şiir. öykü, makale, deneme, tiyatro, masal, fıkra, anı, sohbet, röportaj yazılarının yayınlandığı uluslara arası yazar ve şairlerin katılım gösterdiği edebiyat sayfasıdır. Uyum platformudur.
Silgi
Değerli dostlarım. Nasılsınız, iyi misiniz? Yüzünüz güleç, gönlünüz hoş umutlarınız daim olsun can dostlarım. Silgi deyince ilk aklınıza ne geliyor? Silgi sözcüğü sizde neyi çağrıştırıyor, ne dersiniz? Kulağıma ilk sesler gelmeye başladı gibi hemen. Bazı dostlarım hata yaptığımızda hatalı harf ve ya sözcüğü sildiğimiz lastik araç diyorsunuz. Bazılarınız internette kullanmış olduğumuz silme tuşu diyorsunuz. Daha bir çok düşünceler de yanında geliveriyor değil mi? Hatta bazılarının aklına taşıtlarda kullanmış olduğumuz silecekler diyebilir. Bazen de ev temizliklerinde camları silmede kullanmış olduğumuz lastik çekecek de diyecektir hemen.
Ben ne düşünüyorum biliyor musunuz? Hani yaşamımızda hiç hatırlamak istemediğimiz, ama unutmayı da düşündüğümüz anlar olur. İşte bu silgi öyle bir olsun ki, ben bu silgiyi öyle bir kullanayım ki, işte o istemediğim anı sileyim, istediğim kalsın. Acıları, kavgaları, istenmediklerimi, başarısızlıklarımı, aldatıldıklarımı, kazık yediklerimi, kazıklandıklarımı, söz verip de bana yapılmayan doğru sözlerin hepsini silip yok etmek için kullanayım istedim.
Memleketin suyunu çıkaranların, her şeyi kendi çıkarlarına kullanıp bana zarar veren siyasetçisini, yöneticisini, bana mali yönden kazık atan sözüm ona kolaylık düşündüğümüz haberleşmedeki yediğim kazıkları, pazarda kiloluğun orta kısmı oyup 100-150 gram çalıp hakkımı vermeyenlerin yaptıklarını. Marketlerde 900 gram olan paketlerin kilo cinsinden değerlendirilip yine nasıl kazıklandığımı eve vardığımda öğrenince küplere biniz Kara Denizin azgın sularına açılmamak için nasıl dayandığımı. Günü geçmek üzere olan ürünlerde ya da kullanımdan kalkacak olabn bazı maddelerde süper indirim diyerek torbalar dolusu alıp eve getirdikten 20 gün sonra o paketleri atmamak için nasıl çaba harcadığımız bir düşünseniz ya dostlarım. İşte onların hepsini silip doğrularını bırakıp yaşamak istiyorum.
Çıkarları çatışan yöneticisi, müdürü, amiri, memuru, işçisi, zengini, fakiri. İnanın en ufak çıkarda hemen düşman oluveririz bir birimize. Hani içimizde vardır ya o hep “ BEN, BENİM, BENDEN” tutkusu. Onu bir türlü “ BİZ, BİZİM, BİZLERİN.” Duygu ve düşüncesine çevirmedik. Çeviremediğimiz için de büyük sorunlar yaşamaya devam etmiyor muyuz bu nedenlerle? Çıkarların en ufak bir çatışmasında; “ Ben, onun her türlü kirli çıkısını ortaya sereceğim. Onun pisliklerini, onun yaptığı haksızlıkları, yanlışları, çaldıklarını, yaptığı hakaretleri…” diye devam eder. İşte o yapılan haksızlıkları bir silgi ile silivermek istiyorum dostlarım.
Taşıtların kaldırım üzerine, yaya geçitlerine park ettikten sonra saatlerce orada bırakıp; özürlü vatandaşlarımızın, yaya yollarında çocuk arabaları ile karşıdan karşıya geçerken ana yola çıkıp nasıl kurtulmak için takla attıklarını. Ambulansın gelişine yol vermeyip sıkıntı yaratmaları. Yol veren sürücülerin akışa intikal edeceği zamanda ambulansın arkasına takılmış olan son sürat giden araç sürücülerinin oluşturduğu o trafik keşmekeşini. Yolcu otobüsüne binip hemen ön kapıya yakın kolonlara yapışıp arkaya doğru gitmek istemeyen sözüm ona kendisini medeni sayan medeniyetsiz kişileri, hatta uyaran vatandaşlara hakarete varan sözlerle haklı çıkmaya çalışmasını. Aslında daha bir çok olumsuzlukların hepsini kötü yönlerini ele alıp silmek inanın o kadar güzel olacak ki…
Evet dostlarım, ne dersiniz bu saymış olduğum olumsuzlukları şimdi bir silgi ile silip atalım mı? Ne dersiniz? Hadi bir siliverelim bakalım. Allah, Allahımmmm, ey vahhh, eyvahlar olsun.. Ben ne yaptım Allahımmmm, kötülükleri sileyim derken, tüm iyilikleri silivermişim. Bu silginin geri dönüşümü de yok. Görüyor musunuz dostlarım. Dikkatsizliğim nelere mal oldu.
“Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar,
Yer yüzünde sizin kadar yalnızım.”
Sen misin kötülükleri ortadan kaldırmak isteyen ey Allah’ın abdal kulu. Şimdi gökyüzünde dolaş bakalım yeryüzüne inmek için.
Kalın sağlıcakla dostlarım.
İzmir / 10.07.2010
Hüseyin DURMUŞ
www.kafiye.net
KADIN OLMAK
Erkeğin sol kaburgasının kemiğinden yaratılmıştı. Erkeğin sol tarafından yaratılmak ayrıcalıktı. Korunması içindi, nadide bir çiçek gibi sevilmesi içindi. Bir mal olmak için değildi.
Kadın olmak gecenin kör karanlığında mahremiyeti hiçe sayılarak kapı önüne koyulmak değildi. Kadın olmak zevk uğruna kırık pencere ardından seyreden, bir çift göze aldırmadan yenilen dayağın sessizliği, açlığa boyun eğmek en derinine susmak değildi. Mutluluğa ağlamak, acıya gülümsemekti kadın olmak. Tüm çekilenlere rağmen hayatı inadına sevmekti. Kadın olmak zaferi, kayıpların ardında elde etmekti tüm hayalleri feda ederek. Yollara düşmekti kaldırım taşları gibi, un ufak geceye karışmaktı her şeyi kapatırcasına zifiri karanlığa. Kadın olmak bir bardak demli çay gibi bir yudum içine çekmekti ısınmak için, sigaradan bir nefesti kederin ya da sevincin paylaşımında. Kadın olmak cennet demek alın teri, namus, bereket demekti. Kadın olmak gelecektir, masum tenin çöl toprakları gibi çatlaması demekti.
Kadın olmak ana demekti, gül dalında gonca, durgun sularda nilüfer, kışlarda kardelen çiçeği idi. kadın olmak aşk demekti, sevgi demek, emek demek. Onun için kadını mal etmeyin düşlerinize emanettir kadın size.
Fahriye HAMZAÇEBİ
Mart 2007
www.kafiye.net
DÜŞÜME DÜŞTÜN
Ağaçların gölgelerinde kaybolan adımlarınla düşüme düştün, gülümsüyordun. İki yanağımı kavradı ellerin sıcacıktı, usulca göğsüne çektin başımı. Öylece kaldım ben suskun, mahçup, huzurlu. Çenemi tutup kaldırdın ve baktın gözlerimin ta içine, kaçırmadım gözlerimi senden. Yüreğimi kaçıramadığım gibi, bakıştık derinden.
Burnumun üzerine kondurduğun buse ile uyandım, sabahlar oldu diye fırladım ama hala geceydi ve sen yoktun. Ay vardı yıldızlar vardı ama sen yoktun. İki elim yanağımda sıcaklığını yokladım. Oradaydın, başım göğsüne dayalıyken duyduğum yürek sesin hala kulağımdaydı. Sen gözlerini yanı başıma koyup gitmiştin uykumdan. Bir kedi gibi kıvrıldım yatağımda. Yorganı çektim başıma gitmesin diye sıcaklığın. Seni özledim, sohbetini özledim. İnsan olmanın en büyük ayıbıyla yargılama sürecini bitiremedim. Rüyamıydı dokunmalarım, yaşadıklarım ayırt edemedim. Bedenim daha sokuldu sıcağına kendime dolandım bedeninde. Ben kadar sıcaktı tebessümlerim kadar sıcak ve gerçekti sanki. Gün aydınlığında boştu sol yanım. Kara kirpiklerim döküldü yatağa, gölgeni aradı gözlerim. Gün ışığına bir sitem yolladı sözlerim bizi ayırdığı yollar için. Düşlerimi böldüğü için kahrettim gün doğumuna, seni benden aldığı için isyan ettim.
Gerçek ol uzat ellerini bende kal son defa.
Fahriye HAMZAÇEBİ
www.kafiye.net
YAKAMOZA ALDANIP GİTTİN
Ben seni denizsizken bilirim, gözlerindeki son damla maviyi ellerinle saklardın her seferinde. Engelleri aramızdan söküp, karşımıza almadan gittin. Deniz sıçradı üzerime, sen tuza, yakamoza aldanıp gittin. Ne zaman rüzgâr saçılsa, inceden yağmur yağsa saçlarına, benim ellerim ağlıyor, gözlerime inat.
