Kategoriler

Arşivler


Tarih 12 Haz 2014 Kategori: Sema SEZER

HÜZÜN YAĞMURU


HÜZÜN YAĞMURU

Sensizlik yağıyor bu gece şehre
Artık hakim olamam seven gözlerime
Karanlıklar çöküyor ayaz bedenime
Aşkı kavuruyor hüzün yağmurları

Şimdi hazan bütün düşlerim benim
Yıllanmış şaraba benzer kederlerim
Sarhoştum yıldız gözlerinden hederim
Mahsenime yağar hüzün yağmurları

Gelme artık istemem beklemem
O beklenen aşkı öldürdün vefasızca
Ömrün tükensede vefasız kullarda
Gözlerime ektin hüzün yağmurları

SEMA SEZER
www.kafiye.net


Tarih 12 Haz 2014 Kategori: Hatice Eğilmez KAYA

Ben Yürürüm Yana Yana


Ben Yürürüm Yana Yana
İnsan neslinin dünya üzerinde gerçekleştirdiği en asil fakat aynı zamanda en mütevazı eylemlerden birisidir yürümek. Her yönüyle yazılmaya layık bir konu bu yüzden… Uzun zamandır yürümeye dair bir yazı kaleme almam gerek, diye düşünüyordum. İşte şimdi yazmaya durdum.

Altı yaşımdan beri okula gelir giderim. Okul yolu düz gider, nakaratını söyleye söyleye eylül ayında düşerim yollara… Haziran ayına dek yağmur demem, çamur demem, soğuk demem, sıcak demem; yürürüm ha yürürüm. Bu yürüyüşlerimde duygulandığım da çok olur. “Ne mutlu bana!” derim. “Önce öğrenmek, sonra da öğretmek için ne kadar yol aştım.”

İlkokuldayken ve lisedeyken evim okuluma yakındı. İki üç kişilik gruplar halinde güle söyleye gider gelirdik okula. O zamanlar yolumun üzerindeki bir caddede, otobüsle yanımdan geçenleri gördüğümde onlara acırdım. Böylesi bir eziyete mecbur olmadığım için binlerce kez şükrederdim. Çünkü beni hareket eden her nesne gibi otobüs de tutardı. Yürümeyi bu kadar şiddetle sevmemin asıl nedeni bu arazım olsa gerek.

Lise yıllarımda sınıf arkadaşlarımla araştırma yapmak maksadıyla arada bir şehir kütüphanemize giderdik. Benimle yola çıkanlar kendilerini hem şanslı hissederlerdi hem de şanssız… Kütüphane çalışmasında üstüme kimse bulunmazdı. Dedektif gibi çalışır ne kendi ellerimi ne de arkadaşlarımın ellerini boş bırakırdım. Fakat gülü seven dikenine katlanır, misali dönüşte o kadar uzun mesafeyi yürüyerek kat etmeyi göze almaları gerekirdi arkadaşlarımın. Eğlenceli ve maceralı yolculuklardı bunların her biri bizler için. Bolca güler, mutlaka sıra dışı bir şeyler yaşardık. Üstelik aradığımızı bulup dönerdik evlerimize.

Üniversitede öğrenciyken hallerine acıdığım insanlardan biri olarak yaşadım dört yıl boyunca. Liseyi bitirdiğimde hafif tombulca bir kızken birkaç ay içinde kırk küsur kiloya düşme nedenim bana işkence gibi gelen otobüs yolculuklarımdı. Bu yolculuklara sabrettim sabretmesine ya neler çektiğimi bir ben bilirim bir de sevgili yol arkadaşım. Nasıl sevmeyeyim yürüyerek ve başım dönmeden bir yerlere ulaşabilme lüksümü o yıllarımı hatırladıkça?

Kimileri hızlı yürürler, kimileri yavaş… Kimilerinde hep bir yerlere yetişememek telaşı vardır. Kimileri salına salına teslim ederler adımlarını toprağa. Âşıklar sevgililerinin endamlarına ne zaman meftun olurlar? Elbette ki onları yürürken gördüklerinde… Ben yavaş ve düşüne düşüne yürümeyi severim. Eğer erkek olsaydım şüphesiz Orhan Veli gibi ıslık da çalardım yürürken. Biz bayanlar erkekler kadar hür değiliz bu konuda, her zaman olduğu gibi.

Kendi kendine konuşarak yürüyenleri de görmedim değil. Düşünerek yürümek ne kadar suya sabuna dokunmayan bir alışkanlıksa kendi iç sesinle konuşarak yürümek, o kadar radikal ve bütün dikkatleri üzerine çeken bir gariplik. Gariplik diyorum çünkü sık rastlanan bir davranış değil bu. Eğer birçok kişi ya da en azından bir kısım şahıs, yollarda tek başlarına konuşa konuşa yürüselerdi başkaları tarafından o kadar tuhaf bulunmazlardı. Birbirini hiç dinlemeyen insan neslinin kendi iç sesiyle konuşanları sıra dışılıkla itham etmeleri gerçekte onların hallerinden daha da tuhaf olmalı.

