kemal susmuştu. “Ne tuhaf!” diye düşündü delikanlı.
“İyi geceler abi.” diye bağırdı.
Derinden ve binlerce tasa ile ağırlaşmış bir cevap geldi.
“Sana da kardeşim.”

Çocukken annesi geceleri ıslık çalmasını yasaklamıştı. Gündüz, bildiği türküleri ıslıkla çalar, farklı melodiler de oluştururdu Sinan. Sonraları bağlamaya heves etti. Ölmüş ozanların türkülere düşen gölgelerine dalar giderdi bağlama çalarken. Batı çalgılarından hiç haz etmemişti. Sömürgeci batı uygarlığına sövüp sayan bir genç için alışıldık bir tepkiydi onunki. Şimdi İngilizce dersinden isteyerek zayıf aldığı, her ders “Bu dili öğrenmek zorunda değilim ben.” diyerek öğretmenleriyle tartıştığı yeni yetmelik günlerini anımsıyordu perde perde. On dokuz yaşındaki birisi için çocukluk yılları bile, uzansa tutuvereceği yakınlıktaydı.

Sıra dışı görünüşüyle bağlama hocasını anımsadı. Hırpani giyinir, dalgalı saçlarını omuzlarının seviyesinde tutardı Mürsel Hoca. Sinan evvel zaman dervişlerini anımsatan bu orta yaşlı adamın ütüsüz gömlekleri, üzerinden dökülecek zannederdi. Şakakları kırlaşmış saçlarını hiç taramadığından emindi. Kısık sesle konuştuğu için öğrencileri onu işitmek için olağan üstü çaba gösterirlerdi. Türkü söylemeye başladığında da sesini yükseltmezdi hiç. “Dünyada o kadar çok bağıran var ki ben bağırmıyorsam ne olmuş!” derdi. Böylesine halim selim duruşlu birinin konservatuardan siyasi düşünceleri yüzünden ayrılmak zorunda bırakılmasına şaşarlardı. Onlarla siyasetten konuşmazdı. Sinan onun “Müzik, kalbin ritminin evrenin ritmiyle buluşmasıdır.” Sözünü tekrar etti bilinçsizce. Annesi yanında olmadığından ıslıkla yanık bir Anadolu türküsünü çalmaya durdu. “Feleğin bir kuşu var tırnağı demirdendir.”

Ölmek garip bir şeydi. Yaşamanın anlamını tam olarak kavrayamadan ölümü beklemek, onun bazen güçlenen bazen zayıflayan sesini kapının önündeki ayak tıkırtılarında kollamak, kulağı kirişte şafağı beklemek de garip bir şeydi. Karanlık, nemli ve soğuk bir hücrede son geceleri olduğunu bildiği gecelerin hesabını tutmak da garipti.

İçindeki ölüm korkusu onu artık utandırmıyordu. Yine de içindeki korkulardan hiç kimseye söz etmezdi. Belli bir ideale bağlanmış olmak, cesur görünmek zorunluluğunu da beraberinde getiriyordu. Onu yılgın görmek isteyenlere verdiği onurlu bir cevaptı ölüme serinkanlı adımlarla ilerlemek.

Hücreye kapatılmadan önce ailesinden sağlıklı haberler alabiliyordu. Gelen haberler annesinin sürekli gözyaşı döktüğüne dairdi. Hiç kimse annesinin kederli kalbini teskin etmeyi başaramıyordu. Sinan annesinin çektiği ahları işitir gibiydi. “Ah” diyordu mutlaka annesi, “Keşke daha farklı bir güne doğursaydım oğlumu. Ya da görmeseydi ve bilmeseydi. Okumasaydı, aklı ermeseydi keşke. Cahil kalsaydı. Koyun olsaydı, kuzu olsaydı. Ne diye karıştı olaylara ne diye?” Babası içten içe annesini suçluyor olmalıydı. Davasını hiç anlayamamıştı zaten. İnsanın sadece kendisini düşünmesi gerektiğine inanan bir adamdı o. Bencildi, dünyaya çıkarlarının camları ve perdeleri kirli penceresinden baktığı için anlayışsızdı. Sinan’ın asıl başkaldırısı onun hodbin karakterineydi.

Aşka inanmazdı Sinan. Sömürüye, şiddete ve kan dökmeye bu derece eğilimli insan neslinin aşkı da saf kalpli insanları aldatmak için uydurduklarını, kendi uydurdukları sevmek ve sevilmek mitine kendilerinin inandıklarını düşünürdü. Aşk ona göre bedensel işlevlerimizin sonucunda oluşan, tamamen maddi özellik gösteren bir şeydi.

Annesi babasına aşık olup evlenmişti. Babası kendisine aşık olan o masum genç kızın sergilediği halleri burun kıvırarak anlatırdı. Elini sallasa ellisini bulacak kadar yakışıklı olmasına rağmen, ela gözlerini üzerinden ayırmayan bir hayli safiyane, yeteri kadar güzel bulduğu komşu kızını, “Bundan iyi anne olur,” deyip almıştı. İsmi de kafa karıştırıcı sözlere hedef olmamıştı Hayriye’nin. Erkeğin geleceği, kadının geçmişi mühimdi onun küçürek dünyasında. Bir ihtimal haklıydı üstelik.

Aşkın laftan ibaret olduğundan emin olan Sinan, sık sık kendisini sınıf arkadaşı Selma’yı düşünürken bulurdu. Soğuk mahpushane taşları, her gün çıkarıldığı volta avlusu, avluya konan güvercinler, üşüyen ellerini ısıtmaktan aciz güneş kadar gerçekti bu hatırlayışlar. Kalbindeki çarpıntıyı “Ondan hoşlanıyordum, içimden geçenleri hiçbir zaman söyleyemediğimden ismi kafama takılmış olmalı.” diye açıklardı. Nasıl da yüzü kızarırdı Selma sınıfa girdiğinde.

Burjuva kızdı Selma. Takıp takıştırmayı pek severdi. Gezsin, tozsun, yesin, içsin, eğlensin… Bazen dönüp Sinan’a bir bakardı. Sinan o anda öleceğini zannederdi. Onu ilk gördüğünde ensesinden omuz ortasına kadar yayılan ateş de aşk değildi. Bedeninin fizyolojik tepkileriydi. Birkaç gün sonra ayağının altındaki tabureyi mutlaka kendisi itmeliydi. Cellatlara, son hamleyi bırakmaya niyeti yoktu. Selma’yı da artık düşünmeyecekti. Ne kadar lüzumsuzdu aklının bir köşesinde bir daha göremeyeceği birine yer ayırması.

İki ağabeyi de Sinan tutuklandıktan sonra evlenmişlerdi. Birinin kızı olmuştu. Diğerinin eşi hamileydi. Kendisine hiç benzemezdi ağabeyleri. Babası onlar için “Bana çekmişler, akıllı mantıklı çocuklar,” derdi. Sinan vatan hainlerinin sözlerine kanacak kadar saf kalpliydi. Derslerinde başarılı olsa ne olurdu. Annesine çekmişti o. Aklı bir karış havadaydı, hayatın gerçeklerinden habersiz yaşadığı için gelmişti başına gelenler. Buna rağmen ikinci torunu olduğunda adını Sinan verecekti. Babasına, büyük amcasına ve dedesine benzemesi temennileriyle. Karanlığın ortasında yapayalnız kalmış olan delikanlı omuz silkti. Bu sözleri bizzat babasından duyuyormuş da umursamıyormuş gibi. Babası onun bu hareketini görse çileden çıkardı vesselam.

