Kategoriler

Arşivler


Tarih 2 Tem 2015 Kategori: Mücella PAKDEMİR

AHİD

AHİD

Ben evlad-ı Fatihan, son Peygamber ümmeti!
Ah kalır üzerimde Hak yolundan cayınca
Küser kutsal emanet, Kur’an, sünnet zimmeti
Adaletin çizgisi ekseninden kayınca

Ahid sadakat ister; miad tanımaz sözüm 
On dört asır aşk ile yanıp kavruldu özüm
Yuvalarından çıkıp kör olsun iki gözüm
Gidersem karanlığın boz bulanık suyunca

Şu melun zihniyetin kalbi kaplanmış pasla
Yeminimdir: Her anı geçecek gamla, yasla!
Yediği tokatları tarih unutmaz asla
Sürüp gitmez bu düzen şeytanvari oyunca

Kıta kıta, sömürü düzenini kurdular
Ülke ülke, insanı imha edip kırdılar
Meydanı boş bulunca azıtıp kudurdular
Hesabını sorarım ecdadımın huyunca

Her kim işkence görse acısıyla inlerim
Feryat etse ben dahi feryat edip ünlerim
Vicdanımın sesini ta derinden dinlerim
Elimi yüreğimin üzerine koyunca

Sınırım bir kutuptan ötekine; bilirim
Ay yıldızlı sancağın şanı için ölürüm
Nasıl dayanır gönlüm; nasıl razı gelirim?
Çakallar masumların canlarına kıyınca

Kınından çıkar çıkmaz parlar cihad çeliği
Yıkılır her saltanat, olsa cihan meliği
Sığınırdı zalimler bulsa yılan deliği
“Gövdelerde baş koman!” çığlığımı duyunca

Bir kükrersem dağlardan kartallar havalanır
Gölgesinde küffarın alayı kovalanır
Nereye ayak bassa kanlarına bulanır
Hamail çıkartırım omuz – bacak boyunca

Firavunların hepsi yekdiğerinden yaman
Fitne ateşlerinden tütüp duruyor duman
Hele beni bir görün; yakındır elbet zaman
Gaflet elbisesini bedenimden soyunca

Mücella Pakdemir

SABIKALI ŞAİR

www.kafiye.net


Tarih 27 Haz 2015 Kategori: Hatice Eğilmez KAYA

Hepsi Benim Yüzümden

Hepsi Benim Yüzümden

Hatice Eğilmez Kaya
Keşke şu hiçbir kaba sığmayan düşüncelerimi kimse ile paylaşmasaydım. Paylaştım da ne oldu? En yakınlarım bile aklımdan şüphelendi.

Akıl bu, hem var hem yok türünden bir nesne. İspata çalıştıkça belirsizleşiyor sanki. Bana bende varmış gibi geliyor da başkaları “sende yok,” diyorlar. Aklımı savundukça kendimi “ben sarhoş değilim,” deyip ayakları çapraz yürüyen çakırkeyiflere benzetiyorum. Onlara sarhoş diyesim var. Harcadıkları çabanın hatrına çakırkeyif diyorum.

Bütün problem şu tuhaf düşleri görmeye başlamamla su yüzüne çıktı. Gerçi çocukluğumdan beri sıra dışı bulunurdum da çevremdekiler halimi beyan için küçük dudak bükmelerle yetinirlerdi.

Rahmetli annem yıllarca anlatıp durdu. Bir gün komşumuzun bahçesindeki civcivleri karşıma alıp kedilerin saldırı ve baskılarına karşı birlik olma nutukları atmaya kalkmıştım. Komşumuz konuşmalarımı dinleyip anneme “sizin oğlan anarşist olursa şaşırmam,” deyince annem, “aman komşu ağzını hayra aç. Bizim sülaleden anarşist çıkmaz inşallah” demişti. Annemin endişelerini gördüğümden midir bilmem anarşist olmadım. Fakat çevremdeki diğer çocuklara, gençlere, şimdilerde de yetişkinlere benzemedim hiç.

Bendeki farklılık öyle kılıkta kıyafette değildi. Seçtiğim meslek, aldığım kız, büyüttüğüm çocuklar, bindiğim araba,  giydiğim kazak, taktığım kravat hiç mi hiç dikkat çekici değildi. Dikkat çekici olmaktan bile isteye kaçınmadım. Her şey kendi doğasında oluvermişti. Çalışkan bir çocuk, efendi bir delikanlı, halim selim bir eş, fedakâr bir baba… Tam da toplumun “ha tamam oldu, birey dediğin aynen böyle olmalı,”  türünden kaşe vurduğu bir adam.

Yine de kendimi hep bir dudak büküşün merkezinde hissettim. Bilmem neden?

Kendi küçük dünyamda eskiden, çok eskiden her şey daha güzel ve basitti. Çocuktum, masal dinler, çizgi film seyreder, sokakta oyun oynardım. Dinlediğim masallarda iyiler ve kötüler vardı. İyiler ve kötüler akla karanın ayırt edilebilmesi kadar kolayca ayırt edilebilirlerdi. Pek sevdiğim çizgi filmlerde de durum aynıydı. Kafamı karıştıran, bana kim haklı kim haksız dedirten olaylar yoktu onların kartondan inşa dünyalarında da.  Ailecek gittiğimiz yazlık sinemalarda birbirinden romantik aşk filmleri izler, mutlu sonlarla mesut olurduk. Pazar günleri televizyon aracılığı ile evimize davet ettiğimiz kovboylar iyiler iyisi, demokratik ve moderndi. İnsanların derilerini yüzmeye meraklı Kızılderililer hem vahşi hem kötüydü. Aklımı zorlayan, bilincimi yerle bir eden zulümler sergilenmiyordu. Daha doğrusu mutlaka sergileniyordur da şimdiki kadar haberdar değildik. Akvaryumdaki balıklar gibi mesut, aynı zamanda huzurluyduk. Peki ya şimdi? Kan gövdeyi götürüyor. Kim haklı, kim haksız belli değil. Öyle sisli puslu bir vadideyiz ki kurt da kuzu da pek nazenin. Üstelik inanmayacaksınız bütün bunların ‘hepsi benim yüzümden.’