Yalnız yürümek mi güzel? Yoksa yanımızda bir yol arkadaşı mutlaka olmalı mı? Bu sorunun cevabı kişiye göre değişir. Ben genellikle yalnız yürümeyi tercih edenlerdenim. Yine de tatlı tatlı sohbet edebileceğim bir kişi bulursam yanıma, hele hele yoldaşıma ayak da uydurabilirsem keyfime diyecek olmaz. Tabii ki eski mesellerde olduğu gibi “Yol arkadaşına dikkat!” demeden de geçemem. Yolu ve menzili bir olmayan, kalbi kalbimize uymayan arkadaştan sakınmak lazım…

Hareket kabiliyetimizin, seyahat özgürlüğümüzün, sağlığın ve kendine yeter olabilmenin yalın hâlidir yürümek. Dervişsi bir çehreye sahiptir mütevazı tarzıyla… Önceleri ata, günümüzde modern arabalara kurulanlara bakınız onlarda bazen gizli bazen aşikâr bir nefis kabarıklığı riski daima vardır. Tahtıveranlara, süslü saltanat faytonlarına değinmeye hiç gerek yok bu hususta…

Yürümeye olan düşkünlüğümden ne zaman dem vursam aklıma Recaizade Mahmud Ekrem’in “Araba Sevdası” adlı romanı ve günümüz dünyasında yaşayan her fani gibi benim de bir ara rüzgârına kapıldığım “araba sevdam” geliyor. Uğruna bir hayli –ancak bana yaraşır- macera yaşadıktan sonra galiba vazgeçtim bu sevdadan. Ne kadar gereksiz bir vesveseydi benimki… Şimdi düşününce daha iyi anlıyorum… Başkaları için bir ihtiyaç araba sahibi olmak benim için ise gereksiz bir sevda! Fakat işte insan nedense gerekli ya da gereksiz hiçbir sevdadan kolayca vazgeçemiyor. Sahi Recaizade’nin meşhur romanındaki genç de aslında arabaya değil arabanın içindekine sevdalanmıştı elbette. Mecazı mürsel dedikleri bu olsa gerek…

“Baş açık ayak yalın yürümek” deyimi çok sık kullanılırdı derviş şairlerce. Horasan velilerinden Anadolu dervişlerine miras kalan bir âdetti diyar diyar dolaşıp Hakk’ı terennüm etmek. Mala mülke tenezzül etmeden, gönül kuşlarını yükseklere uçurmadan dolaşırlardı halk içinde. Yürürler, yürürlerdi onlar. Toza toprağa bulanarak, toprakla yoğrulup toprağa döneceğimiz hakikatini her dem içlerinde hissederek…

“Ben yürürüm yana yana” demişti Yunus Emre. “Ben yürürüm yana yana” Nereye varmak için, hangi menzile ulaşmak gayretiyle yürüyordu bu, kalbini dünya tasasıyla kirletmeyen âşık? Bizim gibi günlük işleri, anlık telaşları düşürmemişti her halde onu yollara. Yürürken bizler gibi sıradan şeyleri düşünmüyordu, küçük endişeleri ağırlamıyordu kocaman yüreğinde. “Geçti dost kervanı eyleme beni” diyen Pir Sultan gibi mübarek bir yolun yürüyeniydi o çünkü…

Yol fikri düşer benim gönlüme de, düşlerimin içinde yürüdükçe. Ve bir gölge olduğumu anımsarım gölgemi ardım sıra sürüdükçe.“Binek aramam sonsuzluk yolculuğumda Kul, Sultan’a benlik iddiasıyla değil birlik kabulüyle varmalı. O’nun divanına olanca safiyetiyle, teslimiyetiyle durmalı. Varlık Sultan’a, mahviyet kula yaraşır.” derim.


Hatice Eğilmez Kaya
www.kafiye.net

 


Tarih 11 Haz 2014 Kategori: Sevim Çiçek KARADENİZ

KIRGIN SARI HÜZÜNLERİM


Makyaj kapatamıyor artık içimdeki yara izlerini.
Tıka basa dolup taştı anı dolu sandığım.
İçinde çocukluğum bas bas bağırıyor. 
Susturmaya çalışıyorum ağzını tutup ellerilmle, 
Susturamıyorum…


KIRGIN SARI HÜZÜNLERİM

 

Mayalar çalıyorum inatla mutluluk denizine.
Tutturamıyorum.

Tam vuslat öptü derken alnımdan,
Hasret, bûseler konduruyor yanağıma . 
İçimi ürperten ellerine 
Dokunamıyorum. 

Dönüp duruyorum dolap beygiri misaâli
Kısır döngü çemberimde 
Yolum varmıyor yollarına 
Ulaşamıyorum

Bir sensiz, sessiz, sedâsız .
İçimde tavan yapıyor çığlıklarım.
Duymuyor kimsecikler. 
Yokluğun çomak sokuyor arı kovanı yüreğime.
Sayfalara darmadağın saçılıyor mısralar.
Geceler acıyor halime .
Ve ben 
Yalnızca ağlıyorum

Alnımın perçemini çekip durma be kader.
Zaten İsmâîlî bir teslimiyetle,
Uzattım boynumu ellerine.
Sitemim sana deği,l
Seni yazana arz u hâlim…
Ne olur!
Ulutma kurtlarını kekik kokan dağlarımda .
Bir bahar poleniyle dölle umutlarımı.

Sana değil!
En yüksek makamadır yakarışlarım.
Duyar sesimi dilerim kalbimin en k/öz yerinden.
Bilirim bir tek O anlar halimden .