Gel ben ölmekteyim. Caddelerde adımlarım boğuluyor, gözlerindeki surları katlime örüp durma! Rengi karışık yazlara mezarımı kazma. Çaresiz oturup ağladığım, güldüğüm çay bahçelerinde denizden donuk gözlü balıklar bakıyor bana. Gemilerin bir sana seferi yok. Gözlerimdeki kayıp ilanlarına aldıranda. Sızlayan bir acıyla bulunduğum kentte enkaz oldum. Sana ayrılan gri renkli bulutları savuruyorum şimdi. Kanat ve el gibi tutabilir mi bir başka eli. Bu gün varlığımın infazına hükmettin. Durgun bir denizle, yanan bir kentin arasında sıkışıp kaldım. Yamacıma yaklaşan şu gemi son kavşağım olsun isimsiz. Bahara açılıyor dalgalar. Ahh! Yüreğimin üzerine çullanacak yine esrik acılar. Sulara sal yeşil sancılarını, el salla geçen yolculara, kıyıdaki cam kırıklarını sakla. Olsa olsa bir sevgiden düşmüştür bu acı. Neden benim tüm acıların sarnıcı? Yürek yenik bunu artık kim değiştirebilir. Yanaklarımdan gözyaşı eksildiğinde, acıların kayaları küflendiğinde, aynalara suretimin sığmadığı anlarda, gözüme dokunacak bir göz olmadığında, sırası gelmiştir çantayı sırtlayıp başka diyarlara gitmenin. Ya sonrasında? Kentin sokaklarında asit yağmurları, tek başınalığım birde, yürüyorum.
Yüzüm keskin bir mehtapta, küskün bir kedi kadar kimsesiz, yüzüm kapalı bir tül kadar sessiz.
Fahriye HAMZAÇEBİ
ARALIK 2008
www.kafiye.net
BİR GÖRÜMLÜK MUTLULUK
Yarına koşarak gidilen dünyada, yüreğim kara kilitler asmıştı kapılarına. Ayaklandım bir anda, yerimden kalkarak doğruldum, gri ile siyahın öpüştüğü ortamda. Ortalığa saçılmış duygularım, elimi nereye atsam avuç avuç pörsümüş, çürümeye yüz tutmuş anılar saçılmış etrafa. Anımsayamadığım beklentilerim, umudunu kesmiş kalakalmıştı ortalıkta.
Yarınlar kara geleceklere gebe, heveslerim yokuş yukarı tırmanmakta. Kimsesiz de sayılmazdım düşlerim vardı nöbette, umutlar ekmiştim kıştan yeşersin diye bahara. Yeşilini dağlarda, çiçekleri kırlarda, yosunu bizim denizde bilirdim. Deliler gibi mavi severdim, şimdi silindi tüm renklerim. Yosun tutmuş yalnızlığımdan beni çıkaran, hayata deniz gibi bakan gözlerin. Saçlarını ay tarar, sayısız yıldızlar ayıklarım kirpiklerinden.
Yine seni andım tatile çıktı zaman. Senden önce dönmeyecek söz verdi akrep, yelkovan. Yeşile özlem gibi, maviye tutku gibi sana olan bakışlarım. Sigaranın nikotini gibi sarar benden anlamlar kattığın bakışların. Çimenlerde koşan kısa etekli kız çocuğu olur ruhum, seninle geleceğe. İsyanlarım yastık altı çoktandır, huzurum kapı dışarı, içiyorum kederden gecelerde aklıma düşünce, tebessümlerin ilk adresi dudaklarım. Avuçlarımda göllendi sicim gibi gözyaşlarım. Bir görümlük mutluluğu tatmak için ne süzgeçlerden geçip yaşamaya çalıştığım zamanlara inat, sen varsın artık uzak olsan da.
Onun için sağanak altında ıslanmış bir ceylan gibi uysal ve umutlu kadın.
FahriyeHAMZAÇEBİ
www.kafiye.net
ANNE-BABANIN KARNELERİ
Hababam Sınıfı filminde; hepimizin de yakından tanıdığı Münir Özkul ( Kel Mahmut), çocukların işledikleri suç nedeniyle, karnelerini anne babalarına vermek istemişti. Bunun için belki de yıllardır okula uğramayan veliler, güç bela okulun yolunu bulmuşlar, kendi çocuklarının sıralarında oturup onların karnelerini almışlardı. Kel Mahmut’un burada karneleri anne-babaya vermesindeki en önemli sebep, o karnenin asıl sahibinin onlar olmalarıydı. Çünkü çocuklar, anne babanın yetiştirdiği, onların şekillendirdiği birer insandır.
Anne-baba çocuklarını okula göndermekle görevlerinin bittiğini düşünmesinler. Hayatı öğrenme yolunda adım atan çocuklar için ebeveynin görevleri henüz yeni başlıyor. Çocuğunu, okuma-yazma öğrenmesi, hayata dair bilgiler edinmesi ve gelecekte iyi bir meslek sahibi olabilmesi için okula gönderen veliler, tüm bu amaçların gerçekleşmesi için “ben çocuğumu okula gönderiyorum, daha ne yapayım, benim işim bu kadar” deme lüksüne sahip değildirler. Dört duvar arasında, çocuklara rehberlik edilebilir, bazı fen bilimleri verilebilir, hayata dair ilmi, fikri ve olası bilgiler aktarılabilir. Lakin hayat bütünüyle öğretilemez. Bu noktada, okulda aldığı rehberlik ve bazı temel bilgileri uyguladığı alan ailesi ve toplum içindeki çevresiyle yaşadığı alandır. Bu sebeple velinin görevi, çocuğu okula göndermekle bitmez. Aksine, hayatı öğrenmekte olan çocuğuna daha fazla ilgi gösterip, daha fazla kılavuzluk ederek onun hayata tutunmasında destekçi olur, görevinin yükümlülüğü artar.