Yedi sekiz yıl önce, kırklı yaşlarımın başlarında bir akşamüzeri işten eve geldim. Mevsim yazdı. Senelik iznimi alsam mı almasam mı, diye oldukça kaotik bir ikilemle kafamı hayli meşgul ettiğim iş günlerinden birini daha bitirmiştim. Kendimi evimin mecazen sıcak, klimadan ötürü serince iklimine atmıştım. Eşimin en çok takdir ettiğim yönü az konuşan, yaptıklarımı ettiklerimi fazlaca didiklemeyen yönüdür. Mutfakta kendi halinde dolanıyordu güzelim. Çocuklar da kendi odalarında dokunmasan ömürlerini orada geçireceklermiş gibi bir sükûnete gömülmüşlerdi. Karnım toktu ve çok yorgundum. Eşimle azıcık hasbıhalden sonra dinlenmek için odama çekildim. Sonra bir şeyler atıştırırdım nasıl olsa.

Uyku Allah’ın bizlere bağışladığı en büyük lütuflardan birisidir kuşkusuz. Ağrısız, sızısız, dertsiz, tasasız uyku diyarına iltica etmek gibisi var mı? Gerçek bilinen maddeler âlemi ne kadar siyah beyazsa rüya âlemlerimiz -ki her birimizin rüyalar âlemi farklı farklıdır- o derece rengârenktir. Bu sebepten olsa gerek uyumayı ve rüya görmeyi çok severim. Özellikle annemin ziyaret ettiği düşlerim benim için pek kıymetlidir. Bunların bazılarından tatlı bir tebessümle, bazılarından derin bir hüzünle uyanırım. Uyanıkken ebediyete göç eden cümle hısım, akraba ve aşinayı hem kalpte hem dilde sık sık andığımdan mıdır bilmem onlarsız uykum neredeyse yok gibidir.

Efendim benim gibi uykuyu ziyadesiyle seven bir zat için dış âlemlerden iç âlemlere geçiş de pek hızlı olur.

Karanlık ve izbe bir sokağın ortasında, tek başıma yürüyordum.  Her ne kadar şair, “bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum,” demişse de benim içimde bu yolculuktan kaynaklı müthiş bir endişe vardı. Uyanmak için can atıyordum. Bir uyansaydım, sona erseydi şu karanlık.

Gökyüzü aysız ve yıldızsızdı. Bir küçücük bulut bile yoktu havada. Göğe baktım, tıpkı yerdeki kadar orada da yapayalnızdım. Ne bir ışık vardı ne de ışığın etrafında uçuşan ince kanatlar. Baykuş, yarasa, damların saçaklarına gizlenmiş kumru, saçlarından parıltılar damlayan peri kızları hepsi hem de hepsi benim olmadığım yerlere gitmişlerdi. Adımlarımın telaşla bastığı kapkara zemin, bakışlarımı yöneltmekten ıstırap duyduğum uçsuz bucaksız gökyüzü ve ben baş başaydık.

Karşımda kocaman bir ekran belirdi. Çocukluğumuzun yazlık sinemalarınkilere benzeyen fakat onlar gibi ferahlık vermeyen, iç ürpertici bir ekrandı bu. Kan, şiddet, küçücük bebelerin bile katli, tarife sığmayan bir dehşet. Gözlerimi sımsıkı kapadım, sesler yankılandı bu kez kulaklarımda.

Gitsem dedim, gidemedim. Uyansam dedim, uyanamadım. Sen misin erkenden uykuya dalan! Acaba sırt üstü mü uyumuştum? Genellikle sağ yanına, bazen de sol yanına düşüp uyuyanlardan ve bu şekilde uykuyu salık verenlerdenimdir oysa. Ne zaman sırt üstü uyusam kâbus görürüm. Sık sık kâbus görenlere de “aman sakın sırt üstü uyumayın,” derim. Ah neden böyle oldum, anlayamadım.

Öyle kara düşlerle savaşırken kapkara kıyafetli bir adam belirdi birdenbire yanımda. “Bu gördüklerinin hepsi senin yüzünden,” dedi haince. Uyanıverdim. Sanki onun bu canımı sayısız kereler yakacak olan cümlesini işitmek için beklemiş, işitince de uyanıvermiştim.

Uyandığımda vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Yatsı, vitir, teheccüd… Ne buldumsa kıldım. Fatiha, İhlâs, Ayetel Kürsü… Ne bildimse okudum. Sonra hiç kimseyle konuşmadan vurdum sükûta ermez başımı sırılsıklam yastığa. Yastık ezildi büzüldü de ses edemedi.

Bir arkadaşım, “kâbus dahi görsen hayra yor, gördüğün düşü hayra yoramazsan hayır işle,” derdi hep. Ertesi gün rast geldiğim cümle sokak kedi ve köpeğini doyurdum. Konu komşunun çocuklarını sevindirdim. Asla fazlaca şişkin olamayan cüzdanımın izin verdiği oranda hayır işledim. Akşam televizyonun karşısına kurulup gece rüyamda gördüğüm manzarayla karşılaşınca neler hissettiğimi anlatmaya kalkışmayacağım bile. Hani derler ya, “kuş kanadı kalem olsa yazılmaz benim derdim.” İşte tam da öyle…

Neden benim yüzümden olsundu canım? Ben tavuk dahi kesmezken birileri kan döktüğünde cürmünde neden payım olsundu?