“Kelebekler kadar bir mutlu olabilsem” derim.
Serzenişlerim neşeli çığlığımla son bulsa.
Kırgın sarı hüzünlerim inşirâhı koklasa artık.
Dolsa içimin eksik olan Sen yanı.

Ah bir sen derim bir sen.
Bir sen koklasan kalbimin ah kokan yerinden.
Baharı muştulayan gözlerinle, 
Kurşûni duvarlarım bahar yeşiline dönse.
Ebem kuşağım rengarenk ışıklar saçsa yüzüme 
Kesilse ah bir, sesi soluğu tiranların”
Der, ağlarım Arş-ı A’lâ’ya

Ah travmatik sancılarım; 
Darbe vurmayın kalbimin en k/öz yerine.
Sen de durma. 
Nazlı nazlı yelken aç metaforik beyaz gemim 
Yüz git umarsız, salına salına .
Demir at şiirlerimin düş evrenine…
Sevim Çiçek Karadeniz 
29.5.2014
16:43
www.kafiye.net


Tarih 11 Haz 2014 Kategori: Bilgin ERDOĞAN

NASIHAT


NASIHAT

O’na kul ol ki, O da olsun sana kefil
Pusulan olsun şu kutlu söz: Hasbunallâhu ve ni’mel vekîl

İkame et salâtı ve etme sakın kulluğundan şek
Bil ki efdaldir, seksen beynamazdan, bir tane uyuz eşek

Kendini vakfet Hakka , zira o ayda indi kelâm
Ve hatırla o emri “kutibe aleykumus sıyâm”

Yetim hakkı yer isen namazdan da gafilsin
Zira öyle diyor Rabbin “Fe veylun lil musallîn”

İnfak et ki kalmasın içinde nifak ve cürum
Rabbimin emrini dinle “ve mimma rezaknahum yünfikun

Vahyin dilinde sensin halife-i rui zemin
İman ve takvadır zira sermayen ancak senin

Öyleyse şiarın olsun emri bil maruf nehyi anil münker
Öyle bir hayat yaşa ki sonunda ne elem olsun ne de keder

Elif gibi kıyâm et ve ruku et ve dahi secde
Ve Adem ol, nura er, bitsin bu uğursuz gece
Bilgin Erdoğan 10 Haziran 2014
www.kafiye.net


Tarih 11 Haz 2014 Kategori: Sevim YAKICI

GÜL KOKULUM


GÜL KOKULUM

Bilsen nasıl mahzundur seni yazmayan kalem 
Hasrettir nur deryana kelamlar gül kokulum 
Hem yetim hem öksüzdür seni anmayan alem 
Boynu bükük dökülür selamlar gül kokulum

Kevser ırmaklarında toprağın arınmıştı 
Peygamber olacaklar nurunla sarınmıştı 
Ezel ve ahir alem mührünle korunmuştu 
Biliminle donandı alimler gül kokulum

Öz nurundan yaratmış, karanlığa çağ etmiş 
Ezeli iradeyle hakikate bağ etmiş 
Sana inananlara kıbleyi otağ etmiş 
Sırrınla yaratıldı alemler gül kokulum

Cahiliyet kirinin zerresi bulaşmadı 
Seçilenden seçildin, nesebin dolaşmadı 
Varlığın tacı oldun, şirk sana ilişmedi 
Mevcudunla son buldu elemler gül kokulum

Sabah yıldızlarıyla müjdelendin cihana 
Ak kanatlı bulutla tanıtıldın her cana 
Şehitler yarış etti kavuşmak için sana 
Vuslat diye içildi ölümler gül kokulum

Mutlak mana içinde ezel sen ahir sende 
Can buldu nur deryası ipek dokulu tende 
Goncalar güle döndü senin sırlı busende 
Gelişinle mahv oldu zalimler gül kokulum

SUNU: 
Özledim, özledim, çok özledim seni YAR! 
Sevdana talip olmuşum, Kevser havuzunun yanında buluşmaya kaç var…

SEVİM YAKICI
www.kafiye.net


Tarih 11 Haz 2014 Kategori: Gürhan OLCAYTÜRKAN

Cumhuriyet Demek!


Cumhuriyet Demek!

Cumhuriyet demek
Zor şartlar altında ki bir milletin
Kadın, erkek, çocuk demeden
Birlik ve beraberliğiyle
Kazanılan bir yaşam demek

Cumhuriyet demek
Aydın’da Yörük Ali Efe’nin
Ulusu için
Malgaç Baskını’nda düşmanı durdurması demek

Cumhuriyet demek
İzmir’de akın akın gelen düşmana
Kalemini bırakıp
İlk kurşunu sıkan 
Hasan Tahsin demek

Cumhuriyet demek
Milis kuvvetlerinde ki Hatice Hatun’un
Tekir Yaylası’ndan Mersin’e kısa yolu soran
Düşmanı Karboğazı’na sokup yok etmesi demek

Cumhuriyet demek
Nazife Kadının 
Köyünden bilgi alınmaması için direnmesi
Kavakönü Köyü’nde işkence görüp
Fırında yakılarak toprak uğruna can vermesi demek

Cumhuriyet demek
Kayseri Taş Mektep’in
Altmış üç gencinin Sakarya’da son dersini yapması
Erciyes’in buzuluna son hasretlerini sarması demek