Okulda “vücudunu tanıma” konulu bir etkinlik yapıldığında, anne-baba çocuğun bu bilgiyi öğrenip öğrenmediğini, eksiğinin veya yanlışının olup olmadığını, bu etkinlik ile gerçek hayat arasındaki bağlantıyı kurup kuramadığını kontrol eder. Bilgilerin yanında, temel eğitim konusunda da çocuğunu doğru ve kültüre uygun yetiştirmekle de mükelleftir. Öyle ki, gerekirse, anne-baba çocuğuyla yeniden okumalıdır. Kendi eksikliklerini de okul vasıtası ile tamamlayıp, çocuğu için daha iyi bir örnek teşkil etmelidir. Aksi halde çocuk, okuldan edindiği ile yetinir ve kendi yaşamında uygulama zorluğu çekerse, bu konuda aileden de hiçbir destek göremezse işte o çocuk zayi olur. Nitekim hiçbir anne-baba çocuğun zayi olmasını istemediği gibi onu çok iyi makamlarda ve sevilen bir insan olarak görmeyi arzular.
Anne-baba şunu iyi bilmeli ki, eğer öğretmen-öğrenci-veli üçgeni oluşturulmazsa veya bu üçlünün bir ayağı eksik kalırsa, o çocuk hayatta istenilen yerde olamayacaktır. Okulda, problem yaratan, evde düzensiz bir yaşam sürdüren, toplumda olumsuz davranışları sergileyen bir çocuk, aile desteğinden yoksun, problemli yaşantı örneklerine maruz kalmış bir çocuktur.
Henüz A_B_C yi yeni öğrenen, ilk kez kendi başına bir yerde kalıp, farklı bir topluluk(okul) içinde kalan çocuğun aile desteğine çok fazlasıyla ihtiyacı vardır. İlk yürümeye başladıkları zamanlarda nasıl ellerinden tutup düşmemeleri için onlara destek oluyorsak, okul çağında da hayata tutunmaları, düşmemeleri ya da düştükleri zaman kendi başlarına kalkabilmeleri için destekçi olmak zorundayız. Okulda öğretmenler, evde anne-baba çocuklarımızın ellerinden tutup hayat yolculuğunda sağlam adımlarla yürümelerini sağlamalıyız. Bu sebepledir ki, çocukların okullardaki başarısını, sayısal olarak gösteren karneler çocuklardan çok anne-babaya aittir.
İlköğretim çağındaki bir çocuk okuldan geldiğinde, ne zaman ne yapması gerektiği, hangi işe ne kadar zaman ayırması gerektiğini bilmiyor ve ya bildiğini uygulamıyorsa, orada anne-babaya sormak gerek.
“Çocuğunuzla birlikte iş bölümü yaptınız mı? Onun hangi zamanlarda ne yapması gerektiği konusunda onunla birlikte kafa yordunuz mu? Onun için oturup birlikte bir çalışma planı hazırladınız mı? Çocuğunuzun bir insan olduğunu, onun da söz hakkı olduğunu, onunla aynı evi paylaştığınızı ve bu paylaşımın bir sorumluluk getireceğini konuştunuz mu? Çocuğunuzun geleceğine dair, hayata dair, okulda yaptıklarına dair, öğrendiklerine dair onunla oturup sohbet ettiniz mi? Çantasını açıp bir eksiği var mı yok mu kontrol ettiniz mi? Okula sık sık gidip öğretmeni ile çocuğunuzun hali hazırdaki durumu üzerine hasbi hal ettiniz mi? Onun bir sıkıntısı olup olmadığını sordunuz mu? Çocuğunuza büyük bir insan gibi davranıp onu gerçekten insan yerine koydunuz mu?”
Anne-babanın tüm bu sorulara cevabı “hayır” ise; karnelerde muhtemelen olacak olan başarısız notlar için çocuğunu suçlamaya hakkı yoktur. Anne- baba çocuğu için çalışmamıştır ki, başarılı not beklesin.
Anne-baba demek, sadece çocuğun karnını doyurmak, ona sıcak bir yatak hazırlamak, istediğinde cebine üç-beş kuruş harçlık vermek demek değildir. Anne-baba demek insan yetiştirici insan demektir.
Yarın çocukların eve getireceği karnelerde, onların fenden, matematikten, hayat bilgisinden vb derslerden aldığı notlar değil, anne-babanın çocuk yetiştirmede aldığı notlar yazacaktır. Ebeveyn o karnelere kendi notu gözüyle bakmalı. Ve her ne olursa olsun, çocuğunu suçlama eğiliminden uzak durup, biraz sohbet, biraz ilgi, biraz moral ile kırıkları tamir etme yoluna gitmelidir. Ancak bu şekilde olursa çocuklarımızı kazanabiliriz.
Geleceğimiz, bizim çocuklarımıza bağlı. Kendi elimizle kendi geleceğimizi şekillendiriyoruz. O halde, o şekil en iyisi, en güzeli ve en doğrusu olmalı.