Aynı rüya, aynı karanlık gece, aynı sokak, aynı ekran, aynı adam… Olmayan ay ve yıldızlar, hiç gelmeyen bulutlar, beni bir başıma bırakan baykuş, yarasa, kumru ve peri kızları… Yalnızca vahşetler, mekânlar ve kişiler değişiyordu. Şiddetin dini, dili, ulusu olmaz, bilirsiniz.

Fakat neden masum ellerimle, suya sabuna dokunmaz mizacımla, temiz sandığım vicdanımla benim yüzümden oluyordu tüm bunlar?

Yıllarca kimselere soramadım, kendim de bir cevap bulamadım. Debelendim durdum küçük ve kesif dünyamda. Kısa bir süre önce, o da durup dururken değil; ülkemde insanlar evlerinden sokaklara ve caddelere akınca susamaz oldum da birilerine anlattım gördüğüm kara düşleri. Hiç kimse hayra yoramadı. Meşhur dudak bükmeler, ahkâm kesmeler, bana bile danışmadan aklımdan şüphe etmeler…

O korkunç adamın bana yıllarca zorla ezberlettiği cümleyi kolayca söylüyorum artık. Mutlaka doğruluk payı vardır diye. Bunların hepsi bence de benim yüzümden…

Hatice Eğilmez Kaya
www.kafiye.net


Tarih 27 Haz 2015 Kategori: Sema DAĞLI

UNUTMAK KOLAYMI YAR

UNUTMAK KOLAYMI YAR

Sen gideli dert çekip gece-gündüz ağladım
Hüsranların içinde hep sinemi dağladım
Döneceğin o güne nasıl ümit bağladım
Unutmak kolay mı yar,içimde özlemin var.

**

Bir zamanlar seninle bir can,bir kalp olmuştuk
Mutluluğun yolunu kolay-kolay bulmuştuk
Nağme olup sevilen gönüllere dolmuştuk
Unutmak kolay mı yar,içimde özlemin var.
**

Hazan oldu baharım sevgi bağım kurudu
Dünyanın acıları üzerime yürüdü
Hayatımı karanlık ızdıraplar bürüdü
Unutmak kolay mı yar,içimde özlemin var.

**

Şimdi nemli gözlerim her an bakar yollara
Nasıl sitem etmeyim sensiz geçen yıllara
Çekip gittin gideli bak düştüğüm hallere
Unutmak kolay mı yar,içimde özlemin var.

**

Sense unuttun beni bir daha da gelmedin
Nerde,nasıl kalmışım asla bunu bilmedin
Yaşlar içinde kalmış gözlerimi silmedin
Unutmak kolay mı yar,içimde özlemin var.

Sema Dağlı.
14.06. 2015.


Tarih 27 Haz 2015 Kategori: Sema DAĞLI

KADIN TENİNDE ŞEYTAN

KADIN TENİNDE ŞEYTAN 

Nasıl bahtiyardık bir zaman senle 
Yok idi işimiz nefretle,kinle 
El-ele yürürken imanla,dinle
Şimdi aramıza bir şeytan girmiş. 

**

Nasıl bağlanmıştık bir-birimize

Hain şer ızdırap yaşattı bize 
Belki de aşkımız gelmiştir göze
Şimdi aramıza bir şeytan girmiş. 

**


Seni de,beni de yıpratıp durdu 

Arada çıkmaz bir tuzaklar kurdu
Gizlice bu aşkın sırtından vurdu
Şimdi aramıza bir şeytan girmiş. 

**


Öyle ,bir insan ki, kin var canında 

Şeytan yalan olur onun yanında
Ev yıkmak,şer yapmak onun kanında
Şimdi aramıza bir şeytan girmiş. 

Sema Dağlı.
26.06.2015.
www.kafiye.net


Tarih 27 Haz 2015 Kategori: Ahmet Çelik Ceyhan

VAR MISIN?

VAR MISIN?

Başı havada mağrur salınıp kaçan güzel
Bu ömrün molasında eğleşmeye var mısın?
Aleme sırt dönerek sadece bana özel
Tek yürek zulasında birleşmeye var mısın?

Beden karanlığımı aydınlatan ay yüzlüm
Ürkek ceylan bakışlım sevdalı hayal gözlüm
Dünyadaki gafletim ervahtaki can sözlüm
Zamanın kurasında eşleşmeye var mısın?

Dört mevsim çağırdığım davete hayır deme
Konaklayıp gideni sen sen ol kayır deme
Vuslat için doğmuşu sakın ha ayır deme
Çayların deltasında gerneşmeye var mısın?

Yazılı dilekçeyle arz ettim yâre halim
Tutsan titrek elimden yaptırmasan hiç talim
Tarihin sayfaları sonra zikreder zalim
Sıcak kalp tokasında elleşmeye var mısın?

Günah işlemiş gibi taşlanmaya var mısın?
Cehennem kazanında haşlanmaya var mısın?
Yaşamın tüm seyrinde yaşlanmaya var mısın?
Son bülbül galasında dilleşmeye var mısın?

09.04.2015
Ahmet Çelik
Ceyhan
SAAT:18.30
DİLLEŞMEK: Karşılıklı güzel sohbet etmek, konuşmak, söyleşmek
ELLEŞMEK: Elle itişerek şakalaşmak. 2- İlişmek, dokunmak 3- Uğraşmak, didişmek
GERNEŞMEK: 1- İnat etmek 2- Kol bacakları açarak esnemek, gerinmek

www.kafiye.net


Tarih 27 Haz 2015 Kategori: Ahmet Çelik Ceyhan

VEFASIZ SEVGİLİ

VEFASIZ SEVGİLİ
Aciz kalan bedenim belki ölümü tadar
Yakıp da kavurmasın firakla ızdırabım
Bir kelebeğin ömrü güneş batana kadar
Koşarak uçarak gel bekler gönül şarabım.

Ayrılığı yok sayan tedavimde revirdin
Hiçbir şey söylemeden sebepsiz yüz çevirdin
Zalim değilsin ama ağaç gibi devirdin
Eh davulla göbek at şimdi sensiz harabım.