Gecenin bir yarısında karnı acıktı sonra. İki yıldır üç cezaevi değiştirmişti, üç farklı ilde. Her karıştığı isyanda başka bir cezaevine naklediliyordu. Hepsinin ortak noktaları yemeklerinin berbat oluşuydu. Tek tip giymeyeceğiz, diye girdikleri açlık grevinde birbirlerine pek kaybımız yok şakasını yaparlardı. Midesi kazınınca hafızasının bir yanı o kötü günlere, diğer yanı annesinin güzel yemeklerine gitti. Et yemekten hoşlanmadığı için dumanı tüten acılı tarhana çorbası canı istedi. Yanında sıcacık köy somunu olmalıydı illa. Özel hayatına dair istekleri ne kadar sınırlıysa yemek tercihleri de o derece mütevaziydi. “Afferin oğlum Sinan.” dedi kendisine. “Davanı sadece kafan değil miden de anlamış.”

İçeride yavaş akan hayat, dışarıda olanca ihtişamıyla gürlüyordu. Kasaba ve köylerin boş vermişliği, şehirlerin kendinden geçmişliği yansıyordu gazete köşelerine, magazin dergilerine, televizyon ekranlarına. Sinan bunların hiçbirinden haberdar değildi. Son iki yılda uğruna taş zindanlara girdiği memleketinde daha az düşünen, daha çok tüketen bir neslin tohumları atılıyordu. Akrabaları bile tuhaf bir düşüncenin peşinden koşan bu delikanlıyı hırsızlardan, kalpazanlardan, uyuşturucu pazarlayıcılarından çok daha tehlikeli görüyorlardı. Onlara göre Hacı Mehmet Ali Efendi’nin torunu anarşist olmuştu. Sadece annesi “Benim oğlum haram mı yemiş, cana mı kıymış, onun bunun namusuna mı bakmış? Ne yapmış benim oğlum? Bildiriyse bildiri! Aldıkları gibi çöpe atsaydı alanlar. Oğlumun su gibi aziz canına dokunmasalardı.” deyip isyan ediyordu. Sinan biliyordu ki elleri kuru ağaç dallarını anımsatan anası, uçsuz bucaksız Anadolu bozkırlarında yeşermiş anne yüreğiyle onu anlayan tek kişiydi.

Annesini düşünerek uykuya daldı. Uykunun sihirli kollarına sığınmadan önce, “Ağlama anne, anne ağlama” sözlerini sufilerin zikirlerine denk bir samimiyetle söyledi durdu. Bir gece daha çekip gidecekti o, kendinden firar etmiş bir terk edilişle uyurken. Sabah olacaktı yine. Mahkumların nasiplenemediği bir ışık yayılacaktı dünyaya. Uzak köylerde horozlar ötecekti. Müezzinler elleri kulaklarında ezan okuyacaklardı. Genç kızlar, delikanlılar, çocuklar, işçiler ve patronlar uyanacaklardı. Hayat kaldığı yerden devam edecekti olanca vurdumduymazlığıyla.
Paslanmış, demir kapının kilidi açıldı ertesi sabah. Beklenen genel affın çıktığı, bu affın siyasi mahkumları da kapsadığı, idamlıkların sehpadan döndükleri haberi yayıldı bütün cezaevine… Sinan uykulu gözlerle baktı haberi yayan gardiyanın gözlerine. Neyin gerçek neyin düş olduğunu anlayamadı.

Demir pençeli ölümün iki kanadı da kırılmıştı. Kırılan kalemlere inat…

Hatice Eğilmez Kaya
www.kafiye.net


Tarih 14 Şub 2015 Kategori: Sabiha Serin

GİZEMLİ SEVDA


GİZEMLİ SEVDA

Anıyorum maziyi yüreğim dağlanıyor,
Kırdın kolum kanadım ağlıyor yanıyorum.
Sözlerin yalan dolu inanıp kanıyorum,
Sanıyorum hayalin yanımda öpüyorum.

Silinmez ne hikmetse yüreğimde izin var,
Dar geliyor şu dünya sensiz hiç yaşanmıyor.
Kar yağdı saçlarıma hasretin çekilmiyor,
Bedenim solduğunda başucumda ağla yar.

Soldu hep bahçemizde ne gül kaldı ne çiçek,
Gizemli gecelerde gözlerim yaşla doldu.
Çok mu zordu gelmedin bu nasıl uzak yoldu,
Oldubitti diyerek bitmez aşk hikâyesi.

Unutmayı denesem bu sevgi beni bağlar,
Dağlar kor ateş gibi yüreğimi kavurur.
Çağlar şu yüreğimden yakarım bin bir ağıt,
Bakarım tek resmine gözlerim sana ağlar.
SABİHA SERİN

Not: GÜLCE EDEBİYAT AKIMI (Çaprazlama Nazım Türü)

www.kafiye.net


Tarih 13 Şub 2015 Kategori: Ayşe Nur Can

AŞK’IN DİLİ.

AŞK’IN DİLİ.

AŞK HER DİLDE YAŞANIR
YETER Kİ ONU İSTEYİN…

Ben  Onur.


Kimsesizliğin , çaresizliğin pençesine daha doğmadan , masum bir bebekken düşmüş olan ben, kim bilir belki ben de bir gün mutlu olurum.
Tanrım !

Bügün bir kez daha  aşağılandım. ‘’Neden ?’’, ‘’Neden BENİ SEÇTİN?!’’ , ‘’Dünyada o kadar insan varken Neden çaresizce
ben yalvarıyorum sana ?!’’

Günlerden Pazar. Babamla birlikte aile dostlarımızı ziyarete gittik. İnsanlar ne kadar da güzel konuşuyorlar. Peki  ya ben. İnsanın oğlunun olması normalde gurur , onur verici bir şey. Bu yüzden de adımı ONUR koymuş babam. Peki ya sonra … Sonra ne mi oldu ?

Ben 2 Kasım 1988 tarihinde İzmir’de doğdum. Annemle babam benim onların hayatına gireceğim gün o kadar çok sevinmişler ki hala bana anlatır durur benim güzel annem. Sonra…

Ben daha 1 yaşıma girdiğimde söylenenlere hiçbir tepki verememem  gerekçesiyle doktora götürmüşler beni. Ve hayatın bana vurduğu ilk tokat. Onur sağır..!

Anne ve babam o an yıkılmışlar. Biricik oğullarının engelli olması, düşünülemez , akla hayale sığmayacak bir durum onlar için.Ve yıllar geçtikçe ben de artık farkına varıyorum bazı şeylerin… İnsanların bana bir canavarmışım gibi bakmaları çok zoruma gitti ilk zamanlarda.

Babamla giitiğimiz o Pazar günü öyle bir gündü ki hala aklımdan çıkartabilmiş değilim. Bir insan konuşmak isteğince susturulması nasıl bir duygu bunu sadece ben bilirim! Evet, o gün babam lafta biricik oğlunu gezdiriyor. Babam ve dostları konuşunca ben de onlara katılmak istedim. Ama babam benden utandı ve beni sustumaya çalıştı. Ben hayatım bayunca hep hor görüldüm , hep ağladım.

Zaman denilen şey çok çabuk geçiyor… Okula gittiğim günleri hatırlıyorum . Herkesle aynı değildi benim okulum ama benim onlardan tek eksiğim sağır olmamdı.Benim gibi birçok arkadaşım vardı okulda. Bu yüzden farklıydı zaten.Ama alışıyorum artık.Tek başıma olsaydım eğer asla yaşayamazdım.Bu zor dönemlerimde yanımda sadece bir kişi vardı.