Anne-babaları, duyarlı birer insan yetiştirme yolunda muvaffakiyetler diliyorum. Çocuklarımıza mutlu tatiller temenni ediyorum.
Elvan USUL
seyrubeser@hotmail.com
ocak 2009
www.kafiye.net
Duygular1 Yalnızlık Hissi
Yalnızlık, insanın dünyadan kopması, kendi kabuğuna, çekilmesi bir boşluk hissi yaşamasıdır. İnsanın, kalabalık ortamda dahi yalnızlık hissine kapılması ise başkaları ile kurduğu iletişimde bir anlamsızlık yaşamasından kaynaklanmaktadır. Bu anlamsızlığın temelinde ise, terk edilme, dışlanma, güvensizlik, umutsuzluk, kızgınlık, kırgınlık, hayal kırıklığı, depresyon vb gibi olumsuz duygu sentezleri vardır.
Yalnızlık hissine kapılan insanda ya kimsenin kendi sevgisine layık olmadığı ya da kendisinin, kimsenin sevgisine layık olmadığı düşüncesi hâkimdir. Temel olarak sevgi ve güven eksikliği iletişimi anlamsız kıldığından yalnızlık hissi kendini çok çabuk gösterir.
Bu yalnızlık hissi, bilerek isteyerek tek başına yaşama, tek başına kalma ile aynı değildir. Burada kişi yalnız yaşamaktan zevk aldığı için yalnızdır. Yalnızlık hissi ise, isteğinin dışında yaşanan olumsuzluklardan, sevgisizlikten, ilgi ve iletişimin manasızlığından kaynaklanan bir histir.
Daha çok günlük yaşamında olumsuzluklar yaşayan, manen ruhu aç olan, olayları, insanları sürekli sorgulayan, “neden” sorusuna cevap arayan ama bir türlü çözüm yolunu düşünemeyen insanlarda görülür bu yalnızlık hissi. Çevresindeki insanların kendisini anlamadığını söyler durur bu hisse kapılanlar. İletişimde sıkıntı çeker. Arkadaşlarıyla, akrabalarıyla, ailesiyle bir arada, güzel bir eğlence mekânında bile olsa o yine yalnızdır. Çünkü içinde var olan duyguları net olarak ifade edebilecek, gözüyle, gönlüyle sevebilecek en önemlisi güvenebilecek birileri yoktur yanında. Ailesi de dâhil olmak üzere herkese karşı bir şüphe duyar ve adeta bu şüphe onu, dünyanın merkezinde tek başına kalmış, anlaşılmayı bekleyen biri hale getirir. Bu yalnızlık hissine kapılan insanların, depresyon içinde olabilecekleri aşikârdır. Yaşadığı küçük küçük olumsuz yaşantılar ve nihayetinde bardağın son damlasının gelmesiyle büyük bir olumsuzluğa dönüşüverir. Böylece kişi, yalnızlığın doruğunda bir hayat sürmeye başlar.
Newton “İnsanlar köprü kuracakları yerde duvar ördükleri için yalnız kalırlar” derken iletişimde örülen duvarların, kurulamayan diyalog köprüsünün insanı yalnızlık hissine nasıl ittiğini anlatmaktadır. Anlamlı bir iletişim köprüsü kurabilmek için; güven harcına, sevgi demirine ihtiyaç vardır. Gönülden gönüle akmanın en kestirme yolu iletişim köprüsüdür. O halde lazım olan malzeme, güven ve sevgidir. Herkese şüphe ile bakan, “acaba mı?” sorusu ile tereddütlü ilişkiler kurmaya çalışan, karşısındakini tanımadan ön yargı ile olumsuz hükmü veren insanların kurdukları köprüler kısa ömürlüdür. Ve hep aynı zihniyetle yapılırsa bu köprüler her defasında yıkılmaya mahkûm olacaktır. Bir zaman gelecek, artık kişi, nasıl olsa bu köprü de yıkılacak diyerek hiç köprü kurmaya başlayacaktır. Hatta daha da ileri giderek, karşıda yapılmakta olan köprünün kendisine uzanmasını da engellemek için duvarlar örmeye başlayacaktır. Akabinde ise, yaşanan yalnızlık hissinin yaratacağı travma, psikolojik rahatsızlıklar ve psikosomatik hastalıklar ardı sıra gelecektir.
Günümüzde birilerine güvenmek, inanmak pek kolay değil. Doğru. “Elini versen kolunu kaptırırsın” zihniyetiyle pek çok birey birer duvar örmekle meşgul. Bu da doğru. Lakin sevinci de kederi de paylaşmak, güven çemberinde bir birey olmak imkânsız da değil. İllaki güven duyulabilecek, sevilmeye değer ve bizim sevgimize de layık insanlar vardır. Önemli olan bu insanları arayıp bulmaktır. Bunun için ilk yapılması gereken ise, ön yargıyı kırıp insanları tanımak için onlara şans vermektir. Yalnızlık hissi bizim elimizde olmayan nedenlerle kapıldığımız fakat elimizde olan çarelerle imha edebileceğimiz bir histir. O halde, bizi rahatsız eden, toplumdan, olaylardan, zamandan soyutlayan bu histen kurtulmak için kolları sıvamanın tam zamanı. Çünkü yalnızlık Allah’a mahsustur. İnsan yalnız yaşayamaz. Yaşamaya çalışsa da ona “yaşayan bir ölü” tabiri ile bakılır. Bu bakışı kırmak yeniden yaşama dönmek için yeniden manalı iletişim köprüleri kurmaya başlayalım.