Sınırı tanımadan savrulurken küreğim
Sunuma hazır durur soframdaki çöreğim
Ne yaptımsa dinlemez elimdeki yüreğim
Sanki stüdyoda tab edilmemiş arabım.

Tek kişilik perdeyle oynadığım klibim
Mağlubiyetten yana beş sıfırlı galibim
Et kemik senin olsun ben ruhuna talibim
İnan üç günlük değil dünya ahret türabım.

Ey vefasız sevgili insan uzakta mezar
Hayat en büyük servet aşkla kurulsun Pazar
Vallahi de tükenir kaçarsan azar azar
Vaha aramak boştur çünkü çölde serabım.

Ahmet Çelik
www.kafiye.net


Tarih 21 Haz 2015 Kategori: Hatice Eğilmez KAYA

Halim Selim Kıraathanesi

BÜTÜN İYİ BABALARA İTHAFIMDIR:

Halim Selim Kıraathanesi

Hatice Eğilmez Kaya

“Sevgili babam emekli memur, kıraathane sahibi Mustafa Eğilmez’in ömrüne bereket. Bütün iyi babalar gibi.”

Hey dost, dünya artık daha hızlı dönüyor. Kimi düşüyor kimi ayakta kalıyor bu hızda… Şu bizim Halim Selim Kıraathanesi var ya, orada hayat tam da eskisi gibi. Daha yalın, daha temiz ve çok daha manalı…

Her gece yatsıdan hemen sonra yatar, her sabah ezandan önce uyanır, yola koyulur Halim Selim Kıraathanesinin sahibi, emekli memur Sadullah Bey. Kıraathanesinin adı gibi sakin ve mülayim bir adamdır o. Öfkelendiği, kem söz söylediği, ona buna garez ettiği hiç görülmemiştir. Eskimiş, ayakta dahi zor duruyor izlenimi veren bisikletiyle gider gelir işine. Şafak henüz sökmeden, gün kırmızı gülümsemesiyle şehri aydınlatmadan, alaca karanlıkta yollardadır. Eviyle kahvehanesinin arası bisiklet hızıyla beş dakika sürer. Koskocaman şehrin neredeyse tümünün uyuduğu saatlerde onu ve bisikletini sadece bir kez gördüm. İnanılmaz bir tabiat olayı gibi seyrine doyamadan üstelik.

Sadullah Bey’in eşi vefat edeli neredeyse dört yıl olacak. Eşinden söz edilirse hâlâ gözleri buğulanır. “Ben ona küstüm. Ahdimize uymadı, beni zamansız terk etti,” der. Halbuki cahil bir adam değildir ki mukadderattan habersiz olsun. Gelmek de gitmek de kaderin tecellisini, en belirgin hissettirdiği kapılardır. Bu kapılar açıldığında durmak hangimizin elinde?

Bugünlerde oldukça ufak tefek bir endamı olan Sadullah Bey gençliğinde zayıf, esmer, orta boylu bir adamdı. Çocukken kendi cüssemin küçüklüğünden midir bilmem gözlerime dev gibi görünürdü. Gençlik yıllarımda ise onun usul boylu olduğuna karar vermiştim. Aslında belki de bu çok sevdiğim adamın dış görünüşü üstüne derinlemesine düşünmemiştim hiç. Sadece tıpkı şimdiki gibi iyi olan kalbini görürdüm onun. “Dünyanın en iyi babası kimdir?” diye sorsalar, hiç tereddütsüz “Sadullah Bey’dir,” derdim ve derim. Bir kız çocuğu için baba ne kadar da önemlidir. Ya ömrü boyunca göreceği her erkekte babasının özelliklerini arar ya da zanneder ki her adam babasına benzer. Bu yüzden babaları iyi adamlar olan kızların bir yanları hep safiyane kalır.

Nereden mi bilirim Sadullah Bey’i? Kızı ile çocukluğumuzdan beri arkadaşız. Onunla ne zaman tanıştığımızı bilmem. Sakin, oldukça dalgın, kafası hep başka yerlerde bir kızdı. Bazen karşısındakini dinlerken öyle bir bakardı ki anlatılanların zerresi ona değmedi zannederdiniz. Şimdi de aynı apartmanda oturuyoruz. Dünya hali, eskisi kadar görüşemesek de ara sıra bir kahve içimi sohbetimiz devam ediyor. Konuşurken kuşlar gibi şakır, hiç kimseyle kavga ettiği veya tartıştığı görülmemiştir. Karşılaştıkça Sadullah Bey’i sorarım. “Çok şükür sağlığı yerinde. Gençliğinde anlayışlı olan yaşlılığında da anlayışlı oluyor. Hiç mi şikayet etmezsin halinden? Hak ettiği kadar ilgilenemesem de benden bile memnun.” der.

Nasıl ki Halim Selim Kıraathanesinin sahibi ismine benzerse müdavimleri de sahibine benzerler. Sabah namazından sonra bir araya gelen, namaz vakitlerinde camiye giden, belirgin aralıklarla evlerine çekilip dinlenen, akşam ezanından kısa bir süre önce dağılan, üç aşağı beş yukarı Sadullah Bey’in yaşlarında birkaç ihtiyar… Yan yana oturdukları sandalyelerden, etrafında toplandıkları eskimiş örtülü kare masalardan sahile vurmuş deniz kabukları gibi dingin bakarlar hayata.

Birkaç hafta önce kıraathanenin önünden geçerken, bir kadın şarkıcının hızlıca bir tempoyla şakımasını işittim. “Yola çıkmış arıyorum kaybettiğim aşkımı. Sakın bana ümit verme seveceksen başkasını.” Kulaklarımda eski taş plakların hafif hışırtılı sesine benzer bir ses yankılanıyordu. En çok sevdiğim şarkılardandı söylenen.