Cumhuriyet demek
Bir avuç kadının başında
Tarsus’u vatan toprağından kopartmayan 
Afyon’da savaşan Tarsuslu Kara Fatma demek

Cumhuriyet demek
Vatan sevdası, milletinin yarını için
Trablusgarp ve Balkan Savaşlarında ki
Hamidiye Kaplanı Çerkez Rauf Orbay demek

Cumhuriyet demek
Maraş’ta Sütçü İmam’ın
Toprak, kadın namusumuzdur demesi
Kelimeyi Şahadet getirip tetiğe basması
Ağabeyli Köyü’nde hakka yürümesi demek

 
Cumhuriyet demek
Polatlı’dan Afyona Mustafa Kemal’in 
Dua Tepe’den yanındakilerle 
Vatanın her karışından askeriyle 
Sakarya Zaferi demek

Cumhuriyet demek
Edirne’den, Van’a, Maraş’tan Erzincan’a
Diyarbakır’dan, Trabzon’a 
Ekmeğini paylaşması
Kağnısına kendisini katması demek

Cumhuriyet demek
Satı Kadının sırtında mermi taşıması
Nene Hatun, Nezehat Hanım, Onbaşı Halide
Ve binlerce adız analarımızın alın terini kanına katması demek

Cumhuriyet demek
Doğu Cephesi’nde
Gümrü, Kars, Oltu, Sarıkamış destanları demek

Cumhuriyet demek
Güney Cephesi’nde
Antep, Karabucak, Kovanbaşı, Malgaç, Urfa destanları demek

Cumhuriyet demek
Batı Cephesi’nde
Aydın, Bergama, Erbeyli, Erikli, Gediz
Kütahya, Eskişehir destanları demek

Cumhuriyet demek
İnönü, İzmir’in Kurtuluşu ve Büyük Tearuz’un
Tarih sayfalarına bir milletin varoluş destanını işlemesi demek

Cumhuriyet demek
29 Ekim 1923’de
Halkın yaşam biçimini seçmesi 
Bir ulusun dünyaya ders vermesi 
Millet olması demek

Gürhan Olcaytürkan
www.kafiye.net


Tarih 10 Haz 2014 Kategori: Yegane Sercuvarlı

YAŞIYALIM


YAŞIYALIM

GÜLÜM, ŞİMDİ BAHAR, YAZDI
TANRI SENİ BANA YAZDI,
ÖMÜR KISA ZAMAN AZDI.
DEME BANA DUR BAKALIM,
AŞKIMIZI YAŞIYALIM.

BEKLİYORUM NE ZAMANDI,
GEC KALMA ÖMRÜM AMANDI.
YENE GÖNLÜM ÇEN DUMANDI 
NERDE KALDIN GÜLÜM BALIM ?
AŞKIMIZI YAŞIYALIM.

YÜREGİMDE NELER YATIR,
DİKEN OLUB BANA BATIR.
ÇOXU YALAN MESAJ ATIR
EY DİL BİLMEZ GÜLÜM, BALIM
AŞKIMIZI YAŞIYALIM.


_M_YEGANE_SERCUVARLI…
www.kafiye.net


Tarih 10 Haz 2014 Kategori: Hatice Eğilmez KAYA

Şermin İplik’i Takdimimdir


Şermin İplik’i Takdimimdir


Şermin İplik’le tanışalı birkaç yıl oldu. Fakat sanki uzun yıllardır aşina gibiyiz onunla. Ben onu çok sevdim. O da beni sevmiş olmalı ki gece gündüz hep yanımda… İzin almadan, haber vermeden çat kapı gelir aklımın, kalbimin ve evimin en müstesna köşesine postu serer. Çekip giderken de öylesine habersizdir. Sessizce çekilir gider. Masallardaki aniden ortaya çıkan, bir sis gibi kayboluveren perilere eş bir hâli vardır.

 

Önemli oranda tuhaf bir kadın o… Dış görünüşünde ya da tavrında, tarzında değildir farklılığı. Sokakta karşılaşsanız onunla pek de sıra dışı bulmazsınız kendisini. Kıyafetleri oldukça sıradan, konuşmaları sakin ve dikkat çekicilikten uzak, asla yükselmeyen hatta monoton sayılabilecek bir ses tonu var, saç rengi tam da buğday rengi tenine uygun yani hep kahverenginin tonlarına boyalı…

 

Dostum olabilir mi acaba o benim? Bu soruya aslında hiç mi hiç gerek yok. Çoktan oldu bile. Zararsız hatta faydalı bir dost bulduğum görüşündeyim. Onunla ilk tanıştığımda sakin ve edalı bir hâl ile “Yine yaz geldi, yine yaz geldi.” tekerlemesini söylüyordu gece gündüz. Meğer bizimkinin gönül gemisi her yaz depresyona yakın bir limana demir atar, hemen hemen bütün günlerini orada geçirirmiş. Soğuk kış ayları boyunca özlemle beklediği bu alımlı mevsim gelince tarifi imkânsız ve nedeni belirsiz bir boşluk hissine kapılırmış. 