Elvan USUL
Ocak 2009
Kulvar Gazetesi
www.kafiye.net
EMPATİ (EŞDUYUM)
Empati, bir başkasının duyguları, içinde bulunduğu durum ya da motivasyonunu anlamak için içselleştirmektir. İnsanın kendi duygularını başkasına yansıtmak anlamında da kullanılır. Halk arasında, kendini başkasının yerine koymak, onun gibi hissetmek olarak bilinen empati, pek çok insanın gerçekleştirmede zorlandığı ve hatta düşünmek bile istemediği bir duygudur. Çünkü, empati kurmak için, karşıdaki insanı anladığını ifade etmesi, kendini onun şartlarında düşünmesi, onun yaşam standartlarını ve onun etrafında gelişen olay zincirini değerlendirmesi kısacası onu hissetmesi gerekmektedir. Bu da çok kolay olmamakla birlikte karşıdaki insanı doğru anlamayı sağlar ve hatta bazen bizim hatalı olduğumuzu ispatlayabilir. Belki de hatayı, kusuru kendimizde görmekten hoşnut olmadığımızdan dolayı empati kurmaya gerek bile duymadan karşı tarafı suçlar konuyu kapatırız.
Empati, sadece hata, kusur ve yanlışlık karşısında kurulmaz tabi ki. Kişileri doğru anlamak, insan ilişkilerini geliştirmek, başkalarına yardımcı olabilmek için de empati kurulabilir. Ama en çok yanlışlık ve olumsuz olayların yaşandığı durumlarda empatiye ihtiyacımız vardır. Toplum içinde yaşadığımız sürece, insan ilişkilerinde mutlaka az veya çok problemler çıkar. Bu problemlerin çözümü, kişileri ve davranışları doğru anlama, yorumlama noktasında empati, önemli bir yere sahiptir.
Aile içinde özellikle gençler, ebeveynlerin kendilerini anlamadıklarını, ebeveynler de çocukların kendilerini anlamakta güçlük çektiğinden yakınırlar. Bu karşılıkla anlamama yargısının çözümü empati kurmak ve doğru anlamaya çalışmaktır. Ebeveynin kendini çocuğunun yerine koyarak, onun duygu ve düşüncelerini doğru anlamaya çalışması ve bunu çocuğuna da öğretmesi belki de tüm anlam kargaşalığını ortadan kaldıracak en önemli yöntemdir. Empati sayesindedir ki, aile içi problemler çorap söküğü gibi çözülür gider. Zaten problemlerin temeline bakıldığında iletişim kopukluğu görülmektedir. Karşıdaki insanı doğru anlayan biri, hal ve hareketlerini bildiği doğrular ile yönlendirir. Böylece problemler en aza iner.
Aile içindeki problemlerin çözümü, daha huzurlu ve mutlu bir geçim için önem arz eden empati, toplum yaşamı için de aynı derece önemlidir. Zira insanlar birbirlerini doğru anladıkça, karşıdaki insanın hangi olaya nasıl tepki vereceğini bildiği sürece davranışlarını ona göre ayarlar. Kişilere göre bir tutum geliştirdikçe de huzur yerini bulur. Çünkü, herkes kime nasıl davranacağını bilir, kırgınlıklar, kızgınlıklar, kavgalar önlenmiş olur.
“Bebekler üzerinde yapılan araştırmalara göre, empati yeteneği doğuştan yüksektir fakat şartlara göre hızla kaybedilebilen bir yetenektir. Empati yeteneğinin sonradan tekrar kazanılması için, bazı çalışmalar yapılabilir. Empati, muhakeme gücü ile doğrudan ilgilidir. Bunun için de, ucu açık sorular sormak, yavaş hareket etmek ve yorumda bulunmak, çok çabuk yargıya varmaktan kaçınmak, kendi davranış ve düşüncelerimizi anlamaya çalışmak, geçmişten ders almak, olayları akışına bırakmak ve kendimiz ve karşımızdakilerin davranışları için belli sınırlar oluşturmaktır.(vikipedi)”
İnsan ilişkileri, karşıdakini anlamakla başlar. Karşıdaki insanları kendi yapı, düşünce, yaşam felsefemize göre değerlendirdiğimizde yanlış anlamalar ortaya çıkabilmektedir. Bu yanlış anlamaların ortadan kalkması, doğru ve sağlıklı bir iletişim için empati kurma yeteneğimizi geliştirmeliyiz. Yoksa kavgaların gürültülerin sonu hiçbir zaman gelmez. Huzurlu, mutlu ve sağlıklı bir yaşam için empati yeteneğimizi geliştirmek, üzerinde -özellikle kendimiz için- çalışmak durumundayız.