Azıcık duraksadım. Sadullah Bey arkadaşlarıyla insanın içini ısıtan ılık ikindi güneşinin altında sohbet ediyordu. O meşhur bacak bacak üstüne atarak oturuşunu gördüm ilk önce. Sonrasında bakışlarım esmer çehresine yaraşan koyu kahve gözlerine takıldı. Sarsıntısız fakat keskin, şahsına münhasır el işaretiyle beni yanına çağırdı. “Çırak tavşankanı, sıcacık bir bardak çay doldursun da iç. Sıkılma sakın, sen de benim kızımsın,” dedi. Kadim bir mahallenin kıdemli bir çocuğu olmak böylesine ayrıcalıkları beraberinde getirir. Yine de daha rahat edeyim diye sandalyemi kıraathane ile yandaki market arasında bir yere hazırladı Sadullah amcam. Elimde halim selim, kibar ve ince belli bir bardak, bardağın içinde öyle erkansızca içmeye kıyılmayacak güzellikteki çay. Tatlı terennümlerle tekrar edildikçe ruha dolan “ikimiz bir fidanın güller açan dalıyız” nameleri… Değmesindi hiç kimse keyfime.

Hayat toz pembe çehresiyle gülümsemez ya her zaman bize. Onun bir de koyu nefti bir yüzü vardır. Kaşlarını çattığında sanki bir daha hiç sabah olmayacak yanılgısına kapılırız. Karabasanlarla dolu bir düşe dalmışız, birbirinden korkunç hayaletlerle çevrilmiş bir sokakta kaybolmuşuz gibi bir hisle dolar kalplerimiz. Oysa ömrümüz kadar gelip geçicidir kalplerimizi kavuran bu yanma hali. Halim Selim Kıraathanesinin yaşlı tayfası kim bilir kaç kez hayatın tozpembe ve nefti yüzüyle karşılaşmış, bunların ikisinden de hemen hemen geçmiş gibidirler. Yine de günlük hayatın çığlıklarına kulak tıkayamazlar.

Gürültüsü sokağa dahi taşmayan kıraathanenin önünden geçerken bazen, “İçeridekiler ne konuşuyorlardır acaba?” diye düşünürüm. Bir yandan da göz ucuyla Sadullah Bey’i kolaçan ederim. Tahminim odur ki ayaklarım yavaşlatılmış adımlarla karşı kaldırıma basarken, “Hükümet bu kadar yolsuzluktan sonra görevden ayrılmalı” diye isyan eder yaşlı adamlardan birisi. Diğeri, “Yahu kardeşim, neden istifa edeceklermiş. Onlara oy verenler ölmemiş! Üstüne evet mührünü bastığımız partiyi kimseye yedirmeyiz.” der. Her kafadan bir ses çıkar sonra. Sadullah Bey ortamın gerilmesinden duyduğu endişeyi dile getirir. Tartışmanın heyecanıyla gerilmiş olan yüzler tatlı birer tebessümle yumuşar.

Kıraathanenin önüne konmuş sandalyelerde sigara tiryakileri zararından emin oldukları en az kırk yıllık ahbaplarıyla kaçak göçek sohbet ederler. Ciğerlerinden süzülen dumanlar yoldan geçen arabaların egzozlarına karışır, bir yandan etrafı seyredip, bir yandan havadan sudan, hastalıklarından, çocuklarından, torunlarından konuşurlar. Bu konuşmaların bazısı serzeniş, bazısı şikayet, bazısı böbürlenmeden ibarettir. Fakat her biri başkalarıyla paylaşılmanın verdiği o tuhaf ve buruk tada sahiptir. Yakın gözlükleri burunların üzerine düşürülür, okunan havadislerle bezenmiş özel tasalar ülkenin genel gidişatına dair endişelere dönüşür. Hayat ırmağı sonsuzluğa doğru gerçekleşen en yavaşlatılmış akışını belki de burada sergiler. Neredeyse yakalanacak hiçbir hevesin kalmadığı gönüller aheste adımlarla yürür de yürür.

Halim Selim Kıraathanesinde konuşmalar dış âlemlerden çok iç âlemlere doğrudur. Burada her söz hem söyleyenin hem dinleyenin zihninde suya atılmış taşlar gibi halkalar oluşturur. Yoldan geçenlerin yüzlerine bu soyut ve mecazi halkaların serinliği vurur. “Bizim hanım evde beni istemiyor inan olsun” der yetmişini devirmiş bir adam. Arkadaşı kafasını aşağı yukarı sallar. “İnandım,” manasına gelir bu kafa sallayış. Aynı zamanda “Sen mi ben mi?” diye sormaktır. İçinden de olsa, “Yahu önceden kahveye gitmem yasaktı. Bizimki, hafta sonlarında bütün şehri fır döndürürdü. Gezelim de gezelim. Akşamları o komşu senin bu komşu benimdik. Ya onlar bizde ya biz onlarda. Emekli olduktan sonra bir haller oldu. Sen bütün gün evde mi oturacaksına döndü sohbetler. Neyse canım serde yılların kahve özlemi var. Sadullah Bey de sağ olsun kahve sahibi değil de bizden biri gibi. Günler nasıl geçiyor bilmiyor insan.” demektir.

Yıllar mevsimleri, mevsimler ayları, aylar haftaları, haftalar günleri ve günler saatleri dörtkenarı yıpranmış bir heybeye doldurup götürürken ömür iplerimiz önce incelir, sonra kopar. Bizden dünyaya hava boşluğunda dolaşan kimi hoş kimi nahoş sedalarımız kalır. Sonra zaman adını verdiğimiz delişmen bir rüzgar, umursamaz nefesiyle hiçliğin helezonlar çizen girdabına onları da savurur. İyi insanlar, hep o iyi insanlar varlığımızın gerçek nedenini hatırlatırlar bizlere. Ezber edip unuttuğumuz cümle hakikat gibi genetik belleğimizde saklanır hatırlatılanlardan arta kalanlar. Halim Selim Kıraathanesinin, sahibinin ve müdavimlerinin sükunetleri de böylesi bir mirastır işte.

