Kategoriler

Arşivler


Tarih 10 Nis 2014 Kategori: Binali YILDIZ

YAŞADIKÇA


YAŞADIKÇA

Meğer benim hiç sevenim kalmamış 
Kuru hayal, bir âleme dalmışım,
Kadir, kıymet, bunca sevgi yalanmış 
Gülen yüzü, kadim dosttan sanmışım.

Beni gören, köşe bucak kaçıyor
Gözlerinden, öfke, nefret saçıyor,
Öldürseler, bilmem neyi, seçiyor
Gerçek deyip her ahtına kanmışım.

Her fırsatta, çıkarını kolluyor
Sabah, akşam, dört köşeyi solluyor,
Helal, haram, hiç sormadan dalıyor
Hazat, mezat, bir metaya dönmüşüm.

Yaşadıkça, aklım, fikrim şaşıyor
Her köşede, fitne, fesat coşuyor
Badem gözlü, yalın ayak koşuyor
Yalan yanlış, bir ummana konmuşum.

Yetimiyim, erdi aklım sonunda
Her pişmanlık bir yalanın koynunda
Bu vebalim, gitmez olsun boynunda
Şerbet deyip o zehire banmışım. 

Binali Yıldız
www.kafiye.net


Tarih 10 Nis 2014 Kategori: Ümran YILDIRIM

TAM O GÜN


TAM O GÜN

Tam o gün,o yerde kaldı…
Bir fotoğrafın içinde.
Anıların sen kokan gecesinde.
Ne gündüzler halden anladı
Ne geceler yıldızlarına tutundu.
Kalbim yokluğuna asılı kaldı.

Karanlık çöktü kalbimin ”sen” yanına
Bir kadın ağladı fotoğrafın yalnızlığına.
Esti geçti hatıralar,
Yaprak döktü hüzün.
Tam bu gün, bu yerde
Yokluğun düştü,yokluğuna düştüm
Ve ben sana hep üşüdüm…

Ümran YILDIRIM
www.kafiye.net


Tarih 10 Nis 2014 Kategori: Onur BİLGE

TEKVİN

TEKVİN

 

Penceredeki çiçeklere de bahar gelmişti. Hızla uzamaya, yayılmaya başlamışlardı. Okuldan gelirken, yol kenarına bırakılan tomurcuklanmaya hazır şeftali dallarından işime yarayanları alıp eve getirmiştim. Uygun olanları, gerekli gördüğüm saksılara saplayarak çiçeklere dayanak yapmıştım. Yayılan dalları toparlayıp kurdelelerle onlara bağlamıştım. Bir süre sonra, çiçeklere dayanak olmaları amacıyla diktiğim dallardan hayat fışkırmaya başlamıştı. O, çiçeğe hazırlanan taptaze dallar, başlamış oldukları işi tamamlamış, pembe çiçeklerle donanmışlardı.

Olduğu yere yığılıp kalmış, saksısına yapışmış bakımsız mum çiçeğini yerinden kaldırabilmek için güçlü desteklere ihtiyaç vardı. Uzun, dolgun ve çatallı dalları toprağına saplamıştım. Kalınlarının bile çiçeklendiğini görünce, onların ince ve genç olanlarını kanırtarak alıp iki camgüzeli saksısına saplarken ağaç olabilmeleri umudu içinde dua etmiştim. Zayıf bir ihtimaldi ama olabilirdi. Gerekli şartlar sağlanmazsa olmayabilirdi de… Sadece taşıyıcı olarak kalabilirlerdi. O kırılgan dalları itinayla toparlayıp çok sıkmadan, iki tarafı da incitmemeye dikkat ederek onlara bağladım. Biliyordum, çiçeklenmeyeceklerdi. Çiçeklenme zamanları diğer saksıdayken geçmişti. Çiçeklenecek olsalardı, o zaman çiçeklenirlerdi. Üstelik ağaçtayken taşımakta oldukları o tomurcuklar olgunlaşmaya fırsat bulamamışlardı. Üzerlerinde, belli bir orana göre dizili başka kabarcıklar vardı. Yaprak veya filizler için olabilirlerdi.

Budama zamanı mıydı? Tam çiçeğe durmuşken… Yeşerecekken… Hangi acımasız el doğramıştı bunları? Kollarını, bacaklarını… Niçin?

