Bu Gece de Uyuyayım

Hatice Eğilmez Kaya

“Bu gece de uyuyayım,” diye mırıldandı delikanlı. Gardiyan, akşam yemeğini bırakmak için tek kişilik hücresinin ağır ve paslı kapısını tumturaklı bir gürültüyle açtığında, “Bu sabah gelmeyecekler.” demişti.

Uyku gözlerinden akıyordu. Az sonra düşlerinin dikenli yatağına uzanacak, sabah belki de cellatların esmer parmaklarının duygudan uzak dokunuşlarına uyanacaktı. Binlerce karabasanla savrulan bilincini güneşin doğumunu göremeyeceği son gecesine teslim ediyor olabilirdi. Gardiyan nereden bilecekti, onların ne zaman geleceklerini.

Hücresinin soğuk duvarlarına birkaç yumruk darbesi indirdi. Yan taraftan aynı ritimde ses geldi. Kendisini yalnız hissettiğinde böyle yapardı hep. Bazen de ondaki karanlığı yok sayma arzusunun benzeri karşıdan gelirdi. İki komşu hücrenin sakinleri eğer yüksek sesle bağırmazlarsa birbirlerini işitemezlerdi. Seslerini yükselttiklerinde gardiyanların sert ikazlarına maruz kalırlardı. İkazlara rağmen iletişim kurmaya çalışmak onlarda sonuca varmaktan çok, sağlam ve dik duruşlarını ifade etmeyi amaçlayan bir isyandı. Yönetim için şeytan azapta gerek, derlerdi içlerinden.

Delikanlının idam kararı geçen mayıs ayında onaylanmıştı. Dışarıda çiçeklerinden henüz arınmış, meyveye duran ağaçlar, son günlerini yaşayan gelincik ve papatyalar erken gelecek bir yazı müjdelerken, mahkeme salonunda ölümcül rüzgarlar esiyordu. Hakim kalemini salonun loş aydınlığında, tuhaf bir sessizliğin ortasında, kırıvermişti. Kalemden çıkan çatırtı, birbirini tetikleyen dalgalar halinde salonun en uzak noktasına kadar yayılmıştı. İçerideki üç beş gazeteci boş gözler ve anlaşılmaz bir umursamazlıkla olanları kaydediyorlardı. Kararı endişe içerisinde bekleyen aile o gün mahkeme binasına dahi alınmadığından acılı annenin feryadı, suskun babanın derin soluk alıp vermeleri eşliğinde yere kapaklanması, öfkesi içlerine sığmayan ağabeylerin haykırışları onların kayıtlarına geçmemişti.

O uğursuz günden sonra sıcak yaz geceleri, rutubetli zindan havası, ciğerlerine yapışan idam kararı bir araya gelip gecelerce uykusuz bırakmıştı Sinan’ı. Henüz on dokuz yaşındaydı. Kalın siyah kaşlarının altında dünyaya olanca sertliğiyle bakan toy bakışları vardı. Annesi onun koyu kahve gözlerine bakıp ninniler söylemeyi daha dün terk etmişti sanki.

Hücredeki bir insanın bütün duyuları hassaslaşıyor, dışarıda sıradan gelen her şey içeride etkisi katlanarak yaşanıyordu. Sinan bu hali rüyalarına benzetirdi. Nasıl gerçek dünyanın gerçeklik oranı tartışılan atmosferindeki duygular, asıl güçlerini rüyaların soyut -olarak nitelendirilen- dünyasında gösteriyorlarsa, yapayalnızlığın hüküm sürdüğü bu yerde de olanca heybetleriyle arzı endam ediyorlardı. Sinan aylar boyunca bir tasanın binlerce tasaya dönüştüğü, neşelenme ihtimalinin neredeyse hiç olmadığı, karanlık ve izbe bir dünyanın içinde kendine, en çok kendine dönmüştü.

Ölümü düşünecek çok vakti olmasına rağmen bu evrensel hakikat üzerinde pek durmamaya özen gösteriyordu. En çok yıldızları özlemişti. Ilık deniz rüzgarlarına aşina olan şehrinde, geceleri sırt üstü yatar, bütün bedenini okşayan imbatlar eşliğinde üzerine yağan yıldızları seyre dalardı. Yıldız kümelerinin yerlerini eliyle koymuş gibi bulmak, Samanyolu’nun ışıltılı bir nehri anımsatan izini sürmek, Kutup Yıldızı’na onlarca kez bir daha bir daha bakmak onun delikanlı kalbini şen ederdi. Oysa son yazı, gündüzleri rutubetli bir tavanın sararmış yüzüne bakmakla, geceleri karanlığı görmemek için gözlerini sımsıkı yummakla geçmişti. Göz kapaklarında yitik gök cisimleri harelenirdi çoğu kez. Bazen bir yıldız kaymasıyla uyanıp saatlerce uykusu kaçar, ışıltılı Akdeniz göğüne özlem duyardı.