Hatice Eğilmez KAYA
www.kafiye.net


Tarih 20 Haz 2015 Kategori: Nazlı Saraç ORAK

Dondurmam Neron, Dondurmam Karsambaç



Dondurmam Neron, Dondurmam Karsambaç

Uzun ve sıcak yaz günlerinde bizi serinletenlerin başında dondurma gelir kuşkusuz.

Kökeni Roma’ya dayanan bu besin deposu yiyeceğin tarihine ve yararlarına değinmek istiyorum bu yazımda.

Ülkemizde kış aylarında çok az tüketildiğine hep şaşırdığım dondurmayı dört mevsim yemeden duramayan biri olarak Romalılara şükranlarımı belirtmeden geçemeyeceğim.

Bu yazımın sonunda sizin de yaz kış yemeye karar vermeniz umuduyla, Roma’ya doğru yola çıkalım istiyorum birlikte.

M.Ö 4.yüzyılda buluyoruz kendimizi. Roma İmparatoru NERON’un gladyatör dövüşlerini izlerken iştahla yediği lezzetli yiyecekleri yapan çeşnilerin etrafında döndüğünü görüyoruz.

Bu durumdan son derece mutlu olan Neron’un yemekleri yapan ustaları ödüllendirmesi, onların değişik yiyecekler hazırlamasına sebep olurmuş. Bir gün çeşnibaşlarından biri dağın zirvesinden topladığı karları bir kaba doldurmuş, üzerine bal ve meyve parçaları koyarak imparatora sunmuş. Bu değişik ve oldukça lezzetli yiyeceğe hayran kalan Neron dağlardan kar toplatıp bal ve ezilmiş meyve parçalarıyla karıştırtarak tarihin ilk dondurmasını hazırlatmış.

Marco Polo Çinlilerden öğrendiği sütle buz karışımını 13.yüzyılda Avrupa’ya götürmüş. Bu metodu geliştirilen Fransa ve İtalya dondurmasıyla ünlenmiştir.

Jacob Fussel 1851 yılında Amerika’da ilk dondurmayı yapıp satan kişidir.

Yüzyıllar içinde dondurma buz süt karışımından öte kremalı bisküvi, çikolata ve meyveli çeşitleriyle ününü arttırmıştır.

1900 yılında soğutucu makinaların geliştirilmesiyle dondurma hızla yaygınlaşmıştır. Çıtır lezzetiyle dondurmanın ayrılmaz parçası olan külah ise ilk kez 1904’de yapılmıştır.

Anadolu’da dondurmanın tarihi ise 300 yıl öncesine dayanır. Kahramanmaraş’ı çevreleyen Ahir Dağ’ının zirvesinden toplanan karlar bal, pekmez ve meyvelerle karıştırılarak yazın en lezzetli ve serinleten yiyeceği hazırlanır, bu karışımın adına KARSAMBAÇ denirdi.

Osmanlı döneminde saraylarda yazın en çok tüketilen yiyeceklerin başında Karsambaç gelirdi. Kışın dağlardan toplanan kar derin kuyularda biriktirilip yazın bal, pekmez ve meyvelerle karıştırılıp hazırlanırdı.

150 yıl önce bu karışıma Maraşlı tatlı ustası Osman Ağa’nın süt ve şekere yabani orkide(salep) ilave etmesiyle bugünkü Maraş Dondurması doğmuştur. İçindeki salep nedeniyle sakız gibi uzayan ve bıçakla kesilerek, çatalla yenilen bu dondurma günümüzde dünyaca üne sahiptir.

Gelelim dondurmanın yararlarına;

Kalsiyum, protein, vitamin ve mineraller açısından oldukça zengin olan bu lezzetli tatlıyı yaz ve kış belli miktarda tüketmek sağlıklı beslenmemize oldukça yardımcı olacaktır.

Örneğin, dondurma sütle kıyaslandığında 100 gramındaki kalsiyum oranı sütten daha yüksektir. Vücuttaki kalsiyum eksikliği yağ yakımını azaltıp, yağ depolanmasına neden olduğu için dondurma yemek sanıldığı gibi kilo alımına sebep olmaz. Günde 100 kalori karşılığı kalsiyum alımı 1 yılda 5 kilo kaybı sağlar.60 gram sütlü dondurmanın 100 kalori olduğunu düşünürsek her gün yemenin kilo vermeye nasıl etkili olduğu anlaşılır sanıyorum.

A,B2 ve B12 vitaminleri açısından zengin olan dondurma, içeriğindeki fosfor, magnezyum, sodyum, potasyum, kalsiyum, demir ve çinko gibi mineraller sağlıklı cilt, göz, bağışıklık sistemini güçlendirme özellikleriyle oldukça yararlıdır.

Uzmanların 1 yaşından itibaren çocuklara oda sıcaklığında günde 1­­­_2 top yedirmenin yararlı olacağını söylediği dondurma artık annelerin korkulu rüyası olmamalı. Çocuklar da bu keyfi yaşayarak hem mutlu hem sağlıklı olmalı.

Ne çok şey var bu tatlı ve lezzetli yiyeceğe dair söylenecek.

Annelerimizin ”aman çocuğa az verin, boğazı şişmesin”.

Sokakta tertemiz beyaz önlüğüyle ”dondurmam kaymak”diye bağıran dondurmacı amcanın yankılanan sesine sevinçle koşan çocukların mutluluğu…

Serin ve tatlı anılardan evimizde kolayca yapabileceğimiz bir dondurma tarifine geçiyorum.

Yarım kg süzme yoğurt

Yarım kg çilek ya da dilediğiniz bir meyve

1 çay bardağı şeker

1 çay kaşığı vanilya

Meyveler püre haline getirilip, diğer malzemelerle karıştırılarak küçük kaplara konur ve 8 saat dondurucuda bekletilir.