Beni her şeyden , hatta kendinden bile çok  seven biri. O kişi ANNEM. O çok fedakar biri. Çünkü o benim için hayatından vazgeçti. Kendi mutluluğunu bir kenara itip sadece benim mutluluğum , huzurum için çalıştı O. Evet, O benim için kendinden ödün verdi.Çünkü bu hayatta sadece ikimiz vardık. Biz birbirimiz içindik sanki. Baba kelimesini söyleyeli o kadar uzun zaman oldu ki.

Çünkü o zayıftı. Zorluklarla baş etmek yerine kolay olanı yani kaçmayı seçti o. Annem ve beni terk edip gitti .Evet , zaman geçiyor ve ben büyüyorum hayatın sert ve acımasız koşullarına rağmen..!Ben doğaya aşık biriyim. Doğayla iç içe olan biri. Suyu çok seviyorum küçüklüğümden beri  ve doğa fotoğraflarını çekmeye bayılıyorum.Hayata’’ her şeye rağmen ben buradayım’’ demenin en güzel örnekleri bunlar. Benim biriciğim olan ANNEM , suya olan ilgimi bildiği için 18. Yaş günümdeki hediyesi en güzel hediyesiydi. Çünkü artık ben Rafting yapacaktım. Benim bu zevkim hala sürüyor. İlk başlarda biraz zorlandığım raftingde artık ustayım.


Beni hayata bağlayan meşgalelerimin arasında doğa fotoğrafı çekmek de var. Bunu bilen annem yine boş durur mu hiç. Üniversiteden  sonra benim yıllardır çekip sakladığım fotoğraflarımı bir doğa dergisine göndermiş.Tabi benim hiçbir şeyden haberim yok. Odamda bir sabah uyandığımda bir zarf buluyorum. Zarfın üzerinde’’ Onur AKASYA’’ yazıyor.Hemen açıp okumaya koyuluyorum zarfın içindekini.Şok ve sevinç karışımı bir duygu yaşıyorum o anda. Zarfta benim zevk için çektiğim doğa fotoğraflarını dergide yer almasının uygun olacağını söylüyor.Ve beni iş görüşmesi için çağırıyorlardı.

Öncelikle annemi bulup ona teşekkür etmem gerekiyordu. Biricik annem bana kahvaltı hazırlıyordu gittiğimde. Onu görür görmez hemen boynuna sarıldım yanaklarından hunharca öpmeye başladım. Canım annem benim.İyi ki varsın hayatımın anlamı seni çok seviyorum.İş görüşmesi için evden çıkıyorum. Bu benim için bir ilk. Yolda giderken kafamda bin bir türlü hayaller kuruyorum.


Ve nihayet Anadolu Doğa Bilimleri Dergisindeyim.Kapıdan içeriye adımımı atar atmaz içimi öyle güzel bir huzur sardı ki sanki doğayla iç içeyim. Birbirinden güzel çiçek , akarsu , hayvan portreleri. Çok güzel bir duyguydu. Ve sonra artık gelme sebebimin olduğu yere gidiyorum. Danışmandan nereye gitmem gerektiğini öğreniyorum. Yer dergi müdürü Tarık KARAYEL’in odası. Müdür bizzat kendisinin konuşmak istediğini söyledi bana. Çünkü fotoğraflarıma hayran kalmış. Sanırım annem biraz benim durumumdan bahsetmiş. Neyse alıştım böyle durumlara . Dikkate almıyorum bile. Artık Anadolu Doğa Bilimleri Dergisinin fotoğrafları ile ben ilgileneceğim. Kendimle gurur duyuyorum. Şimdi bile. Sadece iyi bir işe başladığım için değil hayata karşı yenik düşmediğim için…

İşimde bugün tam bir yılımı dolduruyorum. Her şey  o kadar güzel ve çabuk geçiyor ki … Yaklaşık bir haftadır dergimize tezini tamamlamak için gelen üniversite öğrencileri oluyor. Ege Üniversitesinden. Daha önce Ege

Üniversitesi Botanik Bahçesine gitmiştim ve İzmir ‘ in birçok yeri gibi orası da eşsiz bir güzelliğe sahipti. O öğrencilerden sadece biri vardı ki… Adı  Umut. Sanki o benim umudumdu. O öyle biriydi ki yüzü hep gülüyordu , çılgındı , hayat doluydu. Beni  ona bağlayan özelliğiydi bu. Hayat dolu Umudum  benim.Derginin  3. Yıl dönümü bugün. Bu nedenle  bir parti veriyoruz . Partiye tezini hazırlayan öğrencileri de davet ediyoruz. Bunu bilinçli yapıyorum. Çünkü artık benim dünyam Umut olmuştu.Umut’u tanıyalı henüz üç hafta olmuştu. Ama sanki o yokken hayatımın da bir anlamı yokmuş gibi geliyordu. Onun da bana karşı boş olmadığını anlıyordum o masmavi deniz gözlerinden.Ve artık parti zamanı.

Partimiz için önce şık bir restorana gidiyoruz. Herkes oradaydı ama bir kişi hariç. Benim Umudum henüz yoktu ortalarda. Bekliyorum sessizce.Yemeğin ardından Alsancak ‘ta bir gece kulübüne gidiyoruz. Umudum hala yok ortalarda. Ben içmeye başlıyorum. Bir tane biradan henüz birkaç yudum alabilmişken yanıma biri oturup biramdan içen birini buluyorum. İşte o benim umudumdu. Nihayet gelebilmişti. Nedensizce gülüyoruz birbirimize bakıp dakikalarca. Bu anın bitmesini hiç istemiyorum.Ama o kadar da uzun sürmüyor. Umut bir bira istedi barmenden. İçmeye başladık. Ardından umut kendini müziğin ritmine bırakıp dans etmeye başladı. Benim de ona eşlik etmemi istedi. Ve birlikte dans ediyoruz. Biraz da alkolün etkisiyle kaptırıyoruz kendimizi müziğin ritmine. Ama hiç konuşmuyoruz o gece.Umudumun benim engelimden haberi yok henüz.
Sadece gülüyoruz. Biraz da alkolün etkisinden sanırım sadece o konuşuyor ben dudaklarını okuyabiliyordum. Saat sabaha karşı 4 idi.  Artık yavaş yavaş dağılıyorduk. Umut’un ayakta duracak hali yoktu ve benim omzumda benden destek

alarak ayakta durabiliyordu ancak. Bende önce onu taksiye atlayıp evine götürmek istiyorum ama işler sandığım gibi olmuyor. Umut’un konuşacak hali yok. Bu yüzden onu evime götürmek zorunda kalıyorum.

Eve geldiğimizde saat 5’i bulmuştu. Umut’u

önce yatağa yatırdım ardından da ayakkabılarını çıkardım. Onu rahat ettirebilmek için elimden geleni yapıyordum.Benim minik meleğimi yatırdıktan sonra salona uyumaya geçiyorum ben de.Uyandığımda saat 11 di.Meleğim henüz uyanmamıştı. Ona bakmaya doyamıyordum. Ne kadar da masumdu. Umut uyanmadan kahvaltı hazırlamalıydım. Ve mutfağa geçip kahvaltı hazırlamaya koyuldum. Saat 11:30 . Kahvaltıyı hazırladım ve umudumun uyanmasını beklemeye başladım.