 

Bugünlerde de “Yine yaz bitiyor, yine yaz bitiyor.” demekle meşgul. Yaz geçiyor diye hüzne mi kaplıyor ne? Doğrusu anlayamadım. Sonbaharın gelişi İzmir’de ağustos ayının ortalarından itibaren esen bir rüzgârla kendini gösterir. Mevsimlerin resmigeçidine duyarlı ruhlar bu rüzgârla birlikte hazan hüznüne kapılır gider. İşte Şermin de meğer bu rüzgârdan nasibini alanlardanmış.

 

Pek alıngandır Şermin Hanım. Belli etmez ince bir hastalığı anımsatan alıngan yanını kimselere. Her söze gülüp geçtiğini, hiçbir ağır davranışa kalbinde fazlaca yer vermediğini zanneder çevresindekiler. “Ah sen ne ikiyüzlü şeysin.” derim bazen onun iki yüzüne karşı. Bana da güler geçer her ikisi de. Fakat gözleri ele verir bu sözden alındığını. Ne yapalım yani o da bu kadar gizlemeye çalışmasın aklına gelenleri, kalbine değenleri… Söyleyi söyleyiversin dilinin ucuna gelip de sadece kendisini yakan sözleri. Bak işte o zaman mevsimlerin gelip geçmesi de akşamların sessizce şehrin üstüne çökmesi de onu fazla alakadar etmez. Şen şakrak bir kadın olup çıkar, sıkıcı ve füme rengi elbiselerinden sıyrılarak.

 

Pek bakımlı bir kadın değildir çoğu zaman o. Onun için bakım, tırnaklarını düzenli olarak kısacık kesmek, saçlarını temiz tutmak gibi basit fakat elzem ayrıntılardan ibarettir. Ayda yılda bir kere kuaföre gider. Belli bir kuaförü de yoktur hem. Yolda yürürken gördüğü bir kuaföre dalıp ona emanet edebilir çok sevdiği kestane rengi uzun saçlarını. Sonra kötü bir kesime maruz kalınca da günlerce başımın etini yer. Kaç kere söyledim oysa ona “Tanımadığın, hünerinden emin olmadığın kuaförlerle işin olmasın.” diye. Dinleyen kim? Canı sıkkın olduğu bir gün yine dalmış önüne çıkan ilk kuaföre. Bu kuaför de güzelim saçları bir cellât acımasızlığıyla kesip biçmiş. Aynaya baktığında ağlayası gelmiş dünya inatçısı Şermin Hanım’ın. Fakat ne kavga etmiş, ne sitemde bulunmuş ne de içindekileri dökebilmiş ortalık yere biçare dil fukarası… Dolmuşa bindiğinde dolmuştakilerin saçlarına bir bakışı varmış. Ne zaman bana anlatsa gülmekten ölesim gelir. Sonra ne mi olmuş? Başka bir kuaförde subay tıraşı kadar kısa kestirip saçlarını öyle kurtulmuş görenlerin garipsediği görüntüden. 

 

İlk tanıştığımız zamanlarda yeni bir sevdaya tutulmuştu. Bu sevdanın içeriği kendisine yepyeni kıyafetler, yepyeni takılar almaktan oluşuyordu. Koskocaman sayılabilecek bir ömrü kendisi için fazlaca alış veriş yapmadan geçirdiği için; elle tutulur, iltifata layık bir takı ve kıyafet zevki de yoktu. Aldığı şeyleri bana gösterdiğinde bazen ağız ucuyla “Güzel, yakıştı bunlar sana arkadaşım” derdim. Bazen de dürüst davranıp “Allah aşkına çok aradın mı bunları?” diye sorardım. Neyse bugünlerde ne takı ne de kıyafet alıyor kendisine, durgun günlerini yaşıyor yine.

 

Fotoğraflarına baktım geçen gün. Yüzlerce fotoğraftan neredeyse hiçbirinde gülümsememiş. Sanki hiç keyifli gün yaşamamış. Zannedersiniz ki Karadeniz’de gemileri batmış. Bu durumun nedenini sordum. Gülümsedi. “Zaten fotoğraf çekilmekten hoşlanmam, hele hele boşluğa bakıp da gülmek hep anlamsız geldi bana.” dedi. Çok yakın birkaç dostuyla belli ki çok eğlendiği günlerde göstermiş dişlerini sadece. Galiba bunlar da refleks halindeki pozlardı.

 

Onu küstürmek çok zor, neredeyse imkânsız… İnsanları hayatından kolayca silemediğinden bahseder sık sık. En büyük problemleri çıkaran kişilerin bile haklı yönlerinin olması ihtimali onu bu tercihe itmiş, anladığım kadarıyla. “Kimi dinlesen” diyor “Davasında haklı. En iyisi davalık bir hâle düşmemek… Bu da olamayacağına göre bütün davaları burada görmeye, birilerini mahkûm edip birilerini aklamaya gerek yok.” Onu gördüğümde sırtı abalı, eli asalı eski dervişleri hatırlarım. Elsiz, dilsiz ve gönülsüz bir mahlûktur gibime gelir Şermin Hanım… Fakat aslında her fani gibi eli, dili ve gönlü var onun. Hem de her birinden çok korkar.