Son olarak önemli bir konunun altını çizmek istiyorum.

Eğer Neron ödüllendirmeseydi yemek ustalarını böyle harika bir tatlı olmayacaktı. Beğeni ve ödül kişilerin yaratıcı özelliklerini ortaya çıkarmalarını sağlar.

Ben bu yazıyı yazarak siz de sonuna kadar okuyarak bir ödülü hak ettik sanırım. Bir kâse ya da bir külah dondurmayla bakalım biz hangi yaratıcılığımızı ortaya çıkaracağız?

Çıkaracağız derken aklıma geldi, 8 saat sonra yaptığınız dondurmayı dondurucudan çıkarmayı unutmayın lütfen…

Nazlı Saraç ORAK
www.kafiye.net


Tarih 20 Haz 2015 Kategori: Hatice Eğilmez KAYA

Tan Malaka’nın Yaşam Felsefesi

Tan Malaka’nın Yaşam Felsefesi

Hatice Eğilmez Kaya
Aristokrat bir ailenin ferdi olarak 1897’de dünyaya gelen Tan Malaka Endonezyalı Marksist, Müslüman bir aydın… 19. Yüzyılın sonlarında doğmak dünyanın kabuk değiştirmesine tanıklık etmek anlamına da gelmektedir.

Batı emperyalizmi Doğu’nun bereketli ve bakir topraklarında çağlar boyunca at koşturdu. Endonezya da Tan Malaka’nın doğup yetiştiği yıllarda Hollanda sömürgesi altındaydı. Yerli halk için ileri seviyede eğitim, öğretmen okullarında okumaktan ibaretti. Zeki ve yetenekli bir genç olan yazar, ülkesinde aldığı öğretmenlik eğitiminden sonra Hollanda’da bir süre öğrenim gördü. Avrupa’da yaşadığı yıllarda komünist ideoloji ile tanıştı ve bu tanışıklık onu ömrü boyunca sürecek zorlu bir mücadelenin içine attı.

Aydın insanlar için çağından ve çevresinden sayısız adım önde, sayısız kereler farklı olmak aynı zamanda çile ve sıkıntı anlamına da gelir kuşkusuz. Tan Malaka’nın hayatına göz attığımızda rahat bir dönem neredeyse hiç yaşamadığını görebiliyoruz. Oysa onun gibi ekonomik açıdan refah içindeki, soylu bir aileden gelmek oldukça önemli bir talihtir. Eğer etrafında olan bitene ve halkının yoksunluğuna gözlerini yumup azıcık bencil olabilseydi, sussa ve sadece yaşayabilseydi zorluk çekmezdi. Elbette bu durumda Tan Malaka olamazdı. Hayat galiba en çok vazgeçebilirsek bizleri insanlaştırıyor.

Dünya üzerinde kimileri ince eleyip sık dokumadan yaşamayı tercih ederlerken Tan Malaka, yaşam üzerine fikir üretenlerden. Onun Yaşam Felsefesi adlı eseri ömür sermayesinden damıttıklarından ibaret. Okuyan ve araştırma yapan, dünyaya sorgulayan gözlerle bakan yazarın dünya görüşünü Marksist ideoloji şekillendirmiş. Bununla birlikte dinsel meselelere karşı tutumu çok sert ve eleştirel değil.

Yaşam Felsefesi’nde Doğu inanışları, batıl dinler, son olarak da üç hak din ve onların peygamberleri objektif bir bakış açısı ile ele alınıyor. Aynı zamanda Materyalist öğretinin dayanak noktası olarak bilinen Darwinist görüş aktarılıyor. Eserde dikkat çeken en önemli özellik yazarın birtakım bilgi ve görüşleri ele alırken tarafsız kalma kaygısıyla hareket etmesi. Birbirine zıt iddialarda bulunan materyalist ve idealist dünya görüşü yan yana fakat belirgin bir kayırma gözlenmeden ele alınıyor.

Tan Malaka, Hindistan inançlarını aktarırken “Benim burada amacım, tarihsel gerçeklere dayanmayan kutsal yazılardan yola çıkıp kesin sonuçlara ulaşmak değildir. Araştırmacılara bir kılavuz olması amacıyla, mevcut bilinmezliği su yüzüne çıkarmaya çalışmaktır.” Der. Bilinmezliklerle dolu bir evrene sorgulayan gözlerle bakanlar tek taraflı olamayacak kadar geniş bir bakış açısına sahip olma ayrıcalığına erişirler. Büyük bir resme yakından bakmak bazen yanıltır. Daha uzaktan ve daha üstten baktığımızda bütünü kavrayabilmekte zorlanmayız. Yaşam Felsefesi böyle bir çabanın izlerini taşıyor.

Batı düşünce sistemi büyük oranda algılara önem verir oysa doğu düşüncesi daha çok sezgilere dayanır. Tan Malaka’nın bir yazar ve düşünür olarak durduğu yer algıların ve sezgilerin buluştuğu bir noktada. Binlerce yıllık doğu mistisizmine salt batı materyalizmi ile yaklaşmak doğru tespitlerde bulunmaktan alıkoyabilir. Tan Malaka’nın Yaşam Felsefesi yazarın doğup yetiştiği coğrafyanın zenginliğinden de esintiler taşıyor.

Endonezya ve Hindistan güneşin olanca cömertliği ile dünyaya ilk gülümsediği mekanlardandır. Bu nedenle düşünce tarihimizde önemli izler bırakmıştır. İnsan neslinin maddesel yanını değilse de manevi yanını keşfe aday olanlar gözlerini buralara mutlaka dikmeliler. Tan Malaka doğudan söz ederken “dünyanın herhangi bir yerinden daha eski” sıfatını kullanır. Kadim ve sıcak bir coğrafyanın düşünce sistemine eğilmek maharet ve incelik ister kuşkusuz.