Ve saat 11:45

Umut uyanıyor. Şaşkın şaşkın yüzüme bakıyor önce. Dün gece aldığı alkolün etkisiyle hiçbir şey hatırlamıyordu. Bu çok doğaldı.İşin zor kısmı ise o na yazarak anlatmak. Ama o bu durumu önemsemiyor bile. Her şey çok doğal sanki. Hoşuma gidiyor doğrusu sıradanlaşmak. Çünkü bu hayatta beni hep farklı olarak gördüler. Bu nedenle bir kez daha aşık oluyorum ona. Beraber kahvaltı yapıyoruz. Onun çok güzel fotoğraf çektiğini öğreniyorum . Sanki ruh ikizim benim. Sonra o kuluna ben işime gidiyoruz. Birkaç gün sonra dergiye geliyorUmut. Fakat bu gelişinin öncekilerden bir farkı var. O gün Umut benim için gelmişti ve işin en güzel yanı Umut sırf benim için işaret dili öğrenmişti. O an dedim ki hayat iyi ki bizi bir araya getirdi.
Günler geçiyor, Umut ile artık daha sık görüşür olduk. Bugün Bornova’dayız Umutla. Akşam yemeğine  gidiyoruz beraber. Ona biraz kendimden bahsediyorum. Rafting tutkumdan söz ediyorum. İlgisini çekmiş anlaşılan. Hafta sonu birlikte rafting yapmaya gidiyoruz. Onun da dansçı olduğunu öğreniyorum.

Günlerden Cumartesi. Birlikte rafting yapıyoruz. Ardından rafting ile ilgili yorumlarını alıyorum ondan. Çok beğendiğini, heyecan verici olduğunu , tam ona göre bir spor olduğunu , daha önce neden bu denli eğlenceli bir zevkin

farkına varmadığı için yakınıyordu. Bende henüz hiçbir şeyin geç olmadığını , isterse benimle birlikte rafting yapabileceğini anlatmaya çalışıyordum. O da neden olmasın diyerek raftinge başlamıştı o gün. Artık daha sık beraber olmanın sevincini hissediyorum tüm bedenimde.

Sabah sporumu yapmak için dışarı çıkıyordum. Sanki her şey aynı,hayatım hep sessiz sinema… Koşumu yaparken neredeyse kaza geçiriyordum, az kalsın araba çarpacaktı. Adamın çaldığı korna sesini duyamadım ve az daha ölüyordum. Eve döndüğümde yarı korku ve yarı sitemin içinde bulunduğum ruh haliyle ağlamaya başladım. Evden dışarı çıkamadım birkaç gün.İnsanların bana acımasından , bana engel gözüyle bakmalarından nefret ediyorum yeter artık. Bıktım bu hayattan. Evden çıkmayalı , kimseyle görüşmeyeli bugün tam 3 gün oluyor.3. günün yarısına geldiğimde kapı çalıyor.

Kapıyı önce hiç açmak istemedim. Ama neden sonra isteksizce kalkıp açtım ve o an en çok ihtiyacım olanı gördüm karşımda. Umut’tu gelen. Hemen boynuna sarıldım . O da karşı çıkmadı hiç. Ellerinin sıcaklığını ellerimde , bedeninin sıcaklığını bedenimde hissediyordum. Bir bütün olduk adeta. Hiç ayrılmak istemedim ondan. Ama  o beni merak ettiğini , bana ulaşamayınca çok korktuğunu anlattı ve 3 günde neler olduğunu sordu. Anlattım ona her şeyi.O da bana ‘’Gideceğin yoldan eminsen, engeller “dinlenme noktası” olmaktan öteye geçemez’’ dediğinde artık hayata Umut ile daha da sıkı sarılıyordum.

Umut’u evime akşam yemeği için davet ettim. Ona ellerimle mis gibi bir sofra hazırladım. Menümüzde onun en sevdiği sıcak tavuk salatayı , kremalı patates çorbası,  içecek olarak da kırmızı şarap ve tatlı olarak da onun en sevdiği muzlu tart vardı. Dekorasyo için ise olmazsa olmaz kırmızı mumları kullanıyorum. Ve biraz sonra Umut geliyor. Umut’un gözlerini kapatıp doğru salona götürüyorum. Gözlerini açtığımda ise sevdiği lezzetleri görünce teşekkür için bir öpücük konduruyor yanağıma. Ardından sofraya geçiyoruz ve başlıyoruz kunuşmaya.Umut’un bana bir teklifi vardı o gün.

Perşembe günü için bir eylem hazırlığı içindelermiş arkadaşlarıyla.Benim de onlarla olmamı istiyordu. Seve seve kabul edeceğimi anlattım ona. Eylem hakkında biraz bilgi istedim ondan. Eylemin doğayı korumak için yaptıklarını , ağaçların kesilmesini engellemek  için yapıldığını anlattı bana. Onu canı yürekten tebrik ediyorum doğrusu. Bügün Perşembe, eylem zamanı. Saat 11 gibi eyleme başladık ve tüm Bornova’yı dolaştık sayılır. Eyleme devam ederken polis engeli çıktı karşımıza. Bizden eyleme son vermemizi istiyorlardı. Biz  de itiraz edince bir kargaşa çıktı. Birçoğumuz gözaltına alındık ama sonuç olarak serbestiz. Bunun da üstesindengelmiştik. Çevre sorunu için yaptığımız eylemi doğrulamışlar ve nihayet sesimizi duyurabilmiştik.

O gün bir karar aldım. Artık ona tam anlamıyla sevdiğimi itiraf edecektim. Öğlen buluşuyoruz Umut ile. Kordon’da yürüyoruz.

Elini tuttum onun. Bir süre daha yürüdük. Sonra ona işaret diliyle ‘’Seni seviyorum Umut. Bundan sonraki ömrümü seninle geçirmek istiyorum ‘’ dedim ve cebimden bir tek taş çıkardım.O da beni sevdiğini ve beraber olmak için aramızda hiçbir engelin olmadığını söyledi.O an o kadar mutlu oldum ki sevincimden Umut’u kucaklayıp döndürmeye başladım…

İlişkimizin temellerini atalı 6 ay olmuştu. Bu 6 aylık süre zarfında Umut ile dolu dolu yaşadık hayatı. Bende bir takım gelişmeler de olmadı değil. Ben artık birkaç kelime söyleyebiliyordum işaret dilini kullanmadan. Bu hayatımda bir ilkti. Bunu Umut’a borçluyum tabiî ki. O olmasaydı belki de hiç konuşamayacaktım. Hatta belki duyamayacaktım bile. Evet ben şu anda duyabiliyorum. Bu nasıl mı oldu… Önce ‘’Umut ile Onur’’ adlı davetiyelerimizi bastırdık düğün için. Çünkü her şey o kadar çabuk gelişti ki ve artık
birbirimizden kopamaz hale gelmiştik. 14 Şubat’ta ona evlenme teklifi etmiştim. Sonra evlendik, düğündü, dernekti derken zaman çok çabukgeçti. Evliliğimizin 1. ayındayken dahaTıp alanında bir yenilik oldu. Türk doktorlarımızın başarısı  benim için umut oldu. Bir ameliyatla artık duyabilecektim.Ve Umutla karar alıyoruz 8 Eylül’de bir operasyon ile duyabilecektim. Yalnız bu ameliyatın hayati bir riski vardı benim için. Eğer ki ameliyat başarılı geçmez ölebilirdim de. Ama biz böyle bir riski üstleniyoruz Umut’la. Çünkü biz nelerin üstesinden gelmedik ki onunla. Neyse ki korkulan olmadı.Ameliyat başarılı geçti. Ömrümde ilk defa duyabilecektim. Bunu en çok da Umut’un sesini duyabilmek için yapmıştım.İlkinde sadece % 40 duyabiliyordum. Ama sonraki seanslarda bu yüzdelik dilim %90 ‘ a kadar çıkabilecekti.1, 2, 3. seanslar derken bende bayağı bir artış görülmüştü.

