BÜTÜN İYİ BABALARA İTHAFIMDIR:

Halim Selim Kıraathanesi

Hatice Eğilmez Kaya

“Sevgili babam emekli memur, kıraathane sahibi Mustafa Eğilmez’in ömrüne bereket. Bütün iyi babalar gibi.”

Hey dost, dünya artık daha hızlı dönüyor. Kimi düşüyor kimi ayakta kalıyor bu hızda… Şu bizim Halim Selim Kıraathanesi var ya, orada hayat tam da eskisi gibi. Daha yalın, daha temiz ve çok daha manalı…

Her gece yatsıdan hemen sonra yatar, her sabah ezandan önce uyanır, yola koyulur Halim Selim Kıraathanesinin sahibi, emekli memur Sadullah Bey. Kıraathanesinin adı gibi sakin ve mülayim bir adamdır o. Öfkelendiği, kem söz söylediği, ona buna garez ettiği hiç görülmemiştir. Eskimiş, ayakta dahi zor duruyor izlenimi veren bisikletiyle gider gelir işine. Şafak henüz sökmeden, gün kırmızı gülümsemesiyle şehri aydınlatmadan, alaca karanlıkta yollardadır. Eviyle kahvehanesinin arası bisiklet hızıyla beş dakika sürer. Koskocaman şehrin neredeyse tümünün uyuduğu saatlerde onu ve bisikletini sadece bir kez gördüm. İnanılmaz bir tabiat olayı gibi seyrine doyamadan üstelik.

Sadullah Bey’in eşi vefat edeli neredeyse dört yıl olacak. Eşinden söz edilirse hâlâ gözleri buğulanır. “Ben ona küstüm. Ahdimize uymadı, beni zamansız terk etti,” der. Halbuki cahil bir adam değildir ki mukadderattan habersiz olsun. Gelmek de gitmek de kaderin tecellisini, en belirgin hissettirdiği kapılardır. Bu kapılar açıldığında durmak hangimizin elinde?

Bugünlerde oldukça ufak tefek bir endamı olan Sadullah Bey gençliğinde zayıf, esmer, orta boylu bir adamdı. Çocukken kendi cüssemin küçüklüğünden midir bilmem gözlerime dev gibi görünürdü. Gençlik yıllarımda ise onun usul boylu olduğuna karar vermiştim. Aslında belki de bu çok sevdiğim adamın dış görünüşü üstüne derinlemesine düşünmemiştim hiç. Sadece tıpkı şimdiki gibi iyi olan kalbini görürdüm onun. “Dünyanın en iyi babası kimdir?” diye sorsalar, hiç tereddütsüz “Sadullah Bey’dir,” derdim ve derim. Bir kız çocuğu için baba ne kadar da önemlidir. Ya ömrü boyunca göreceği her erkekte babasının özelliklerini arar ya da zanneder ki her adam babasına benzer. Bu yüzden babaları iyi adamlar olan kızların bir yanları hep safiyane kalır.

Nereden mi bilirim Sadullah Bey’i? Kızı ile çocukluğumuzdan beri arkadaşız. Onunla ne zaman tanıştığımızı bilmem. Sakin, oldukça dalgın, kafası hep başka yerlerde bir kızdı. Bazen karşısındakini dinlerken öyle bir bakardı ki anlatılanların zerresi ona değmedi zannederdiniz. Şimdi de aynı apartmanda oturuyoruz. Dünya hali, eskisi kadar görüşemesek de ara sıra bir kahve içimi sohbetimiz devam ediyor. Konuşurken kuşlar gibi şakır, hiç kimseyle kavga ettiği veya tartıştığı görülmemiştir. Karşılaştıkça Sadullah Bey’i sorarım. “Çok şükür sağlığı yerinde. Gençliğinde anlayışlı olan yaşlılığında da anlayışlı oluyor. Hiç mi şikayet etmezsin halinden? Hak ettiği kadar ilgilenemesem de benden bile memnun.” der.

Nasıl ki Halim Selim Kıraathanesinin sahibi ismine benzerse müdavimleri de sahibine benzerler. Sabah namazından sonra bir araya gelen, namaz vakitlerinde camiye giden, belirgin aralıklarla evlerine çekilip dinlenen, akşam ezanından kısa bir süre önce dağılan, üç aşağı beş yukarı Sadullah Bey’in yaşlarında birkaç ihtiyar… Yan yana oturdukları sandalyelerden, etrafında toplandıkları eskimiş örtülü kare masalardan sahile vurmuş deniz kabukları gibi dingin bakarlar hayata.

Birkaç hafta önce kıraathanenin önünden geçerken, bir kadın şarkıcının hızlıca bir tempoyla şakımasını işittim. “Yola çıkmış arıyorum kaybettiğim aşkımı. Sakın bana ümit verme seveceksen başkasını.” Kulaklarımda eski taş plakların hafif hışırtılı sesine benzer bir ses yankılanıyordu. En çok sevdiğim şarkılardandı söylenen.

Azıcık duraksadım. Sadullah Bey arkadaşlarıyla insanın içini ısıtan ılık ikindi güneşinin altında sohbet ediyordu. O meşhur bacak bacak üstüne atarak oturuşunu gördüm ilk önce. Sonrasında bakışlarım esmer çehresine yaraşan koyu kahve gözlerine takıldı. Sarsıntısız fakat keskin, şahsına münhasır el işaretiyle beni yanına çağırdı. “Çırak tavşankanı, sıcacık bir bardak çay doldursun da iç. Sıkılma sakın, sen de benim kızımsın,” dedi. Kadim bir mahallenin kıdemli bir çocuğu olmak böylesine ayrıcalıkları beraberinde getirir. Yine de daha rahat edeyim diye sandalyemi kıraathane ile yandaki market arasında bir yere hazırladı Sadullah amcam. Elimde halim selim, kibar ve ince belli bir bardak, bardağın içinde öyle erkansızca içmeye kıyılmayacak güzellikteki çay. Tatlı terennümlerle tekrar edildikçe ruha dolan “ikimiz bir fidanın güller açan dalıyız” nameleri… Değmesindi hiç kimse keyfime.