 

Kendisini özellikle son birkaç yıldır çok güzel bulur. Onu sık sık herhangi bir vitrinin önünde endamını seyrederken yakalarım. Onun kadar iddiasız görünümlü bir kadının kendisini böylesine güzel bulmasını anlamakta güçlük çekerim doğrusu. Keyfi yerinde olduğu günlerde aynanın karşısına geçip “Bugün ne kadar da güzelim” der. Sanki aynaya baktıkça hatırladığı biri var onun hatırlayışlarından habersiz, aslında kendisinin değil onun hayranı.

 

Ev işlerini hiç sevmez Şermin Hanım. Dünyanın bahanesini bulur evin içinde işe bir türlü başlamamak için. Çocukluk yıllarında annesi onu ev işlerine alıştırmak için az uğraşmamış. Bu uğraşılarla kuytu köşelere çekilerek, eğer sıkıya gelirse “Bana yazık değil mi? Baksana ne kadar da zayıfım.” diye gözyaşı dökerek başa çıkarmış hep. “Çocukken bir komşu kızı vardı. Benden yaşça küçük olduğu halde pek çalışkan, ev işlerinde maharetli bir kızdı. Annem onun marifetlerini gördükçe beni sıkıştırırdı. Benim de içimden o kızı bir yerlerde sıkıştırıp dövmek gelirdi. Şimdi o kız oldukça iyi bir ev hanımı. Bana gelince hâlim meydanda” der. Öğrenciyken dersim var, çocuklar küçükken bırakmıyorlar ki iş yapayım, yaz gelince hava çok sıcak, kış gelince üşüyorum, ilk baharda bir kırıklık var üzerimde, sonbaharda canım çok sıkılıyor… Eşinin yerinde olsam ben de şikâyet ederdim büyük bir ihtimal ondan. Başka o kadar çok problemi ve kaprisi var ki sayılamaz…

 

Bazen de kendisiyle dalga geçer. Herkesten önce, herkesten fazla bulur kendi açığını. Bunu dile getirip güler kendi hâli pür melaline… Fakat başka birisi aynı işi yapsa izin vermez ona. Nefsi müdafaada bulunur hemen. Sosyal bir karakter edası vardır. Oysa içekapanık her zaman. Herkesle anlaşıyora benzer oysa herkesi başı götürmez. Gerçekten anlaştığı insan sayısı oldukça azdır. Hatır gönül bilir bilmesine ya. Formalite ziyaretlerden de pek anlamaz. Hoş, istese de vakti yoktur bu tür işlere… Her zaman seyrü sefer hâlindedir zira.

 

Para işleriyle başı hiç hoş değildir Şermin İplik’in. Öyle çok alış veriş yapmasa da ekonomik dar boğazdadır bu yüzden çoğu kez. Allah’a şükrettiği en önemli nimetlerden birisi para ile ilgili bir mesleğe sahip olmayışıdır. Kolayca kandırılıverecek, söylenenlere hemen inanıverecek bir insan görünümü vardır. Oysa o hep pusudadır. İnsanlara kolay kolay güvenmez. Bu yüzden dedikodu bile yapmaz. Yerin kulağı olduğuna, Söylediği sözün muhataplarının görünenden daha çok sayısı oluğuna inanır.

 

Şermin İplik’i tasvir ettikçe beni tanıyanlar “Kendisini anlatıyor ya Hu!” derler. Fakat inanın ki ben değilim o. Dedim ya birkaç yıl önce tanıştığım ve çok sevdiğim bir kadındır kendisi, o kadar. Neredeyse sürekli bir arada olmamıza, birçok yönümüzle birbirimize benzememize rağmen hâlâ sizli bizli konuşuruz onla. Günün saatlerine, müsait olup olmayışıma bile aldırmadan kapımda beliriveren bu kadına nedense bir türlü “sen” diyemedim. O da bana diyemedi doğal olarak. Bazen elaya çalan kahverengi gözlerinde bu resmi seslenişlerin hüznü belirir. Dile getirmez yine de aslında oldukça doğal olan duygusunu. Her zaman olduğu gibi kaçak dövüşür.

 

“Doğal bir kadın, içi dışı bir” derler onun için. Oysa ne sır küpü kadındır o. Hiç kimse ondan esrarlı işler beklemez. Kim ihtimal verir sırmalı gönül sandığının derinliklerinde sırrı bozulmamış gümüşten bir aynasının olduğuna. Bu aynaya ara sıra bakıp yine kendisini gördüğüne. Sudaki yansımasına âşık olan Nergiz çiçeği gibi aynadaki suretine meftun olduğuna. Onu başkası zannedip karşısında binlerce dil döktüğüne. Zaman zaman aynanın taa içinde nefessiz kaldığına… Peki ben bütün bunları nereden mi biliyorum. İlla her sırra bir şahit lazım ya! İşte Şermin Hanım’ın şahidi de benim. Sırrını açık ettiğimi duymasın sakın ha… Bilirsiniz sırrı ifşa katle vacip bir suçtur… Onun beni katletmesi de ancak güzel kalbinden atmasıyla tecelli eder. Onsuz benim halim nice olur?