Duyabildğim için artık konuşmam gerekiyordu.Bunu da Umutla hallediyorduk. Umut sayesinde ilk başlarda birkaç kelime konuşabiliyorken şimdilerde neredeyse tamamen konuşmamı düzeltmiştim. Bu nedenle Umut’a yanımda bulunup bana destek
olduğu için ne kadar teşekkür etsem azdır.Keşke her şey bu kadar güzel devam etseydi. Ama ne yazık ki bir gün Umutla kavga ettik. Çünkü onu herkesten, her şeyden kıskanıyordum . O yalnızca benimdi. Umut üniversiteden sonra Çevre mühendisi olmuştu. Tartışma sebebim ise sık sık toplantılara, iş yemeklerine gitmesiydi. Kısacası beni ihmal ediyordu.

Bir süre konuşmadık Umutla. Bu daha da sinirimi bozuyordu. Hatta belki onu kaybedebilirdim de.Ama kendime , öfkeme hakim olamıyordum bir türlü.Ve maalesef tahmin ettiğim şey oldu.Umutla ayrıldık. Beni çok zor günler bekliyordu artık. Aklım ayrıldıktan sonra , onun yokluğunu

yadırgadığım zaman başıma gelmişti. Ne kadar af dilediysem de nafile. Bir kere kırdım onu. Yapayalnız kalınca hayattan koptum.

Pişmanlığımın getirmiş olduğu öfkeyle neler yapmıyordum ki. Her gün içmedim mi, sarhoşken tekrar af dilemek için onu rahatsız etmedim mi. Eroinle tanışmam pişmanlığımdandır. Evet, ben ilk başlarda azar azar kullandığım eroinin bağımlısı olmuştum artık. Ben tam bir eroinman olmuştum yani. Tüm bu olanları ben istemiştim. Ve cezasını da fazlasıyla çekiyordum. Bırakamıyordum onu.

Önceleri onun yanına gidebiliyordum. Peki ya sonra. Sonra eroinin de etkisiyle gözlerimin altları , vücudum morarmıştı.VE yine eroinin etkisiyle kaşıntılarım başlamıştı. Evet bugün buradayım.Ve artık geri dönüşü olmayan bir yola gitmeye karar verdim. Bu gün eroinde altın vuruşu yapacağım.Yani kendimi öldüreceğim. Ben Umudumu kaybetmişim bir kere. İnsan umudu olmadan yaşayabilir mi ki? Bu gün ona son kez yazıyorum bu satırları.

Biriciğim ,tek aşkım , yaşama sevincim , hayatımın anlamı.

Bugün sana artık son kez yazıyorum. Bir daha rahatsız etmeyeceğim seni söz veriyorum. Çünkü artık her ne kadar pişman olsam da geri dönüşü olmayan bir yola girdik ikimizde. Ve bunun tüm sorumlusu benim. Benim acizliğim yüzünden bitirdim aşkımızı. Sen yoksan yaşamanın da bir anlamı yok benim için. Evet , bugün sana son kez yazıyorum artık. Çünkü ben bugün ölüyorum Umut. Senden son bir ricam var. Beni unut…Sakın pişmanlık duyma.Çünkü sen her zaman haklıydın. Seni ölsem dahi yaşatacağım içimde. Seni Seviyorum

Umut.

ELVEDA…
Ayşe Nur Can
www.kafiye.net


Tarih 10 Şub 2015 Kategori: Sema DAĞLI

SON VERDİN BU SEVDAYA


SON VERDİN BU SEVDAYA

Gece-gündüz ağlattın ,gözlerimi nem ettin,
Yüreğimi intizar,hayatımı qam ettin,
Tebessümü yüzümden uzak saldın,kem ettin,
Tek nefsinin yüzünden son verdin bu sevdaya.
*
Ne hayaller kurmuştuk oysa senle taze,ter,
Ömür denen sahnede mutsuzluk ömrü keser,
Mutlu geçen günlerden şimdi kalmadı eser,
Tek nefsinin yüzünden son verdin bu sevdaya.
*
Saldın çileye,oda bir de yüzüm gülmedi,
Çektiyim bu azabı asla kimse bilmedi,
Acımadı halime,kimse gözüm silmedi,
Tek nefsinin yüzünden son verdin bu sevdaya.
*
Kurduğumuz hayaller hepsi puç oldu gitti,
Düşler de rüya gibi toz olup gözden yitti,
Öyle büyük bir aşkın sonu ne ile bitti?
Tek nefsinin yüzünden son verdin bu sevdaya.
*
O günlerden hatıra resmin kalmış elimde,
Yüreğimi sızlatan ismin her an dilimde,
Ellerinin sığalı hala kalmış telimde,
Tek nefsinin yüzünden son verdin bu sevdaya.

Sema Dağlı.
9.02.2015
www.kafiye.net


Tarih 10 Şub 2015 Kategori: Melek KIRICI

Susarsan Beni Duyabilirsin-Son


Susarsan Beni Duyabilirsin-Son

Derinden gelen bir zil sesi kulakları tırmalıyordu. Epeyce çaldı ve sustu. Pelin duymuş; ama kolunu uzatıp telefonu alamamıştı. Ne olduğunu bile tam anlayamamıştı hatta.

Beş dakika kadar geçti ve tekrar aynı zil çaldı. Gözlerini açtı Pelin. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Hala Tarık’ın söylediği o sözde idi. ‘İşte kadın böyle olur…’ sözü kulağında çınlıyordu Pelin’in. Ayşe için bu lafı söylemişti ha Tarık!

Telefonun zili yine susmuştu; ama Pelin sürekli tekrarlıyordu Tarık’ın o sözünü.

‘İşte kadın böyle olur…’

Gözünü açamıyordu. Açsa bu sözün kaybolacağını düşünüyordu. Ya Ayşe’nin aldığı o kaşarlı pidelere ne demeliydi? ‘Hain şerefsiz!’ diye geçirdi içinden, gözleri kapalıyken. Hem kocasını, hem çocukluk arkadaşı Ayşe’yi perişan etmeliydi. O bölüme takılıp kalmıştı. Gözünün önünde hep o anlar vardı ve silinmiyordu.

Bir beş dakika daha geçince telefonun alarmı yine acı acı çaldı. Bu kez açtı gözünü ve telefonun sesini kapatıp yanındaki yatağın boş yanına fırlatıp attı. Tarık yanında yatmamıştı. Demek ki Ayşe öyle tembih etmişti kocasına. Artık koca da denmezdi ya…

Birden son sesine kadar haykırdı. Sinirleri boşalmıştı.

-Tarıııııkkkkkk! Allah belanı versin adammm! Allah senin belanı versin! Kötürüm olasın e mi?

Etrafına baktı. Tarık’tan ses yoktu. Gitmiş miydi yoksa? O Ayşe adamın huyunu da değiştirmişti. Böyle bir adam artık kocası olamazdı. Hızla salona geçti.

Tarık divanda üstü açık uyuyordu. Demek doğruydu. Ayşe’nin tembihi idi. Hızla divana yöneldi. Sesinin tonu hiçbir tanımda yer alamazdı. Tarık’ın böbreklerine doğru parmaklarıyla dürterek ve elleriyle neresine rast gelirse vurarak uyandırmaya çalışıyor, çığlıklarına hâkim olamıyordu.

-Allah’ın belası adam! Kalk bakalım kalkkk! Hesap vereceksin bana adi adam!

Tarık gözlerini açıp karısına tuhaf bir şekilde bakıyordu. Hiçbir şey anlayamamıştı.

-Ne oldu hayatım ya? Ne bağırıyorsun?

-Cehennemin dibi oldu adi herif!

-Sakin ol ve hakaret etme! Yoksa benden daha ağır hakaretler işitirsin.

-Demek ‘İşte kadın böyle olur…’ ha! O kadının da, senin de canın cehenneme. O mu tembihledi seni? Karının yatağında yatma mı dedi? ‘İşte kadın böyle olur…’ ha!