Hayat toz pembe çehresiyle gülümsemez ya her zaman bize. Onun bir de koyu nefti bir yüzü vardır. Kaşlarını çattığında sanki bir daha hiç sabah olmayacak yanılgısına kapılırız. Karabasanlarla dolu bir düşe dalmışız, birbirinden korkunç hayaletlerle çevrilmiş bir sokakta kaybolmuşuz gibi bir hisle dolar kalplerimiz. Oysa ömrümüz kadar gelip geçicidir kalplerimizi kavuran bu yanma hali. Halim Selim Kıraathanesinin yaşlı tayfası kim bilir kaç kez hayatın tozpembe ve nefti yüzüyle karşılaşmış, bunların ikisinden de hemen hemen geçmiş gibidirler. Yine de günlük hayatın çığlıklarına kulak tıkayamazlar.

Gürültüsü sokağa dahi taşmayan kıraathanenin önünden geçerken bazen, “İçeridekiler ne konuşuyorlardır acaba?” diye düşünürüm. Bir yandan da göz ucuyla Sadullah Bey’i kolaçan ederim. Tahminim odur ki ayaklarım yavaşlatılmış adımlarla karşı kaldırıma basarken, “Hükümet bu kadar yolsuzluktan sonra görevden ayrılmalı” diye isyan eder yaşlı adamlardan birisi. Diğeri, “Yahu kardeşim, neden istifa edeceklermiş. Onlara oy verenler ölmemiş! Üstüne evet mührünü bastığımız partiyi kimseye yedirmeyiz.” der. Her kafadan bir ses çıkar sonra. Sadullah Bey ortamın gerilmesinden duyduğu endişeyi dile getirir. Tartışmanın heyecanıyla gerilmiş olan yüzler tatlı birer tebessümle yumuşar.

Kıraathanenin önüne konmuş sandalyelerde sigara tiryakileri zararından emin oldukları en az kırk yıllık ahbaplarıyla kaçak göçek sohbet ederler. Ciğerlerinden süzülen dumanlar yoldan geçen arabaların egzozlarına karışır, bir yandan etrafı seyredip, bir yandan havadan sudan, hastalıklarından, çocuklarından, torunlarından konuşurlar. Bu konuşmaların bazısı serzeniş, bazısı şikayet, bazısı böbürlenmeden ibarettir. Fakat her biri başkalarıyla paylaşılmanın verdiği o tuhaf ve buruk tada sahiptir. Yakın gözlükleri burunların üzerine düşürülür, okunan havadislerle bezenmiş özel tasalar ülkenin genel gidişatına dair endişelere dönüşür. Hayat ırmağı sonsuzluğa doğru gerçekleşen en yavaşlatılmış akışını belki de burada sergiler. Neredeyse yakalanacak hiçbir hevesin kalmadığı gönüller aheste adımlarla yürür de yürür.

Halim Selim Kıraathanesinde konuşmalar dış âlemlerden çok iç âlemlere doğrudur. Burada her söz hem söyleyenin hem dinleyenin zihninde suya atılmış taşlar gibi halkalar oluşturur. Yoldan geçenlerin yüzlerine bu soyut ve mecazi halkaların serinliği vurur. “Bizim hanım evde beni istemiyor inan olsun” der yetmişini devirmiş bir adam. Arkadaşı kafasını aşağı yukarı sallar. “İnandım,” manasına gelir bu kafa sallayış. Aynı zamanda “Sen mi ben mi?” diye sormaktır. İçinden de olsa, “Yahu önceden kahveye gitmem yasaktı. Bizimki, hafta sonlarında bütün şehri fır döndürürdü. Gezelim de gezelim. Akşamları o komşu senin bu komşu benimdik. Ya onlar bizde ya biz onlarda. Emekli olduktan sonra bir haller oldu. Sen bütün gün evde mi oturacaksına döndü sohbetler. Neyse canım serde yılların kahve özlemi var. Sadullah Bey de sağ olsun kahve sahibi değil de bizden biri gibi. Günler nasıl geçiyor bilmiyor insan.” demektir.

Yıllar mevsimleri, mevsimler ayları, aylar haftaları, haftalar günleri ve günler saatleri dörtkenarı yıpranmış bir heybeye doldurup götürürken ömür iplerimiz önce incelir, sonra kopar. Bizden dünyaya hava boşluğunda dolaşan kimi hoş kimi nahoş sedalarımız kalır. Sonra zaman adını verdiğimiz delişmen bir rüzgar, umursamaz nefesiyle hiçliğin helezonlar çizen girdabına onları da savurur. İyi insanlar, hep o iyi insanlar varlığımızın gerçek nedenini hatırlatırlar bizlere. Ezber edip unuttuğumuz cümle hakikat gibi genetik belleğimizde saklanır hatırlatılanlardan arta kalanlar. Halim Selim Kıraathanesinin, sahibinin ve müdavimlerinin sükunetleri de böylesi bir mirastır işte.

Hatice Eğilmez KAYA
www.kafiye.net