Elvan USUL
Şubat 2009
Kulvar Gazetesi
www.kafiye.net
ÜZÜNTÜ
Üzüntü, olmasını istemediğimiz bir durum karşısında hissettiğimiz ruh tedirginliğidir. Kendi fikrimize, yaşantımıza, bakış açımıza veya olmasını istediğimiz olay ve olgulara ters düşen her şey üzüntüye neden olmaktadır. Bazen değer verip sevdiğimiz birini kaybetmek bazen alıştığımız bir düzeni istemediğimiz şekilde değiştirme zorunluluğunu yaşamak, bazen kırmak, kırılmak bazen zarar görmek bazen zarar vermenin pişmanlığını yaşamak üzüntülerimizin temelini teşkil etmektedir.
“Ben hayatta hiç bir şeye üzülmem” diyip poliannacılık yapan insanların bile mutlaka üzüntü hissini yaşadıklarını biliyoruz. İnsan tüm zıt duygularla bezenip yaratılmıştır. Gizlese de toplumda hissettirmese de gözleri ağlamasa da kalbinde yaşadığı bir hüznü mutlaka vardır. Hayatta her şey istediğimiz ölçü ve doğrultuda yürümez. Zira kader ve diğer insanlarla birlikte yaşadığımız dünyada hükmedici, yön verici tüm duyguların hâkimi biz değiliz. Üzüntü insani bir duygu olup “ben üzülmem, üzüntü nedir bilmem” diyenlerin ise üzüntülerini gizlediklerini belki de bunu bir zayıflık olarak gördüklerini düşünmek daha doğru olur.
Hafif derece yaşanan üzüntü insanı çok fazla sarsmamakta ve olması tabii olan bir duygudur. Lakin üzüntü derecesi artığında ise kişiye zarar verici hale dönüşebilmektedir. Ağlayıp bağırıp çığırmakla birlikte uzun süre üzerinden atılamayan, silikleştirilemeyen üzüntüler kişilerin rahatsızlanmasına, depresyon, anksiyete bozukluğu vb psikolojik hastalıklara maruz kalmasına neden olabilmektedir. Bir yakınının ölmesi, boşanma ve ayrılıklar, maddi kayıplar, istek ve arzuların önündeki engellere karşı zayıf kalmak, kavgayla neticelenen tartışmalar, fikir uyuşmazlığı, işsiz kalma, gelecek endişesi yaşama gibi olumsuz yaşantıların neticesi olan üzüntüler ağır gelmekle birlikte uzun süreli de olabilmektedir. Kişi burada eli kolu bağlanmış gibi hisseder ve üzüntüsünün ağırlığı ile birlikte ümitleri de azalabilir. Kendisini yenilmiş, artık çözüm arayan değil de çözümsüzlüğü kabullenmiş bir duyguya kapılabilir. İşte üzüntülerin böyle bir duyguya dönüşmesi kişinin hayata küsmesine ve netice itibari ile depresyon yaşamasına neden olabilmektedir.
Allah kullarını yaratırken “unutma” gibi bir güzelliği de vermiştir. Candan ERÇETİN bir şarkısında, “ en derin yaralar unutuluyorsa, ben neden ağlayayım söyleyin bana” diyor. Zaman içinde çok büyük acılar ve üzüntü kaynakları tamamıyla unutulmasa bile, ilk yaşanan an kadar acı ve üzüntü vermiyor. O halde ilk üzüntünün hissedildiği, acının canımızı çok fazlasıyla yaktığı anda bunu aklımıza getirmeye çalışmalıyız. Zaten halk arasında şöyle bir tabir de vardır; “insan beşerdir, şaşar da düşer de, elbet bu da geçecek, vardır bir hayırı”. Bu tabir kimi zaman bir teselli veya teskin edici görünse de doğru olanıdır. Hayatta üzüntülerin derin çukurluklarda ya da kumsaldaki kumlarda yaşanması bizim elimizdedir. Kimi zaman “Takdiri İlahidir” diyip çözüm odaklı davranma, kimi zaman “ düştüm ama elbet kalkacağım” diyip dirayetli olma, kimi zaman hoşgörü çerçevesinde olayları ve yaşananları abartmayıp “düzelir, geçer” diyip zamana bırakma belki de üzüntülerin sahillerdeki kumlardan silinmesini sağlayacaktır. Bunun yerine, “neden, neden, neden?” diye kendi kendimizi yiyip bitirmek üzüntülerin cehennem çukurundan bir çukurda yaşanmasına meydan vermek zarardan başka bir şey getirmeyecektir.