-Hayatım sen iyi misin? Delirmedin değil mi?

-Deli sensin! Az önce kulaklarımla duydum, gözlerimle gördüm. Ayşe’nin sana aldığı kaşarlı pideleri yerken ‘İşte kadın böyle olur…’ dedin.

-Az önce mi? Kızım sen az önce yatakta değil miydin? Ben divanda uyumuyor muydum?

Bir an sessizlik çöktü salona. Pelin’in yüzü kıpkırmızı olmuştu. Şimdi hatırlamaya başlamıştı rüya gördüğünü. Ya o işyerine bırakmalar falan? Tabii ya! Hepsi rüyaydı. Kocasına ne diyeceğini şaşırdı birden. Şu an kendisi zor durumdaydı. Adama hakaretler etmişti hiç yoktan.

Tarık anlamıştı durumu ve kahkahalarla gülmeye başladı. Bunca şüphe elbette rüyada da yerini bulacaktı. Etrafın sözleri nihayet karısını bu duruma getirmişti. Divandan doğruldu ve gülümseyerek karısına doğru yürüdü. Sarıldı boynuna Pelin’in. Yanaklarından öptü.

İşyerinde birlikte çalışıyorlardı Ayşe ile. Aslında Pelin de Akif ile birlikte aynı işyerindeydi. Ofis çalışanlarının malum dedikodularını duymuştu Pelin birkaç kez. O günden beri Ayşe’yi kıskanıyordu.

-Aşkım… Sen neden kendini başka bir kadınla kıyaslıyorsun? Ben seni sevdim. Çok sevdim hem ve seninle evlendim. Hala çılgın bir aşkla bağlıyım sana canımsın.

Sarıldı Pelin kocasına. Olmayacak bir şey yapmıştı. Hata etmişti.

-Tarık… İşe geç kaldık. Affet beni ne olur. Hadi giyinip çıkalım.

-Aşkım bugün Pazar. Tatildeyiz. Baş başa olacağız bugün.

-Tarık! Hayatım; seni çok seven bir kadının kör bir kıskançlığı bu. Affet beni.

Elinden tutarak yatak odasına götürdü kocasını. Tarık, sevgiyle bakıyordu karısına. Pelin ise, az önce yatağın boş kalan tarafına attığı telefonu eline almış bir numarayı arıyordu.

-Ayşeciğim… Canım günaydın. Tatlım, inan seni rüyamda gördüm. Öyle güzel, öyle asildin ki… Akif ve sen bizi kahvaltıya davet ediyordun. Ben de ‘Rüyalar gerçek olsa’ şarkısını mırıldanıp hemen seni aradım. Aaaa davet ediyorsun değil mi canım? Tamam… İki saate kadar oradayız canım.

Telefonu yine fırlattı. Ama bu kez Tarık yanında yatıyordu. Özlemle sarıldı kocasına.

-Sevgilim… Ayşelere 10 dakikada gidebileceğimize göre tam 110 dakikamız var…
***

SON

Melek Kırıcı
www.kafiye.net


Tarih 10 Şub 2015 Kategori: Melek KIRICI

Susarsan Beni Duyabilirsin-2


Susarsan Beni Duyabilirsin-2

Sabah saat sekizi çeyrek geçe uyanmıştı Pelin. Hala mahmurdu. Gerindi bir süre. Birden aklına mesaisinin saat dokuzda başlayacağı geldi. Tarık’a doğru döndü; o da mışıl mışıl uyuyordu. Oysa aynı saatte başlıyordu mesaileri. Kendisi fırladı yataktan. Lavaboya gidecekti ki; kocasını da uyandırması gerektiğini düşündü. Sertçe sarstı birkaç kez. O da homurdanarak gözlerini açtı.

Pelin lavaboda yüzünü yıkarken sadece yarım saat kalmıştı. Daha eşi de giyinecek, önce kendisini işyerine bırakacak, sonra da kendi işine yetişecekti. İkisi de yetişemezlerdi bu durumda. Lavabodan adeta haykırdı:

-Tarııııkkkk! Rüyanda Ayşe’yi gördün ki uyanamadın bu sabah. Artık kalk da beni yetiştir. Sen de ne yaparsan yap.

-Lavaboyu boşaltırsan ben de yüzümü yıkayacağım.

Öfkeyle çıktı Pelin. Geceliğini yolda çıkarmaya başladı ve dünkü giysilerini aceleyle giyindi. Yanaklarına hafif pudra serpti. Bu arada Tarık da gelmiş, hazırlanıyordu. Ağır hareket etmesinin nedeni, yeni giysiler seçip giyinmeye çabalamasıydı. Kemerini yeniden takıyor, ceplerini boşaltıyordu. Bir de parfümü eline alınca, Pelin çıldırdı ve dış kapıyı hızla vurarak çıktı evden. Asansörü çağırıp kabine girdiğinde saçlarını taramadığını fark etti. Hemen tarağını alıp acele hareketlerle asansörde taradı. O tararken zemine inmişler ve kapı açılmıştı. Kapıcı ‘Günaydın’ dediğinde oldukça utandı. Kendisi kabinden çıkar çıkmaz bu kez Tarık çağırdı asansörü. Aslında sinirlenip çıkması zaman kaybına yol açmıştı.

Dışarı çıkıp otomobillerinin yanında durup beklemeye başladı. Birden yanında bir başka otomobil durdu. Akif gülümseyerek kendisine bakıyordu.

-Şimdi Ayşe’yi bıraktım. Yolumu özellikle buradan yaptım. Geç kalacağını tahmin etmiştim. Zaten aynı yere gidiyoruz; seni ben götüreyim.

-Ah Akif ya! Seni Allah yetiştirdi sanki. Bizim uyuşuk hala gelecek.

Hiç düşünmeden ön koltuğa oturdu.

-Hadi hareket et… Zaten geç kaldık.

-Tarık’ın haberi olmasın mı?

-O uyuşup kalsın. Az sonra seninkiyle kahkahalar eşliğinde çay içerler işyerlerinde.

-Nasıl yani?

-Yani kahvaltı yaparlar.

-Ama evde yaptık biz.

-Onlar birlikte kahvaltı yapmak için hemen acıkırlar.

-Pelin! Senin dilinin altında bakla var.

-Ne baklası ayol! Sen Tarık’ın en yakın arkadaşısın. Hemen kötüye çekme işi.

Şu an yüreği gülüyordu. Bir taşla üç kuş vurmuştu. Hem Akif’in kulağına kar suyu kaçırmış, hem Akif’in arabasına binerek hem Tarık hem Ayşe’yi kıskandırmış, hem de kendisi Akif’in dikkatini çekmişti. Madem onlar birbirleriyle bakışıyorlardı, Tarık’ın karşısında yarı çıplak oturuyordu Ayşe; intikamını almalı, kendisi de Akif’in dikkatini çekmeliydi.

Bunları düşünürken telefonu çaldı. Eşi idi arayan… İyice abartmayı düşündü planını ve açtı telefonu.

-Merhaba Tarıkçığım. Sen geç gelince sağ olsun Akifçiğim evin önünden geçiyormuş, nezaket gösterdi beni de aldı. Akif benim canım yaaaa! Ne incelik ama değil mi?

İçin için gülüyor ve eşinden cevap bekliyordu. Onun konuşmakta geç kalışı, şoka uğradığının işaretiydi. ‘Oh olsun!’ dedi içinden. Tarık’ın sesi duyuldu.

-Peki!

