Şermin İplik’i Takdimimdir


Şermin İplik’le tanışalı birkaç yıl oldu. Fakat sanki uzun yıllardır aşina gibiyiz onunla. Ben onu çok sevdim. O da beni sevmiş olmalı ki gece gündüz hep yanımda… İzin almadan, haber vermeden çat kapı gelir aklımın, kalbimin ve evimin en müstesna köşesine postu serer. Çekip giderken de öylesine habersizdir. Sessizce çekilir gider. Masallardaki aniden ortaya çıkan, bir sis gibi kayboluveren perilere eş bir hâli vardır.

 

Önemli oranda tuhaf bir kadın o… Dış görünüşünde ya da tavrında, tarzında değildir farklılığı. Sokakta karşılaşsanız onunla pek de sıra dışı bulmazsınız kendisini. Kıyafetleri oldukça sıradan, konuşmaları sakin ve dikkat çekicilikten uzak, asla yükselmeyen hatta monoton sayılabilecek bir ses tonu var, saç rengi tam da buğday rengi tenine uygun yani hep kahverenginin tonlarına boyalı…

 

Dostum olabilir mi acaba o benim? Bu soruya aslında hiç mi hiç gerek yok. Çoktan oldu bile. Zararsız hatta faydalı bir dost bulduğum görüşündeyim. Onunla ilk tanıştığımda sakin ve edalı bir hâl ile “Yine yaz geldi, yine yaz geldi.” tekerlemesini söylüyordu gece gündüz. Meğer bizimkinin gönül gemisi her yaz depresyona yakın bir limana demir atar, hemen hemen bütün günlerini orada geçirirmiş. Soğuk kış ayları boyunca özlemle beklediği bu alımlı mevsim gelince tarifi imkânsız ve nedeni belirsiz bir boşluk hissine kapılırmış. 

 

Bugünlerde de “Yine yaz bitiyor, yine yaz bitiyor.” demekle meşgul. Yaz geçiyor diye hüzne mi kaplıyor ne? Doğrusu anlayamadım. Sonbaharın gelişi İzmir’de ağustos ayının ortalarından itibaren esen bir rüzgârla kendini gösterir. Mevsimlerin resmigeçidine duyarlı ruhlar bu rüzgârla birlikte hazan hüznüne kapılır gider. İşte Şermin de meğer bu rüzgârdan nasibini alanlardanmış.

 

Pek alıngandır Şermin Hanım. Belli etmez ince bir hastalığı anımsatan alıngan yanını kimselere. Her söze gülüp geçtiğini, hiçbir ağır davranışa kalbinde fazlaca yer vermediğini zanneder çevresindekiler. “Ah sen ne ikiyüzlü şeysin.” derim bazen onun iki yüzüne karşı. Bana da güler geçer her ikisi de. Fakat gözleri ele verir bu sözden alındığını. Ne yapalım yani o da bu kadar gizlemeye çalışmasın aklına gelenleri, kalbine değenleri… Söyleyi söyleyiversin dilinin ucuna gelip de sadece kendisini yakan sözleri. Bak işte o zaman mevsimlerin gelip geçmesi de akşamların sessizce şehrin üstüne çökmesi de onu fazla alakadar etmez. Şen şakrak bir kadın olup çıkar, sıkıcı ve füme rengi elbiselerinden sıyrılarak.

 

Pek bakımlı bir kadın değildir çoğu zaman o. Onun için bakım, tırnaklarını düzenli olarak kısacık kesmek, saçlarını temiz tutmak gibi basit fakat elzem ayrıntılardan ibarettir. Ayda yılda bir kere kuaföre gider. Belli bir kuaförü de yoktur hem. Yolda yürürken gördüğü bir kuaföre dalıp ona emanet edebilir çok sevdiği kestane rengi uzun saçlarını. Sonra kötü bir kesime maruz kalınca da günlerce başımın etini yer. Kaç kere söyledim oysa ona “Tanımadığın, hünerinden emin olmadığın kuaförlerle işin olmasın.” diye. Dinleyen kim? Canı sıkkın olduğu bir gün yine dalmış önüne çıkan ilk kuaföre. Bu kuaför de güzelim saçları bir cellât acımasızlığıyla kesip biçmiş. Aynaya baktığında ağlayası gelmiş dünya inatçısı Şermin Hanım’ın. Fakat ne kavga etmiş, ne sitemde bulunmuş ne de içindekileri dökebilmiş ortalık yere biçare dil fukarası… Dolmuşa bindiğinde dolmuştakilerin saçlarına bir bakışı varmış. Ne zaman bana anlatsa gülmekten ölesim gelir. Sonra ne mi olmuş? Başka bir kuaförde subay tıraşı kadar kısa kestirip saçlarını öyle kurtulmuş görenlerin garipsediği görüntüden. 