Yandaki hücrede otuzlu yaşlarına yaklaşmış, ona göre oldukça sakin yaratılışa sahip bir adam ölümünü bekliyordu. Gardiyanlardan duyduklarına ve bağırış çağırışlarla öğrendiklerine göre komşusu evliydi. İki de oğlu vardı. Oğulları henüz okula bile başlamamışlardı. Eşi aylardır cezaevinin önündeki kahvede görüş izni beklediği halde birkaç dakikalığına dahi olsa görememişti onu.

Duvarın öte yanından,
“Nasılsın kardeş?” diye haykırdı Kemal ağabeyi.
“İyiyim abi. Müthiş uykum var. Uyuyacağım. Sen nasılsın?”
Sonbaharın ortalarında başlayan ve bütün kış süren bir uyku hali olurdu Sinan’ın üzerinde. Uzun kış gecelerinde, o sene de tatlı tatlı uyuyabilecek miydi acaba?
Kemal bağırmaya devam ediyordu. “Ben uyuyamıyorum. Gerçi akşamüstü gardiyan rahatça uyuyun, bu gece son geceniz değil, demişti.”
Sinan tebessüm etti. Kemal onun tebessümünü görmese de hissetmişti.
“Uyurgezer gardiyan bizim bekleyişimizi asla anlayamaz. Onun için biz sıradan bir vakayız. İşkence etmekten, adam dövmekten ruhu ölmüştür onun. Köpeklik de zor.”
Sinan yaşlı gardiyan için üzüldü.
“Bazı insanların dünya üzerinde ne kadar kötü konumları var. Evlerine ekmek götürmek zorunda herkes.”
Delikanlının iyimserliğine içerleyen Kemal bir süre sustu. Sonra unutmuş da yeni hatırlıyormuşçasına ekledi.
“Çocuklar ne yapıyor acaba?”
“Çocuklar” deyişinde taşralı bir söyleyiş vardı. Eşini de kapsayan bir merak edişti bu. Kemal’deki aydın duruşun altında naif bir geleneksellik sezerdi Sinan.
“Ne yapsınlar? Uyuyorlardır bence. Güz uykusu yaman basıyor insana. Efkar, hüzün hak getire.” dedi.
Hiç konuşası yoktu. Buna rağmen Kemal ağabeyine doğru bağırdı.
“Siyasi af çıkar mı sence?”
“Affın önce kokusu yayılır, sonra kendisi gelir. Fakat kim bilir ne zaman çıkacak?”
“Bize yetişmez. Bugün yarın infaz ediliriz.”
Sinan’ın konuşası yoktu fakat Kemal susmuştu. “Ne tuhaf!” diye düşündü delikanlı.
“İyi geceler abi.” diye bağırdı.
Derinden ve binlerce tasa ile ağırlaşmış bir cevap geldi.
“Sana da kardeşim.”

Çocukken annesi geceleri ıslık çalmasını yasaklamıştı. Gündüz, bildiği türküleri ıslıkla çalar, farklı melodiler de oluştururdu Sinan. Sonraları bağlamaya heves etti. Ölmüş ozanların türkülere düşen gölgelerine dalar giderdi bağlama çalarken. Batı çalgılarından hiç haz etmemişti. Sömürgeci batı uygarlığına sövüp sayan bir genç için alışıldık bir tepkiydi onunki. Şimdi İngilizce dersinden isteyerek zayıf aldığı, her ders “Bu dili öğrenmek zorunda değilim ben.” diyerek öğretmenleriyle tartıştığı yeni yetmelik günlerini anımsıyordu perde perde. On dokuz yaşındaki birisi için çocukluk yılları bile, uzansa tutuvereceği yakınlıktaydı.

Sıra dışı görünüşüyle bağlama hocasını anımsadı. Hırpani giyinir, dalgalı saçlarını omuzlarının seviyesinde tutardı Mürsel Hoca. Sinan evvel zaman dervişlerini anımsatan bu orta yaşlı adamın ütüsüz gömlekleri, üzerinden dökülecek zannederdi. Şakakları kırlaşmış saçlarını hiç taramadığından emindi. Kısık sesle konuştuğu için öğrencileri onu işitmek için olağan üstü çaba gösterirlerdi. Türkü söylemeye başladığında da sesini yükseltmezdi hiç. “Dünyada o kadar çok bağıran var ki ben bağırmıyorsam ne olmuş!” derdi. Böylesine halim selim duruşlu birinin konservatuardan siyasi düşünceleri yüzünden ayrılmak zorunda bırakılmasına şaşarlardı. Onlarla siyasetten konuşmazdı. Sinan onun “Müzik, kalbin ritminin evrenin ritmiyle buluşmasıdır.” Sözünü tekrar etti bilinçsizce. Annesi yanında olmadığından ıslıkla yanık bir Anadolu türküsünü çalmaya durdu. “Feleğin bir kuşu var tırnağı demirdendir.”