Aradan bir süre daha geçti. Saksının dibindeki dalın ucunda tomurcuklar belirdi ve bir yeşillik göründü. Aşağısında da benzer kabarıklıklar vardı. Diğerine de baktım. O da yeşermeye hazırlanıyordu. Allah, yaratma sanatını sergiliyor, ölüye can veriyordu. Hayat, uçtan dibe doğru ilerliyordu. Yedi, beş ve üç yapraktan oluşan bir canlanma…

Diğer dalın ucu kırıktı. Onun için orada faaliyet yoktu. Çok aşağısından, topraktan bir karış kadar yukarıdan patladı. İlk tomurcuk, oradan beş yaprak verdi. Daha uzun, daha kart bir çubuktu.

Acaba toprakta nasıl bir faaliyet vardı? Kök salacak, ağaç olmaya gayret edecekler miydi? Yoksa hazırladıkları çiçekleri gösterdikten sonra döktükleri gibi yaprakları da taşıyamayacak, zayi mi edeceklerdi?

Bu ağaçların, güzelliklerini teşhire ne kadar da aceleleri vardı! Daha yapraklanmadan pembe beyaz gelinliklerini giyiyor, sonra da çıplak omuzlarına yeşil pelerinlerini alıyorlardı. Yeşeren yavrularını, yeşilliğin korumasında büyütüyor, gelişimleri tamamlanırken renklenen yanaklarını göstermeye başlıyorlardı. Biliyorlardı ki yavruları kendilerinden birer birer koparılıp alınacak, onlardan ebediyen mahrum kalacaklardı.

Hayat, var oluşla yok oluş arasında biteviye devam ediyor, biri birine ekleniyordu. Biri, diğeri için doğuyor, biri diğeriyle can buluyordu.

O ne güzel zamanlamaydı ki aynı bölgede aynı türden bitkiler hep birden kıpırdanmaya başlıyor, birlikte giyiniyor, birlikte soyunuyorlardı! Programlandıkları işleri hep beraber yaparken zamanı hiç aksatmıyorlardı. Ağaçlar birlikte çiçeklenip yapraklanıyorlar, birlikte meyveye duruyorlar; otlar birlikte boy atıp, birlikte kuruyorlardı. Vakti gelince tohumlar yarışırcasına çatlıyor, ekinler yarışırcasına uzuyorlardı. Sırt sırta başaklanıyor, yan yana sararıyorlardı. Üst üste yığılarak işlevlerini tamamlıyor, yokluğa yöneliyorlardı.

Topraktan toprağa kutsal bir yolculuk… Ne varsa topraktan, toprağa gidiyordu. Toprakta bir değişim, sessiz bir devinim… Kudret eliyle yoğruluyor, şekillendiriliyor, halden hale geçiriliyordu.

Yerçekimine bağlı her şeyin yerden yere seyahati… Yokluktan varlığa, varlıktan yokluğa dönüşüm… Birlikten çokluğa, çokluktan tekliğe…

İlk inen sure… Alak Suresi… İlk inen ayetler… Neyden ve nasıl yaratıldığımıza ait bilgilerle başlayan bilgilendirme… Bize bizi anlatan, önce kendimizi bilmemiz gerektiğini belirten… Bize bizi tanıtırken yaratılışı, türeyişi, yanı sıra Yaratan’ı anlatan…

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!”

Ne okuyacaktı Ümmi Kul? Kâğıt yoktu, kalem yoktu. Dağın doruğunda bir mağara, çevrede boylu boyunca kayalar… Kayalarda ne bir satır, ne bir harf… Karşı karşıya iki zat… Allah’ın ilk emri ve bir çaresizlik… Hüzünlü bir cevap ve boyun büküş:

“İKRA!”

“Lâ edri…”

Emir kesin! Emir demir! Okunacak yazı namına hiçbir şey yok!

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!”

Fakat bir Yaratan var. Bir Rubibiyet var. Rab, kelime anlamı itibarıyla yönetici… Reis… Aile reisleri için kullanılmakta olan bir sıfat… Burada evrensel bir anlam taşımakta… O’nun adıyla okunması istenmekte ama neyin? Kâğıt yok, kalem yok! Tavan, taban, duvarlar bomboş…

Bir melek, bir insan… Bir de Rab!.. Yaratan bir Rab ve Rabb’in adıyla okumak… Okunacak iki varlık var, kayalardan ve topraktan başka… Biri insan biri melek… Yazı yok, yazan yok. Biri ümmi, biri görevli… Okuyacak olan görevli değil. Olsaydı, emri iletmezdi. Bir emreden var, bir emir alan… Emir, en büyük yerden… Yücelerden… Yüceler Yücesi’nden…

Bir yazan var ki okuyan gerekmekte… Gerekmekte ki melek emretmekte… Kendi namına değil… O’nun namına… O, Rab!.. O, kalemi tutan… Yazıyı yazan… Yazılan kim? İnsan!