 

Ne olursa olsun günün birinde eğer elim erer de bir roman yazarsam kadın kahramanımı aramayacağım. Şermin İplik’ten uygununu mu bulacağım. Sohbeti bol bir ahbabımdır kendisi. Yedi sülalesinden, bütün hısım akrabalarından, dost ve aşinasından da söz etti kendi hayat hikâyesini anlatırken. Yeter ki anlattıklarını unutmayayım, oturup yazması kolay…

Hatice Eğilmez Kaya
www.kafiye.net


Tarih 10 Haz 2014 Kategori: Nilüfer SARP

EY ŞEREFLİ MİLLETİM

EY ŞEREFLİ MİLLETİM

/Yazık, dara düşünce şerefli koca millet
Tarih bile ağladı reva mı bunca zillet?/

Varsın büyüklerimiz ayrı telden çalsınlar
Varsın haramzadeler çalıp çırpıp eğlensin
Varsın koca tarihi yok sayıp alçalsınlar. 
Yeter bunca mezalim artık sukût sağlansın
Ey şerefli milletim özlenen gün doğacak
Anaların ahları zalimleri boğacak

Varsın beyler uzaktan derdimize dert katsın
Varsın akılsız başlar uyutsun yalanlarla 
Varsın eli koynunda yan gelerek hep yatsın
Onlar karın doyursun leşlerden kalanlarla
Ey şerefli milletim kıvanç duy sen canlarla 
Sakın birlikte olma özünden kaçanlarla

Varsın tüm gerçeklere su katıp sulandırsın 
Varsın olan gücüyle yaysın şer düşünceyi
Varsın uyuttum sanıp hep kendini kandırsın 
Bir an dahi acıma, unutturma önceyi 
Ey şerefli milletim dinleme şu güruhu 
Bunları yok edecek bir gün Atatürk ruhu

Varsın sorgulasınlar sakın etme sen tasa 
Varsın dalaverayla şeytanı çatlatsınlar 
Varsın girsinler elle senden gizli kumpasa
Aldırma yaygaraya, kanma, hava atsınlar
Ey şerefli milletim altaylardan gelensin
Bozkurtça fıtratınla tarihini bilensin

Varsın bu yeniçağda bittiğini sansınlar 
Varsın hepsi oynasın zil takıp gerdan kırıp 
Varsın yalanlarına kendileri kansınlar 
Birlikte inansınlar olmaz hayaller kurup 
Ey şerefli millettim yaşadın şahikalar
Asırlardır durmadan yarattın harikalar.

Kudurarak saldıran lanetlenmiş itlerin
Zamanları daraldı ölümleri yakındır.
Kan emen hainlerin, kenelerin, bitlerin
Cezasını kesmek ilelebet hakkındır
Ey şerefli milletim bir gün hesap dönecek
Kapanacak yaralar tüm acılar dinecek

/Bundan böyle hep gülsün bu nalân cemiyetin
Kıyamete dek sürsün kutlu hakimiyetin/

NİLÜFER SARP
www.kafiye.net


Tarih 10 Haz 2014 Kategori: Ülkü DUYSAK

BAYRAK SEVGİSİ


BAYRAK SEVGİSİ

Serkan eve geldiğinde nefes nefese kalmıştı. Bunu fark eden annesi sordu:
-Bu telaş da ne böyle?
-Ödevim var anne, ödevim…
-Ödevinin olduğu diğer günlerde hiç bu kadar telaş yaşadığını görmemiştim. Bu farklı bir şey olsa gerek.
-Öğretmenimiz, “bayrak sevgisini en güzel kim anlatırsa ona bir ödülüm olacak.” dedi. Yani bu bir yarışma…
-Bak, şimdi ben de heyecanlandım. Umarım en güzel anlatan sen olur, ödülü de sen hak edersin.
-Ben ödül istemiyorum ki. Öğretmenime de söyledim bunu. “ Mehmet Âkif Ersoy, İstiklâl Marşı’mızı yazma yarışmasına, dereceye girenlere ödül verileceği için katılmamıştı. O, bu kadar önemli bir eseri yazma karşılığında ödül kabul etmediyse, ben de bayrağa duyduğum sevgiyi ödül karşılığında yazamam. Böyle bir şeyi kendime yakıştıramam. Bayrağımız uğruna canını veren atalarımızın manevî huzuruna çıkmaya utanırım. Türk çocuğu olduğum ve bununla gurur duyduğum için anlatacağım, dedim. Öğretmenim de:
“Asil bir Türk çocuğu da böyle düşünür ancak.” dedi ve yanaklarımı okşadı.
-Aferin yavrum! Sana yakışanı yapmışsın.
-Nasıl başlasam acaba? Şiirle mi başlasam? Yoksa önce içimden gelenleri mi yazsam?
-İstersen önce yemeğini ye, sonra düşünür ve yazarsın.
Serkan, okul kıyafetlerini nasıl çıkardığının, elini yüzünü nasıl yıkadığının farkına varamayacak kadar heyecanlıydı. Yemeğini bir çırpıda yedi ve odasına çekildi. Odasına giderken:
-Anneciğim lütfen televizyonun sesini fazla açma, diye tembihledi.
-Hiç merak etme. Ben televizyonun sesini değil, kendisini bile açmam, dedi annesi.
Odasının penceresinden karşı tepelere baktı bir süre. Sonra çantasından defterini, kalemini çıkardı. Odasının duvarında asılı duran Türk bayrağın karşısına geçti ve sesli olarak İstiklâl Marşı’nın tamamını ezbere okudu. Ardından Arif Nihat Asya’nın “Bayrak” şiirini de ezbere okudu. Bir duygu seline kapılmıştı. Gözlerinden akan yaşlara engel olamıyordu. Çalışma masasına oturdu, içinden geldiği gibi yazmaya başladı:

Dedem kanını verdi,
Amcam canını.
Cephelere mermi taşıdı ninem.
Hazırladılar bizim için yarını.
Yarınlarımızdan endişe duymadık böylece.
Geçmişimizle övündük.
Tarihimizle bir dağ kadar,
Yüce göründük.