Ayakkabım yok diye üzülüyordum, ayakları olmayan bir çocuk görene kadar. (Anatole France)
Anatole France o kadar güzel özetlemiş ki; üzüntülerimizin belki de geniş düşünemememizden kaynaklandığını, dünyanın merkezine kendimizi oturtup başkalarını göremediğimizi. Hayatta gülmek kadar ağlamak da vardır. Mutluluk kadar üzülmek de vardır. Allah ayetlerinde, “ Biz zıtlıkları bir arada verdik” diyor. Olumlu ya da olumsuz yaşanan her ne olursa olsun, biz insanların duygularını harekete geçirir. Bu hareketlenmenin dozunu elimize alıp ayarını kaçırmadan, kendimize ve başkalarına zarar vermeden yaşamayı hayatımızda bir felsefe edinmeliyiz. Böylelikle duygularımızın incinmesiyle meydana gelebilecek bir takım olumsuzlukları önleyebilir, mutlulukların kalıcı ve süreğen olmasını sağlayabiliriz. Üzüntülerimizi mutluluğa dönüştürme yolunda hayata bakış açısında küçük bir değiştirme bizim için yeterli olacaktır. Üzüntülerinizin sizi üzmemesini temenni ediyorum.
Elvan USUL
Şubat 2009
Kulvar Gazetesi
www.kafiye.net
ÖyLesine Yuttum Ki SesLi HarfLerimi. .
(Öylesine yuttum ki sesli harflerimi. . .) Korkar oldum noktalar koymanın ardından yeni cümleler kurmaya. Artık yokmuşsun, artık yokmuşum, artık yokmuşuz. Gün batımları yokmuş oturduğumuz odanın sarı duvarlarına yansıyan. Ellerin yokmuş en beklenmedik anda ellerimle kavuşan. Aşklar yokmuş artık, bir zamanlar var olduğuna inanılan. . .
(Öylesine yuttum ki sesli harflerimi. . .) İçimde kırılan bir ayna kaldı sadece. Geceler yokmuş artık, gündüzler de… Saatlerin kadranları kırılmış, küsmüş zamana. Kala kala bir rüya kalmış geceleri buluştuğum. Bir zamanlar bir romantiğin sarhoş eden gitar sesini dinlediğimiz yer de silinmiş gitmiş haritalardan. Ne çok şey kalmamış, ne çok hiçbir şey var olmuş yaşanıp bitmişlerden. . .
(Öylesine yuttum ki sesli harflerimi. . .) En çok da isminin içinde geçenleri. Bir pusula ömründe ilk kez yanlış yönü göstermiş. Gururuyla intiharı seçmiş, düşüp kırılmış yanlış yönü gösterdi diye. Güney de yokmuş artık, kuzey de… Sabahları yaşadığımız doğu silinip gitmiş, batıysa hiç olmamış ki daha önceden zaten. . .
(Öylesine yuttum ki sesli harflerimi. . .) Kala kala sadece ve sadece o kelimeler arasına yerleştirilen birkaç küçük nokta kalmış. Sadece üç nokta… Apostroflar yokmuş artık, virgüller de çoktan yitip gitmiş geldikleri masallar alemine. Ne bir ünleme rastlayabilirmişiz artık bu ucunu göremediğimiz sokağın ortasında, ne de kendini sorgulayıp duran tek bir soru işaretine. . .
(Öylesine yuttum ki sesli harflerimi. . .) Yok olmuş dakikalar, saatler, saniyeler. Ve sen biraz da. Sahi biz hiç var olduk mu dersin? Belki olduk, belki olmadık. Aslında ne kadar yanıldık, ne kadar aldandık. Biz koskoca birer yalandık. Odanda dağınıklığını toplayan bir gölge vardı ya hani, o da yok artık. Dağınıklığın da yok, serzenişlerin, boşvermişliklerin de. Artık biz yokuz ki. . .
(Öylesine yuttum ki sesli harflerimi. . .) Ancak, bana aldırmadan geçip giden zaman kalabilirdi ardımdan. Devam etti takvim yaprakları ardı ardınca koparılıp atılmaya. Aylar yıllara dönüp gitti. Artık ay yok, yıldızları da kaybettim ne zamandır. Sahi gökyüzü var mıydı seni sevdiğim zamanlar? Bilmiyorum ama, banyonda her sabah baktığın aynada gördüğün benim siluetim yok artık. Ya da telefonlarda duyduğun sesim. Yoklar ne zaman var oldu? Veda etmeyi mi unuttuk artık olmayanlara yoksa? . .
(Öylesine yuttum ki sesli harflerimi. . .) İki şehir, bir köprü vardı bir zamanlar. Eskiden izlediğimiz filmler yok artık, ilk kez gittiğimiz bale de oynanmadı bir daha hiç. Belki bir tiyatro oyununun ta kendisi bizdik. Tanrım, sen ve ben ne çok şey yitirdik. Birdik, bizdik, “en”dik, tektik… Sahi biz ne zaman bittik? Ne kadar zaman geçtiyse üzerinden, bu gece o kadar yutuyorum sesli harflerimi… “Ah”larımı yutuyorum artık. Avaz avaz susuyorum, sessiz sessiz çığlıklar atıyorum bu gece kendi kendime. Bitenlere gülüp başlamak isteyenlere ağlıyorum. Hüzünler mutlu ediyor beni, mutluluklara ağlıyorum. Her şey ters dönüyor ama ben yırtıp atıyorum bir kağıda yazdığım seni, yutuyorum bütün sesli harflerimi. . . Elveda sevgili. . .
Dç.Dr. Zerda ONURLU
www.kafiye.net