Melek sorumlu değil… Emir kulu… Orada tek sorumlu, insan! İnsan, kudret eliyle yazılan yazı… Yok sayılacak kadar görünmez haldeyken, okuya okuya bitirilemeyecek bir yazılımla donatılan… Emir, insana… Âlemlerin Rabb’inden insana…

“İKRA!”

İnsan okuyacak. Neyi? Yaratılışını… Nasıl yaratıldığını… Nerden okuyacak? Rabbin kaleminden…

İnsan, koparılan bir dal, mağaraya dikilen… Tomur tomur taptaze bir dal, yazılımla dopdolu… Patlamaya hazır çiçekler, yeşermeye hazır… Köklenmeye, olgun meyveler sunmaya insanlığa… Satır satır yazılan, yaprak yaprak okunacak olan… İnsan, baştan başa Kur’an…

İnsan… Mağarada ayakta duran… Ayakları toprakta, sayfa sayfa açılıma hazır… İlk emrin muhatabı… Kendisini okuma emriyle karşı karşıya… Mağara, dağın rahmi… Üç karanlık içinde var edilen, nasıl var edildiğini, Var Eden’in adıyla, yine Var Eden’den öğrenmeye hazır…

Mağara ana karnı… Bir Peygambere gebe… O ki mağaranın duvarına asılı bir varlık… Parçalanan kayalardan, ufalanan taşlardan oluşan topraktan yaratılan, kudret eliyle sulanan, boy atan, olgunlaşan ve doğan… Doğan ve aydınlatan evreni… Sevginin meyvesi, aşkın eseri…

Rab… Terbiye eden, eğiten, öğreten… Mürebbi… Öyle bir mürebbi ki istediğini, dilediği şekilde yaratan… Yaptıklarını fiil sıfatıyla yapan… Bütün sıfatları tekvin sıfatının anlamı içine giren…

Tekvin, icat ve yaratma… Mâdum olan bir şeyi vücuda getirme… Tekvin… İlim, irade ve kudret sıfatından ayrı bir sıfat… Yaratmak, rızık ve nimet vermek, azap etmek, diriltmek, öldürmek gibi bütün fiillerin rücu ettiği sıfat… Eser ve tecellisi…

Kudret ve tekvin… Birer kemal sıfatı… Zıtları olan acz, Allah için muhal… Tekvin de Kudret’e dahil… Yaratılması takdir edilenlerle ilgili…

Allah Teâlâ, Mükevvin… Yaratan, Tekvin eden… Yaratmak, icat etmek, vücuda getirmek, Kudret sıfatıyla olmakta… O nedenle Eş’arîler için yedi sıfat var. Sıfât-ı Seb’a… Mâtüridîlerde Tekvin ayrı bir sıfat olarak kabul edilmekte…

Yaratılış ve Altın Oran… Bir fibonnacci serisinde yer alanardışık iki fibonnacci sayısı arasındaki sabit oran… Yaklaşık 1.618… Fibonnacci, o sayı dizisini doğadaki oluşumları açıklamak amacıyla bulmuş.

Bilip öğrenmenin anlamı, Yaratıcı’yı merak, sanatı seyretme, altın oranları görme, bu muhteşem yaratılışın ve Yaratan’ın sırrını çözmeye çalışma ve zannetme… Allah, kulunun zannı üzre…

Altın oran, evrensel güzellikte… Ayçiçeğinde, kozalakta, salyangoz kabuğunda, piramitlerde, Mimar Sinan’ın bütün cami kubbelerinde, Leonardo da Vinci’nin Mona Lisa’sında, Stanley Kubrick filmlerinin yaklaşık tüm karelerinde, kar kristallerinin budaklanma noktaları arasında, kulakta, insan yaratılışında, Kâbe’nin yerinin tespitinde… Hemen hemen her yerde… Her güzellikte gerçekleşen mucize… Güzelliğin, matematiksel anlatımı…

Beyin, insan dağının mağaralarından biri… Kalp de öyle… Gönül de… En şerefli yaratık, insan… En muhteşem varlık, akıl… En güzel yer, gönül… İnsanın mucizevî görevi, düşünmek…

“Dilini depreştirme! Biz onu senin kalbine indireceğiz.”