Kısa, net, öfke dolu bir cevaptı. Daha da sevindi. Ayşe’nin o bacak gösterisi neydi öyle dün gece. ‘Dur ben de hafif çekeyim eteğimi’ diye düşündü. Bu his bile kocasına karşı aleni bir savaştı. Madem kendisinin lise arkadaşı kocasına karşı dişiliğini kullanıyordu, kendisi de kullanmalıydı. Tarık’ın ancak aklı böyle başına gelir ve Ayşe^ye olan ilgisi biterdi. ‘Nasıl olsa ben kendimi frenler ve Akif’e fırsat vermem.’ diye de düşündü. Sanki uykudan ayıkmak istermiş gibi kollarını açıp gerinirken, bacaklarını oynattı ve eteğinin iyice açılmasını sağladı. Adım adım ilerliyordu Pelin.

Akif fark etti Pelinin eteğinin açıldığını. Oysa dün geceki etekti ve eteği gece boyu hiç açılmamıştı.

-Pelinciğim dün bizden sonra eteğini kısalttın mı yoksa?

Şuh bir kahkaha savurdu Pelin.

-Yok ayol. Senin araba sarstıkça açıldı. Ne yapayım yani? Sen bizim aile dostumuz değil misin? Senden de mi sakınayım yani?

-Yok tabii ki! Sadece sordum.

Bu arada işyerlerine gelmişlerdi. Saat dokuza beş vardı. İkisi de arabadan inip binaya yöneldiler.
***

O arada Tarık yalnız kalınca kestirmeden işyerine gitmiş, çoktan varmıştı bile. Odaları Ayşe ile yan yanaydı. Kendisi şirketin müdürü, Ayşe ise müdür yardımcılığı görevindeydi. Bu nedenle de sıkça beraber oluyorlardı.

Doğru Ayşe’nin odasına geçti. Genç kadın her zamanki gibi bakımlıydı. Eteği gece giydiğinden de kısa, göğüs dekoltesi ise olağanüstü idi. Hemen bir ıslık çaldı; hani şu hayranlık ifade eden ıslıklardandı. Ayşe gülümsedi.

-Neden bu ıslık bakim sevgili arkadaşım?

-İçeri girer girmez öyle bir güzellikle karşılaştım ki…

-Ayıp ama Tarıkçığım. Ben arkadaşının eşiyim.

-Ne yaptım ki? Tabii Akif’in eşisin.

-Şaka şaka! Ama laf aramızda sen de çok yakışıklısın bu sabah. Bil bakalım ne aldım gelirken?

-Ne aldın?

-Akif beni bırakınca hemen pastaneye gittim. Senin sevdiğini biliyordum. Daha da önemlisi; sevgili arkadaşım Pelin’in sabah sabah seni aç bırakacağını da biliyordum. Kaşarlı pidelerden aldım sıcak sıcak.

Tarık iç sesi ile duyurmadan söylendi:

-İşte kadın böyle olur…
***

2. bölüm sonu
Devam edecek…

Melek Kırıcı
www.kafiye.net


Tarih 10 Şub 2015 Kategori: Melek KIRICI

Susarsan Beni Duyabilirsin – 1


Susarsan Beni Duyabilirsin – 1

-Böyle devam edersen, senin yüzünden onlarla görüşmeyeceğim Tarık…

-Ne oldu yine hayatım? Ne bahaneler üreteceksin bakalım gecenin bu saatinde?

-Ne olacak sence? Hadi kadını övmelerini anladık; ya o bakışların neyin nesiydi?

-Pelin, çok ayıp ediyorsun canım! Farkında mısın bilmem; olmayacak sözler ediyorsun şu an. Ben nasıl bakmışım Ayşe’ye? Anlat bakalım… Hele ki Ayşe senin genç kızlıktan arkadaşın ve Akif de benim çocukluk arkadaşım. Sence ben çocukluk arkadaşıma; o kadar sevip değer verdiğim can arkadaşım Akif’e böyle bir ihanette bulunabilir miyim canım?

-Zaten mantıksız olan da bu ya! Yemek masasında bakışların yetmez gibi, bir de onlar gittikten sonra bana neler neler diyorsun? Düşün hele bir…

-Ne dedim Pelin sana? Nasıl baktım Ayşe’ye? Açık konuşsana…

-Neredeyse yediği lokmaları sen ağzına koyacaktın kadının. Yok efendim Ayşe’nin sofra hazırlaması daha modernmiş, yok efendim Ayşe harika yemek yapıyormuş, tam senin istediğin gibiymiş. Yok efendim Ayşe giyinmeyi, kendine yakıştırmayı biliyormuş. Ne yani? Mini mini giyip, senin karşına da geçip, bacak bacak üstüne atınca mı giysileri kendine yakıştırmış oluyor Ayşe?

-Ya karıcığım, ben kendi karımla da dedikodu yapamayacak mıyım misafirler gittikten sonra? Dikkatimi çekenleri söyleyemeyecek miyim? Biz iki yabancı mıyız yani?

-İyi ya! Tam da bu işte! Karı kocayız; ama hayranlığın Ayşe’ye… O zayıfmış, kilo almamak için dikkat ediyormuş, hareketliymiş, bu hareketliliğiyle kim bilir Akif’e ne zevkler veriyormuş yatakta… Senin dedikodu dediğin, dikkatini çekenler bunlar mı canım?

-Fikrimi söylemek suç mu bir tanem ya?

-Allah’ını seversen uyu hadi. Uyu ki beni delirtme! Bil ki senin yüzünden bir daha onlara gitmeyeceğim.

-Aşkım, biricik sevgilim. Sen benim karımsın; başkası değilsin ki. Tüm bunlar benim şahsi görüşlerim; arzularım değil ki…

-Bana bak Tarık! Ben de bir kadınım. O kadının evinde geçen hafta yediğin yemekleri öve öve bitiremezken, benim daha bu akşam yaptığım yemeklerden söz bile etmiyorsun. Gerçiiii, Ayşe’ye bakmaktan benim yemeklerimi görmedin bile.

-Abartma istersen!

-Şu an sana sorsam; Ayşe’nin giysileri ne renkti, nasıldı desem; tek tek anlatırsın. İyi, güzel… Anlat! Ama hadi söyle bakalım; ben akşam ne giymiştim?

-…

-İşte bu!

İkisi de yatakta, yastıklarını hafif dik koyup uzanmışlar, kavga ile sohbet arası laflar ediyorlardı. Tarık’ın cevap veremeyişi, yutkunuşu, kem küm bile edemeyişi Pelin’i adeta kudurtmuştu. Ani bir hareket yaptı, yastığını alıp yataktan fırlayarak kalktı. Öfkesi bununla da kalmayıp yatak odasının kapısını hızla vurarak çıktı salona.

Tarık peşinden gitmedi Pelin’in. Aşırı yorgundu. Çok da uykusu vardı. Hemen uykuya daldı.

Pelin salona çıktığında kendini bir koltuğa zor atmıştı. Burnundan soluyordu adeta. Böyle bir şey olamazdı. Bir erkek nasıl olurdu da çocukluk arkadaşının karısına kötü gözle bakardı ki? Üstelik de Ayşe kendisinin liseden arkadaşıydı. Erkek cinsinde böyle bir zayıflığı ömründe duymamıştı.

Pelin’in aklından geçenler korkunçtu şu an. Şeytan diyordu ki; git, şu adamın gırtlağına sarıl ve boğ. Bir insan hem karısına, hem çocukluk arkadaşına nasıl yapabilirdi ki bunu?

Düşünürken koltukta uyudu kaldı Pelin. Kaloriferler de sönmüştü gecenin bir yarısında. Üstündeki incecik gecelikle üşümüştü; ama doğrulup kalkamıyordu. Akşamki yemek hazırlığı çok yormuştu onu.