Yaşam Felsefesi’nde en eski Doğu efsaneleri, Antik Yunan, Musevilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık ana hatlarıyla ele alınıyor. Yazar aynı zamanda din, felsefe ve deneysel bilim çizgileri üzerinde durarak insanlık tarihinin belirgin düşünce sistemlerini karşılaştırıp benzer ve ayrılan yönlerini gösteriyor. Böylelikle okurun kafasında kendi dünya görüşünü şekillendirmek yerine var olan tüm iddia ve görüşleri aktarıp bilgilendirmek yolunu tercih ediyor. Okuru hür iradesi ile baş başa bırakan, alternatif görüşleri olanca nesnelliğiyle aktaran Tan Malaka kesin sonuca ulaşmayı okura bırakıyor. Gerçeklerin göreceli oluşu hakikatin keşfi yolundaki en büyük engel olmalı. Bu engeli aşabilmek için ise iddia edilen tüm gerçeklere aydınlık bir gözle bakabilmek gerekir.

Dünya üzerinde ezen ve ezilenler, sömüren ve sömürülenler hep vardı. Ne yazık ki belki de hep var olacak. Güçler dengesinin bazen ekonomik, bazen teknolojik, bazen bedensel, bazen zihinsel olarak adil olmayışı insanın içindeki en ilkel duyguyu harekete geçirir. Zulüm zayıflıktan doğar, sözü bu anlamda oldukça yerinde bir saptamadır. Kapitalist sistem olanca gücünü dengesiz güç dağılımından, acziyetten ya da benlik içgüdümüzden alır. 19. Yüzyıl, adı henüz tam olarak konulmamış bir canavara karşı başkaldırının da asrıdır. Materyalizm ve diyalektik felsefe feodal sınıfa saldırı için oluşturulmuştur. Tan Malaka Yaşam Felsefesi’nde “Hegel’e göre diyalektik, feodal sınıfa karşı devrimci bir silahtı; ama bu, proleter sınıfın tepki silahına dönüştü” derken felsefenin siyasi ve ekonomik duruşla yakın ilgisini de özetler.

Güçlünün zayıfı ezmesi trajedisine karşı icad edilen devrimci felsefede aslında çağlar boyunca yaşanılan olumsuzluklara bir başkaldırı mevcuttu. Tan Malaka’yı etkileyen, sömürgeci bir devletin yönetiminde yaşayan bir doğu halkının mensubu olarak onu kendine bağlayan yön tam olarak bu olsa gerek.

Tan Malaka nihayetinde Müslüman bir aydındı. Aklı erdiği zamanlardan itibaren Müslüman halkların Batı sömürgeciliği ve kapitalizmi karşısında zayıf kaldığını gözlemlemişti. Eserin son bölümünde yer alan Komünizm ve Pan- İslamizm yazısı onun sosyalist ideolojiye Müslüman bakış açısıyla yaklaşımını sergilemektedir. Bu yazı, 12 Kasım 1922 yılında Komünist Enternasyonal’in Dördüncü Kongresi’nde Endonezyalı Marksist Tan Malaka tarafından yapılan konuşmadır. Lütfen tarihe dikkat edelim aynı tarih Türkiye’deki emperyizme karşı gerçekleştirilen kurtuluş mücadelesinin kazanılış zamanıdır.

Tan Malaka, Şubat 1949’da Endonezya ordusu tarafından tutuklanıp idam edilene kadar verdiği mücadelede kendisine iki hedef belirlemiştir: Emperyalizm ve Kapitalizm. Onun belirlediği hedeflerden hangi güçlere hedef olduğu da anlaşılmaktadır.

Son sözü bırakalım Tan Malaka söylesin. Zira onun son sözleri bütün Yaşam Felsefesi’ni özetler niteliktedir:

“Bugün Pan-İslamcılık ulusal kurtuluş mücadelesini gösteriyor; çünkü Müslümanlar için İslam her şey demek. Sadece din değil, aynı zamanda devlet, ekonomi, gıda… ve her şey! Şimdi Pan – İslamcılık, Müslüman halkların kardeşliği ve sadece Arap değil aynı zamanda Hindistan, Cava ve tüm mazlum Müslüman halkların kardeşliği demektir. Bu kardeşlik sadece Flemenk değil aynı zamanda İngiliz, Fransız ve İtalyan kapitalizmine karşı, bir bütün olarak tüm dünya kapitalizmine karşı, devrimci kurtuluş mücadelesi demektir. Bu, Pan – İslamcılığın gizli propagandasına uygun biçimde dünyanın farklı emperyalist güçlerine karşı ezilen sömürge halkları arasında Endonezya’da ifadesini bulduğu anlamdır.”

Hatice Eğilmez Kaya
www.kafiye.net


Tarih 20 Haz 2015 Kategori: Nezahat KAYA

Aklımı Zorlama Ey

Aklımı Zorlama  Ey

Ah insan tarafıma ağır gelen misafir
Usul erkan bilmeden gamı yükleme bana
İki gözlü hanemde, dünya benden de fakir
Kaf dağının ardından düşler ekleme bana

Güvercin kanadında gökten inen zembili
Bir gönül kuyusuna salmak değildir ikna
Başı eğik çavdarın olsaydı başka dili
’Söz ile değil’ derdi ’öze gerek’, amenna

Salıncaklar ülkesi bağrıma köşk kurmuşken
Cebirle göç etmeye haceti horlama ey
Bin cefada bir vefa iliğe meşk kurmuşken
Özensiz tavrın ile aklımı zorlama ey

Yüreği, yürek ile beklemek ayak bağı
Bir ümidin yıkımı sadrımda kıyamettir
Herkes yâriyle yoklar şükür denen durağı
Sendeki ben değerse sabredip kıyam ettir.

Nezahat YILDIZ KAYA
www.kafiye.net