Kur’an… Ümmi Kul’un kalbine nakşolan! Hafızasına kaydedilen… Aramızdan seçilmiş olan insanı çiçeklendiren… Bir süre yeşil pelerin altında gizlenen, sunuma hazır hale geldiğinde insanlığın yararına sunulan…

Bir dal çiçeklendi Hıra’da. Mağarada bir dal yeşerdi. Mekke’de bir ağaç köklendi, filizlendi. Bir süre kem gözlerden gizlendi. O gözler ki bakışlarıyla az daha bir fidanı yerinden sökecekler, yere devireceklerdi! Kökleri Mekke’de, gövdesi Medine’deydi. Dünyanın dört bir yerine dal budak salmış, tüm insanlığa olgun ve dolgun meyveler sunmaya hazırlanmıştı.

O Seçkin İnsan, okumakla emrolunmuştu. Okumakla ve okutmakla… İnsan yaratılışından başlanarak tüm evren kitabı okunmalıydı. Hitap insanaydı. O sorumlu yaratılan gafile… Önce kendisini bilmeliydi. Neyden yaratıldığını, nerde yaratıldığını, neden yaratıldığını… Yaratan:

“İnsanları ve cinleri yalnız Bana kulluk etsinler diye yarattım!” diyordu.

Kulluk neydi? Nasıldı? Nerde başlar, nerde biterdi? Neler içerirdi? Kul, nerden başlayacaktı öğrenmeye? İlk neyi bilecekti? Mağara, Kur’an doğuracaktı. Hıra, bir Peygamber…

Bir kul… Okuma yazma bilmeyen bir kul, okumaya başlayacaktı. Okumaya, kendinden başlayacaktı. O yoktu. Var edildi. Ana rahminin duvarına asılan bir parçacıktı. Kökü, o saksının toprağında… Oracıkta yeşerdi. Sonsuz Kerem Sahibi, onu bir alekadan, yani embriyodan yarattı. Kalemle yazmayı ve bilinmeyen şeyleri öğretti.

Sırlar, yaratılıştan başlanarak birer birer açıklanmaya başlıyordu. Rab, insanı insandan başlayarak öğretiyor, eğitiyordu. Kişi kendisini bilmeliydi. Kendisini bilmeyen neyi ne kadar bilebilirdi?

Nefsini bilen, Rabbini bilirdi.

***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 385
www.kafiye.net


Tarih 10 Nis 2014 Kategori: Gürhan OLCAYTÜRKAN

SEVDİM


SEVDİM

 

Senin en çok gözlerini sevdim
Baharda uzandığım çimler gibi
Hırçın dalgalara göğüs geren deniz gibi
Gece gibi sahiplenen bakışlarını sevdim
Senin en çok gülüşünü sevdim
Yanağındaki gamzede gördüğüm aşkı
Yanaklarında ki bizden izi sevdim
Senin en çok utangaç yanını sevdim
Elin ellerimde olduğu zamanki

 

Yanağında beliren al’ı
Gözlerinde ki kaçamak sevişmeleri sevdim
Senin en çok sahiplenmeni sevdim
Yar gibi baba gibi ana gibi
Omzunda ki başımı sarışını sevdim
Senin en çok kekelemelerini sevdim
Göz gözeyken kelimeleri bir araya getiremeyişini
Gözlerinden aşk akarken
Anlatamamanı yutkunmalarını sevdim
Senin en çok masumiyetini sevdim
Bir çocuk gibi saf sevgini,
Yanarken sevdaya ateşini saklamanı sevdim
Senin en çok hastayken bir bardak su vermeni sevdim
Elini yakarak çorba yapışını
Tuz olarak kendini katışını sevdim
Seni en çok yıldızlara içimi dökerken sevdim
Saatin bir vaktinde
Bilinmez bir yerden gönderdiğin
Yanağımda beliren buseni sevdim
Seni en çok ihanetlerimde sevdim
Yüzüne bakamadığım zamanlarda
Sevgini her şeye rağmen
Acılarına rağmen sunmanı sevdim
Senin en çok benim için gözyaşı dökmeni sevdim
Gizli kuytularda içine attığın hıçkırıklarını
Kızgınlığında ki başını öne eğmeni
Her şeye rağmen beni sevmeni sevdim
Aşk bazen yaşarken ölmektir
İçte ki sızı ömrü tüketmeye bedeldir
İçten kemirmelere sevda gebedir
Sevda her şeye rağmen sevebilmektir

 

Gürhan Olcaytürkan
www.kafiye.net


Tarih 10 Nis 2014 Kategori: Elvan USUL

TAŞ KOLYE


TAŞ KOLYE

 

Şu boynumdaki taş, kara bir kolye,
Durdukça sineme, seni kazarım.
Şu koynumdaki aşk kara bir name,
Andıkça adını şiir yazarım.