Yüreğinden kopup gelen bu mısralara yenilerini ekledi:

İlk gördüğüm,
İlk tanıdığım,
İlk sevdiğim…
Vatanım kadar kutsal bildiğim,
Yüreğimi önüne serdiğim,
Uğruna canımı verdiğim,
Ve hep yükseklerde gördüğüm,
Anlı-şanlı bayrağım!
Ayına kurbanım.
Hilâline kurbanım.
Bayrağım ben sana kurbanım.

Kalemini bıraktı, yazdıklarını okudu. O kadar dolu olmasına rağmen, heyecanına yenildiğini düşünüyordu. ”Daha güzel, daha güzel anlatmalıyım” dedi sesli olarak.
İnsan sevdiğini yüreğinde taşırdı. Öyleyse daha da yürekten olmalıydı yazdıkları.

Yüreğimi ikiye böldüm öğretmenim.
Yarısına vatanımı,
Yarısına bayrağımı koydum.
Ne vatanım bayraksız olur,
Ne bayrağım vatansız olur,
Ne de ben onlarsız olurum.
Ben bayrak olurum öğretmenim.
Ben bayrak olurum…

Son mısralarını daha çok beğendi. “Yarın, benim yazdıklarım da panoya asılacaklar arasında olmalı.” diye geçirdi içinden. Yüreğindeki bayrak sevgisini herkesle paylaşmak istiyordu çünkü. Defterini kapattı, çantasına koydu. Çekmecesini açarak özenle sakladığı Türk bayrağını da aldı, katlayıp çantasına yerleştirdi.
Ertesi sabah koşar adımlarla gitti okula. Uça uça, zıplaya zıplaya… Bazen taşlara takıldı ayakları. Sonunda düşmeden okuluna gidip sınıfına oturmayı başardı.
-Günaydın, dedi öğretmen.
Bütün öğrenciler karşılık verdi:
-Günaydın öğretmenim.
Serkan, sırasında sürekli hareket halindeydi. Heyecanını bir türlü yenemiyordu. 
-Evet, çocuklar! Şimdi yoklamayı yapacağım. Yoklamanın ardından ne var, biliyor musunuz?
-Yarışma var öğretmenim! diye bağırdı bütün öğrenciler.
Öğretmen yoklamayı yaptıktan sonra:
-Peki, yazdıklarını önce kim okumak ister? diye sordu.
Serkan hariç, sınıftaki bütün öğrenciler parmak kaldırdı. “Ben, ben” sesleri doldurdu sınıfı. Bu durumun farkına varan öğretmen: 
-Serkan bu yarışmaya katılmayı en çok isteyenlerden biri sendin. Görüyorum ki, parmak kaldırmıyorsun. Oysa en önce senin parmak kaldıracağını düşünüyordum, dedi.
-Şey… Öğretmenim… Bayrağımıza layık bir yazı yazamamış olmaktan korkuyorum da…
-Ben seninle aynı fikirde değilim. Bayrak sevgisini dile getiren çok güzel cümleler yazdığından eminim, dedi öğretmen.
-Tamam, öğretmenim, o zaman ben de okumak istiyorum, dedi heyecanlı bir ses tonuyla.
Öğrenciler sırayla bayrak sevgisini dile getiren yazılarını okudular. Hepsi de gurur verici cümleler yazmıştı bayrak için. Öğretmen:
-Serkan, şimdi de senin yazdıklarını dinleyelim, dedi. 
Serkan, hızla çarpan kalbinin sesini duyuyordu sanki. Elini göğsüne götürdü, derin bir nefes aldı ve yazdıklarının hepsini okudu. Sınıf arkadaşları onu dikkatle dinleyip alkışladılar. Sonra akşamdan çantasına yerleştirdiği bayrağı çıkararak öptü ve öğretmenine uzattı:
-Öğretmenim, bu bayrağı size hediye etmek istiyorum, dedi.
Öğretmen çok duygulandı. Bayrağı Serkan’ın elinden alırken gözlerinden akan yaşlar Serkan’ın yanaklarını da ıslattı. Hep birlikte Arif Nihat Asya’nın “Bayrak” şiirini okudular.
Sonra öğretmen, en güzel yazısıyla Serkan’ın şiirlerini tahtaya yazdı.
-Herkes bu şiirleri defterine geçirsin. Yarışmamız sonuçlandı. Hepiniz birinci oldunuz, dedi ve ödül olarak da bütün öğrencilere, üzerinde Türk bayrağının ve Atatürk resminin iç içe bulunduğu birer rozet dağıttı.
Serkan gözünün içine bakan öğretmenine:
-Öğretmenim, bu ödül alınır işte! dedi. Öğretmeninin uzattığı rozeti alarak yakasına taktı.
O gün, minik yürekler; vatan, millet, bayrak aşkıyla dolup taştı. O gün bütün çocuklar bayraklaştı


Ülkü Duysak
www.kafiye.net