Ölmek garip bir şeydi. Yaşamanın anlamını tam olarak kavrayamadan ölümü beklemek, onun bazen güçlenen bazen zayıflayan sesini kapının önündeki ayak tıkırtılarında kollamak, kulağı kirişte şafağı beklemek de garip bir şeydi. Karanlık, nemli ve soğuk bir hücrede son geceleri olduğunu bildiği gecelerin hesabını tutmak da garipti.

İçindeki ölüm korkusu onu artık utandırmıyordu. Yine de içindeki korkulardan hiç kimseye söz etmezdi. Belli bir ideale bağlanmış olmak, cesur görünmek zorunluluğunu da beraberinde getiriyordu. Onu yılgın görmek isteyenlere verdiği onurlu bir cevaptı ölüme serinkanlı adımlarla ilerlemek.

Hücreye kapatılmadan önce ailesinden sağlıklı haberler alabiliyordu. Gelen haberler annesinin sürekli gözyaşı döktüğüne dairdi. Hiç kimse annesinin kederli kalbini teskin etmeyi başaramıyordu. Sinan annesinin çektiği ahları işitir gibiydi. “Ah” diyordu mutlaka annesi, “Keşke daha farklı bir güne doğursaydım oğlumu. Ya da görmeseydi ve bilmeseydi. Okumasaydı, aklı ermeseydi keşke. Cahil kalsaydı. Koyun olsaydı, kuzu olsaydı. Ne diye karıştı olaylara ne diye?” Babası içten içe annesini suçluyor olmalıydı. Davasını hiç anlayamamıştı zaten. İnsanın sadece kendisini düşünmesi gerektiğine inanan bir adamdı o. Bencildi, dünyaya çıkarlarının camları ve perdeleri kirli penceresinden baktığı için anlayışsızdı. Sinan’ın asıl başkaldırısı onun hodbin karakterineydi.

Aşka inanmazdı Sinan. Sömürüye, şiddete ve kan dökmeye bu derece eğilimli insan neslinin aşkı da saf kalpli insanları aldatmak için uydurduklarını, kendi uydurdukları sevmek ve sevilmek mitine kendilerinin inandıklarını düşünürdü. Aşk ona göre bedensel işlevlerimizin sonucunda oluşan, tamamen maddi özellik gösteren bir şeydi.

Annesi babasına aşık olup evlenmişti. Babası kendisine aşık olan o masum genç kızın sergilediği halleri burun kıvırarak anlatırdı. Elini sallasa ellisini bulacak kadar yakışıklı olmasına rağmen, ela gözlerini üzerinden ayırmayan bir hayli safiyane, yeteri kadar güzel bulduğu komşu kızını, “Bundan iyi anne olur,” deyip almıştı. İsmi de kafa karıştırıcı sözlere hedef olmamıştı Hayriye’nin. Erkeğin geleceği, kadının geçmişi mühimdi onun küçürek dünyasında. Bir ihtimal haklıydı üstelik.

Aşkın laftan ibaret olduğundan emin olan Sinan, sık sık kendisini sınıf arkadaşı Selma’yı düşünürken bulurdu. Soğuk mahpushane taşları, her gün çıkarıldığı volta avlusu, avluya konan güvercinler, üşüyen ellerini ısıtmaktan aciz güneş kadar gerçekti bu hatırlayışlar. Kalbindeki çarpıntıyı “Ondan hoşlanıyordum, içimden geçenleri hiçbir zaman söyleyemediğimden ismi kafama takılmış olmalı.” diye açıklardı. Nasıl da yüzü kızarırdı Selma sınıfa girdiğinde.

Burjuva kızdı Selma. Takıp takıştırmayı pek severdi. Gezsin, tozsun, yesin, içsin, eğlensin… Bazen dönüp Sinan’a bir bakardı. Sinan o anda öleceğini zannederdi. Onu ilk gördüğünde ensesinden omuz ortasına kadar yayılan ateş de aşk değildi. Bedeninin fizyolojik tepkileriydi. Birkaç gün sonra ayağının altındaki tabureyi mutlaka kendisi itmeliydi. Cellatlara, son hamleyi bırakmaya niyeti yoktu. Selma’yı da artık düşünmeyecekti. Ne kadar lüzumsuzdu aklının bir köşesinde bir daha göremeyeceği birine yer ayırması.