Uzaktayım ey yãr, garip bir kuşum, 
Kanadım olsa da sana uçamam.
Tuzaktayım ey yãr, masum oluşum, 
Düşürdü kafese, kapı açamam.

Şad olsun yüreğin, sana yasağım,
Çürüsün bedenim, teni neyleyim.
Bad olsun sözlerin, düşsün yaprağım,
Sen yoksan dalımda, beni neyleyim?

Düşünce bu aşka, narsız gönlümün,
Tutuştu ocağı, sal’aya döndüm. 
Düşünce peşine arsız gönlümün,
Elvan’ı kurutup karaya döndüm.

Elvan USUL
www.kafiye.net


Tarih 10 Nis 2014 Kategori: Şevki KAYATURAN

NELER GÖTÜRMÜŞ


NELER GÖTÜRMÜŞ

 

İki fotoğrafı koydum yan yana
Yıllar benden neler neler götürmüş
Yaş on sekiz iken sor tanıyana
Yıllar benden neler neler götürmüş.

Boy pos dersen dalyan gibi biriydim
Çakı gibi sivri gayet seriydim
Yorgunluğu bilmez dinçtim diriydim
Yıllar benden neler neler götürmüş.

Tarak geçmez idi bu kel başıma
Yıllar geçti girdim elli yaşıma
Bırak saçı aklar düştü kaşıma
Yıllar benden neler neler götürmüş.

Ne belim ağrırdı ne gözlük vardı
Koca dünya bana bir zaman dardı 
Romatizma şimdi vücudu sardı 
Yıllar benden neler neler götürmüş.

Ne takatim kaldı ne gözde ferim
Dişin çoğu takma yumuşak yerim
Otuzumda farklı oluyor verim
Yıllar benden neler neler götürmüş.

Kayaturan ömür emanet bize
Bak her şey ortada ne gerek söze
Anlımdan kırışık yayılmış yüze
Yıllar benden neler neler götürmüş.

08.04.2014 Saat : 21.58
Şevki KAYATURAN
www.kafiye.net


Tarih 10 Nis 2014 Kategori: Öyküler

Karadeniz’in Kızı


Karadeniz’in Kızı

Deme ki şimdi bana bu ağrı senden kalan
Derde derman olmadın Karadenizin kızı
Dillerinden dökülen bil ki külliyen yalan
Yalancı sevdalarda peydah olmaz bu sızı

Karabasanlar görmüş ter içinde kalmışsın
Olmayan düşlerin hiç sonu ucu gelir mi ?
Canım yanıyor diye şikayetçi olmuşsun
Yüreği olmayanlar acı nedir bilir mi ?

Serdeki erkekliğin sevdaya faydası yok
Unut artık geçmişi, üstüne bir çizik çiz
Çok duydum bu sözleri hepsine de karnım tok
Gayem sen ben değildi arzum biz olmaktı biz

Yırtıldı yürek zarım, sayende dikiş tutmaz
Acı ise acının hasını ben yaşadım
Düşse bile cemreler gönlüme fayda etmez
Eller bahara erdi hazanı ben yaşadım

Üzerimde mavi gök yerdeki kara toprak
Şahidimdir nizamda yol olmadın çareye
Kuruyan dallarda hiç yeşerir mi ki yaprak
Öleceğimi bilsem dönmem artık geriye

//Ben Karadeniz’in Kızıyım dönmem geriye//

Emine Öztürk/Balım Sultan/
www.kafiye.net


Tarih 10 Nis 2014 Kategori: Rabia Saylam TAŞDEMİR

KOVMA KAPINDAN ALLAHIM

KOVMA KAPINDAN ALLAHIM

Yüzüm kara ellerim boş
Kovma kapından ALLAHIM
Dışım başka içim bir hoş
Kovma kapından ALLAHIM