Sabaha karşı Tarık lavaboya kalktığında, karısını o halde görünce derin bir iç geçirdi. Buza kesmiş gibiydi. Uyandırmamaya özen göstererek kucakladı ve yatak odalarına götürüp yatırdı. Üzerini de yorgan ve battaniyeyle örtmeyi ihmal etmedi.

Lavabodan çıkınca Tarık da bir koltuğa oturup düşünmeye başladı. Söyledikleri yanlış değildi ki… Gerçekten de Ayşe’nin yemekleri harikaydı. Ne vardı bu lafa kızacak? Ayrıca çok da bakımlıydı. Aynı işyerinde çalışırlardı Tarık ile Ayşe. Bu zamana kadar Ayşe’yi gelişigüzel giysiyle görmemişti. Her gün makyajını yapar, saçını olabildiğince değişik şekillere sokardı. Hatta ojesini bile iki gün üst üste aynı renkte görmemişti. Oysa karısı telaşla uyanır, kahvaltıyı bile yetiştiremez, üstünkörü giyinip adeta fırlayarak evden çıkardı. Pelin ile Akif de aynı işyerinde birlikte çalışırlardı. Kim bilir Akif de Pelin için ne düşünüyordu.

Bu son düşünce birden Tarık’ın suratını değiştirdi. Bazı şeyleri şimdi kendine itiraf edebiliyordu. Doğru ya; kendisi nasıl Ayşe’ye hayransa, acaba Akif de kendisinin karısına mı hayrandı. İçini müthiş bir kıskançlık kapladı. Olmamalıydı böyle bir şey.
***
Ayşe ve Akif neşeyle evlerine dönmüşlerdi. Tarıklarda yemek yiyip; kahve, çay, sohbet derken zaman geçip gitmişti. Evlerine geldiklerinde, karı koca her zaman olduğu gibi soyunmuşlar, yatacakları giysilerini giymişlerdi. Bir süre oturmak istediler. Uykuları henüz yoktu. Akif yemeklerin güzelliğinden söz etmeye başladı.

-Hayatım, senin yemeklere uymaz; ama Pelin de güzel yapmıştı doğrusu. Hoşuma giderek yedim.

-Yemek gerçekten güzeldi. Ama unuttuğun bir şey var; o evde Tarık olmasa Pelin bir hiç bence. Adamcağız sofraya tabakları yerleştirdi, servisi kendisi yaptı, en güzel giysilerini giymişti. Ki bana göre ev sahibinin misafirlerine verdiği önem giysilerinden belli olur. Pelin’in o kıyafeti neydi Allah aşkına öyle? Derme çatma bir rüküş etek, basit bir gömlek… Ne saçlar yapılmıştı, ne de makyaj… Çok ayıpladım. Genç kızlığımızdan beri arkadaşız Pelin’le ve bu kız hiç düzelmedi. Yazık olmuş Tarık gibi yakışıklı, becerikli bir erkeğe.

-Ya hayatım bize ne elin kadınının rüküşlüğünden, elin adamının yakışıklılığından falan. Biz kendi işimize bakalım bence. Tarık da benim çocukluk arkadaşım… Dışı çok iyidir; ama tembel bir öğrenci idi. Görüntüsü harika; ama içi kof… Oysa Pelin belki giyimine, bakımına dikkat etmez; ama işinin de ehlidir. Aranan bir elemandır. Birbirlerine o yönleriyle terstirler. E bu durumda da birbirlerini tamamlamış oluyorlar. Biz kendi işimize bakalım bence.

-Yoooo! Sakın Tarık’a haksızlık etme. Ne yalan söyleyeyim, Tarık benim idealimdeki erkek tipi.

Akif bunu duyunca suratı asılıverdi. Hiçbir şey söylemeden kalkıp yatağına gitti ve düşünüp canını sıkmamak için anında uyudu.

Ayşe bir süre daha salonda oturdu. Aklı Tarık’ın görünür ve görünmez özelliklerindeydi. Yarın sabah yine işyerinde beraber oturacaklar, o tok ve güzel sesini yine duyacaktı Tarık’ın.

Bunları hayal ederken Ayşe de koltukta uyuyakaldı.
***

1. bölüm sonu
Devam edecek…

Melek KIRICI
www.kafiye.net


Tarih 10 Şub 2015 Kategori: Belgin Turan SATICI

ÇAPALAMA


ÇAPALAMA
01/04/2011
Çapa, içsel bir bilinç durumuna bağlanan duyusal bir uyarıdır (dokunma, görüntü, ses, tat veya koku).
Uyarı tekrarlandığı zaman bireyde aynı durum tekrar yaratılır.
Çapalar deneyimleri zaman içerisinde dolaştırmamızı sağlayan “araçlardır”.
(Şimdiki veya geçmiş) Durumları “yakalamak” için kullanılırlar; böylece bu durumlar (aynen veya değiştirilmiş bir şekilde) şimdi veya gelecekte başka bağlamlarda da kullanılmak üzere hazır olurlar.
İyi güzelde bundan bize ne diyebilirsiniz.
Öyle demeden önce yazının bitmesine bir müsaade edin.
Çapalar her gün etrafımızda doğal bir şekilde oluşmaktadır.
Örneğin; Sevgilinizle yağmurlu bir günde ayrılmıştınız o an belki duyduğunuz bir şarkı bunların hemen hepsi o durumu siz bilmeden bilincinizin derinliklerine iletir ve orada saklar.
Kendinizi çok iyi hissettiğiniz bir gün.
Dışarı çıktınız yağmur yağıyordu, kulaklığınızı taktınız ve ayrıldığınız an duyduğunuz şarkı çalmaya başladı. Birden kendinizi kötü hissedebilirsiniz.
Ne oldu bana gayet iyiydim. Dersiniz.
İşte nedeni bilinçaltında bulunan çapalar.
Mesela; reklamlarda her gün bize çeşitli tutum ve davranışlarımız üzerinde çapalar atılıyor.
NLP de önceden atılmış ve farkında olmadığımız çapaları teknikler vasıtasıyla eritebiliyoruz.
Hedef belirlemede ya da kişinin kendisini kötü hissettiğinde iyi hissetmesi için yine çapalardan faydalanıyoruz.
Şimdi dilerseniz ruhumuzu biraz şımartalım.
Gözlerinizi kapatın.
Kendinizi deniz kenarında hissedin.
Alabildiğince uzanan mavilik…
Hafiften sahile vuran dalgalar.
Beyaz köpükler ve siz suların üzerinde yürüyorsunuz başınız ve omuzlarınız dik.
Tebessüm ediyorsunuz.
Manzara inanılmaz haz veriyor size.
Ciğerleriniz doluncaya kadar yavaş yavaş nefes alın.
Tutun içinizde şimdi yavaş yavaş bırakın.
İşte hayat bu diyerek bir an kendinizi tatilde hissedin.
DALGA SESLERİ…
Beyninizi, ruhunuzu anlık tatillerle ödüllendirin.
Bırakın seçim kaosuyla uğraşanlar uğraşsın.
Nasılsa onlardan bazıları seçim bitinceye kadar birer melek, adaletin temsilcisi olacaklardır.
Bu arada milleti birbirine düşüren örneklerini dış devletlerde izlediğimiz görüntülerde bazılarınca kurgulanmış, kışkırtılmış acı tablolar…
Sakın ola bizlerde bu galeyana gelmeyelim.
Avuçlarınızı açıp içine bakın orda ne görüyorsunuz.
İşte orda sizin, bizim, hepimizin tek tek hayatlarımız var.
Nasıl yaşamak istiyorsanız öyle bakın.
HERŞEY BİZİM ELİMİZDE.

Belgin Turan SATICI
www.kafiye.net