İki ağabeyi de Sinan tutuklandıktan sonra evlenmişlerdi. Birinin kızı olmuştu. Diğerinin eşi hamileydi. Kendisine hiç benzemezdi ağabeyleri. Babası onlar için “Bana çekmişler, akıllı mantıklı çocuklar,” derdi. Sinan vatan hainlerinin sözlerine kanacak kadar saf kalpliydi. Derslerinde başarılı olsa ne olurdu. Annesine çekmişti o. Aklı bir karış havadaydı, hayatın gerçeklerinden habersiz yaşadığı için gelmişti başına gelenler. Buna rağmen ikinci torunu olduğunda adını Sinan verecekti. Babasına, büyük amcasına ve dedesine benzemesi temennileriyle. Karanlığın ortasında yapayalnız kalmış olan delikanlı omuz silkti. Bu sözleri bizzat babasından duyuyormuş da umursamıyormuş gibi. Babası onun bu hareketini görse çileden çıkardı vesselam.

Gecenin bir yarısında karnı acıktı sonra. İki yıldır üç cezaevi değiştirmişti, üç farklı ilde. Her karıştığı isyanda başka bir cezaevine naklediliyordu. Hepsinin ortak noktaları yemeklerinin berbat oluşuydu. Tek tip giymeyeceğiz, diye girdikleri açlık grevinde birbirlerine pek kaybımız yok şakasını yaparlardı. Midesi kazınınca hafızasının bir yanı o kötü günlere, diğer yanı annesinin güzel yemeklerine gitti. Et yemekten hoşlanmadığı için dumanı tüten acılı tarhana çorbası canı istedi. Yanında sıcacık köy somunu olmalıydı illa. Özel hayatına dair istekleri ne kadar sınırlıysa yemek tercihleri de o derece mütevaziydi. “Afferin oğlum Sinan.” dedi kendisine. “Davanı sadece kafan değil miden de anlamış.”

İçeride yavaş akan hayat, dışarıda olanca ihtişamıyla gürlüyordu. Kasaba ve köylerin boş vermişliği, şehirlerin kendinden geçmişliği yansıyordu gazete köşelerine, magazin dergilerine, televizyon ekranlarına. Sinan bunların hiçbirinden haberdar değildi. Son iki yılda uğruna taş zindanlara girdiği memleketinde daha az düşünen, daha çok tüketen bir neslin tohumları atılıyordu. Akrabaları bile tuhaf bir düşüncenin peşinden koşan bu delikanlıyı hırsızlardan, kalpazanlardan, uyuşturucu pazarlayıcılarından çok daha tehlikeli görüyorlardı. Onlara göre Hacı Mehmet Ali Efendi’nin torunu anarşist olmuştu. Sadece annesi “Benim oğlum haram mı yemiş, cana mı kıymış, onun bunun namusuna mı bakmış? Ne yapmış benim oğlum? Bildiriyse bildiri! Aldıkları gibi çöpe atsaydı alanlar. Oğlumun su gibi aziz canına dokunmasalardı.” deyip isyan ediyordu. Sinan biliyordu ki elleri kuru ağaç dallarını anımsatan anası, uçsuz bucaksız Anadolu bozkırlarında yeşermiş anne yüreğiyle onu anlayan tek kişiydi.

Annesini düşünerek uykuya daldı. Uykunun sihirli kollarına sığınmadan önce, “Ağlama anne, anne ağlama” sözlerini sufilerin zikirlerine denk bir samimiyetle söyledi durdu. Bir gece daha çekip gidecekti o, kendinden firar etmiş bir terk edilişle uyurken. Sabah olacaktı yine. Mahkumların nasiplenemediği bir ışık yayılacaktı dünyaya. Uzak köylerde horozlar ötecekti. Müezzinler elleri kulaklarında ezan okuyacaklardı. Genç kızlar, delikanlılar, çocuklar, işçiler ve patronlar uyanacaklardı. Hayat kaldığı yerden devam edecekti olanca vurdumduymazlığıyla.
Paslanmış, demir kapının kilidi açıldı ertesi sabah. Beklenen genel affın çıktığı, bu affın siyasi mahkumları da kapsadığı, idamlıkların sehpadan döndükleri haberi yayıldı bütün cezaevine… Sinan uykulu gözlerle baktı haberi yayan gardiyanın gözlerine. Neyin gerçek neyin düş olduğunu anlayamadı.

Demir pençeli ölümün iki kanadı da kırılmıştı. Kırılan kalemlere inat…

Hatice Eğilmez Kaya
www.kafiye.net