Yükseklerden uçar oldum
Benliğimden geçer oldum
Aciz gönlüm naçar oldum
Kovma kapından ALLAHIM

Yarab ayırma izinden
Nolur çıkarma sözünden
Düşürme beni gözünden
Kovma kapından ALLAHIM

Yolumu yolundan eyle
İmanlı kulundan eyle
Yak beni küülünden eyle
Kovma kapından ALLAHIM

Dilim seni tesbih etsin
Dökülsün günahlar gitsin
Çektiğim acılar bitsin
Kovma kapından ALLAHIM

Sana doğru yürüyeyim
Güller gibi kuruyayım
Aşkın ile eriyeyim
Kovma kapından ALLAHIM

Rabia Taşdemir 14/04/2012
www.kafiye.net


Tarih 10 Nis 2014 Kategori: Zülfiye DÖNMEZ

Allah’ıma Teşekkür


Allah’ıma Teşekkür

Bugün çok içten rica ederek, yalnız kaldığım hastane odamdan yatağımı pencerenin önüne çekmeleri için teklifte bulundum.

Dışarısını birebir yaşamak istiyorum. Hiç bir güzelliği kaçırmak istemiyorum. Birde ne göreyim sıra sıra kıp kırmızı. Binaların üstünde o kadar özenle. Dizilmiş kor kırmızı kiremitler. Bir köşesin dede kuşlar için. Yapılmış küçük yuva cıklar. Kuşlar öyle mutlular ki bakmaya doyamadım.
Gidip gidip geliyorlar. Birbirleri ile öpüşüp şakalaşıyorlar. Bir an tüm acılarımı unutup onların tatlı telaşına dalıverdim. Birde gözümü yana kaydırınca upuzun belki kim bilir kaç senelik çam ağaçlarını görüyorum.
Hava sıcak ve güneşli olmasına rağmen, Hafiften en uçlarda dalları bir ileri bir geri dans edercesine sallanıyorlar. Belkide bilemeyiz onlarda da yılların yorgunluğu vardır üstünde.
Söyleyip dertlerini anlatamazlar işte. Onlarında kendine göre sevinçleri, acıları var bence. Gözümü bir gök yüzüne dikeyim dedim birde ne göreyim; masmavi gökyüzü, en mutlu, en şen görünüyor.
O kadar maviliklerin arasında çeşit çeşit figürlü bulutlar. Kimisi yan yana gelmiş sohbet ediyorlar.
Belkide çok şanslıyız. En yüksekteyiz, her şeyi görüyoruz diyorlar.
Bazıları da benim bakmama hiç aldırmadan uzayıp gidiyorlar ucu bucağı olmayan diyarlara.
Anlayacağımız herkesin acı veya tatlı bir telaşı var. Herkes kendince bir yerlere gelip gidiyor.
Ne mutlu bana ki bunları seyredebiliyorum. Gözümün görmesine, nefes alışıma, Allah’ıma Teşekkür ediyorum.

Zülfiye Dönmez
www.kafiye.net


Tarih 10 Nis 2014 Kategori: Nilüfer SARP

HAYDİ BİR ŞARKI SÖYLE

HAYDİ BİR ŞARKI SÖYLE

Haydi, bir şarkı söyle güftesi aşktan olsun
Seni bana anlatsın, bir ses olsun sazıma
Âşıklar dergâhında sevdam yerini bulsun
İsyan edemem asla alnımdaki yazıma

 

Papatyadan fal tutmam fincanlara inanmam
Yalan söyler aynalar son sözü kaderim der
Yanlışını görürsem adını vallah anmam
Hayalinde düşünde bana asla verme yer

 

Okudukça kıskandım Leyla ile Mecnun’u
Dillerden hiç düşmedi öyküsü asırlardır
Aşkın kuralı yok ki kullar yazar kanunu
Ve çalınıp söylenir türküsü asırlardır

 

Yanınca sütten ağzım üfler yerim yoğurdu
Hayatım zindan oldu bir vefasız yüzünden
Ne oldu anlamadım dağ tavşan mı doğurdu
Taviz vermem biline sözümden ve özümden

 

Yârinden ayrılana Mevla’m sabırlar versin
Dışı ebemkuşağı içi som baharlarda
Zakkumdan mey içenler artık huzura ersin
Yanmasın için için cehennemi korlarda

 

NİLÜFER SARP
19.MART.2014
www.kafiye.net