 

İlk tanıştığımız zamanlarda yeni bir sevdaya tutulmuştu. Bu sevdanın içeriği kendisine yepyeni kıyafetler, yepyeni takılar almaktan oluşuyordu. Koskocaman sayılabilecek bir ömrü kendisi için fazlaca alış veriş yapmadan geçirdiği için; elle tutulur, iltifata layık bir takı ve kıyafet zevki de yoktu. Aldığı şeyleri bana gösterdiğinde bazen ağız ucuyla “Güzel, yakıştı bunlar sana arkadaşım” derdim. Bazen de dürüst davranıp “Allah aşkına çok aradın mı bunları?” diye sorardım. Neyse bugünlerde ne takı ne de kıyafet alıyor kendisine, durgun günlerini yaşıyor yine.

 

Fotoğraflarına baktım geçen gün. Yüzlerce fotoğraftan neredeyse hiçbirinde gülümsememiş. Sanki hiç keyifli gün yaşamamış. Zannedersiniz ki Karadeniz’de gemileri batmış. Bu durumun nedenini sordum. Gülümsedi. “Zaten fotoğraf çekilmekten hoşlanmam, hele hele boşluğa bakıp da gülmek hep anlamsız geldi bana.” dedi. Çok yakın birkaç dostuyla belli ki çok eğlendiği günlerde göstermiş dişlerini sadece. Galiba bunlar da refleks halindeki pozlardı.

 

Onu küstürmek çok zor, neredeyse imkânsız… İnsanları hayatından kolayca silemediğinden bahseder sık sık. En büyük problemleri çıkaran kişilerin bile haklı yönlerinin olması ihtimali onu bu tercihe itmiş, anladığım kadarıyla. “Kimi dinlesen” diyor “Davasında haklı. En iyisi davalık bir hâle düşmemek… Bu da olamayacağına göre bütün davaları burada görmeye, birilerini mahkûm edip birilerini aklamaya gerek yok.” Onu gördüğümde sırtı abalı, eli asalı eski dervişleri hatırlarım. Elsiz, dilsiz ve gönülsüz bir mahlûktur gibime gelir Şermin Hanım… Fakat aslında her fani gibi eli, dili ve gönlü var onun. Hem de her birinden çok korkar.

 

Kendisini özellikle son birkaç yıldır çok güzel bulur. Onu sık sık herhangi bir vitrinin önünde endamını seyrederken yakalarım. Onun kadar iddiasız görünümlü bir kadının kendisini böylesine güzel bulmasını anlamakta güçlük çekerim doğrusu. Keyfi yerinde olduğu günlerde aynanın karşısına geçip “Bugün ne kadar da güzelim” der. Sanki aynaya baktıkça hatırladığı biri var onun hatırlayışlarından habersiz, aslında kendisinin değil onun hayranı.

 

Ev işlerini hiç sevmez Şermin Hanım. Dünyanın bahanesini bulur evin içinde işe bir türlü başlamamak için. Çocukluk yıllarında annesi onu ev işlerine alıştırmak için az uğraşmamış. Bu uğraşılarla kuytu köşelere çekilerek, eğer sıkıya gelirse “Bana yazık değil mi? Baksana ne kadar da zayıfım.” diye gözyaşı dökerek başa çıkarmış hep. “Çocukken bir komşu kızı vardı. Benden yaşça küçük olduğu halde pek çalışkan, ev işlerinde maharetli bir kızdı. Annem onun marifetlerini gördükçe beni sıkıştırırdı. Benim de içimden o kızı bir yerlerde sıkıştırıp dövmek gelirdi. Şimdi o kız oldukça iyi bir ev hanımı. Bana gelince hâlim meydanda” der. Öğrenciyken dersim var, çocuklar küçükken bırakmıyorlar ki iş yapayım, yaz gelince hava çok sıcak, kış gelince üşüyorum, ilk baharda bir kırıklık var üzerimde, sonbaharda canım çok sıkılıyor… Eşinin yerinde olsam ben de şikâyet ederdim büyük bir ihtimal ondan. Başka o kadar çok problemi ve kaprisi var ki sayılamaz…

 

Bazen de kendisiyle dalga geçer. Herkesten önce, herkesten fazla bulur kendi açığını. Bunu dile getirip güler kendi hâli pür melaline… Fakat başka birisi aynı işi yapsa izin vermez ona. Nefsi müdafaada bulunur hemen. Sosyal bir karakter edası vardır. Oysa içekapanık her zaman. Herkesle anlaşıyora benzer oysa herkesi başı götürmez. Gerçekten anlaştığı insan sayısı oldukça azdır. Hatır gönül bilir bilmesine ya. Formalite ziyaretlerden de pek anlamaz. Hoş, istese de vakti yoktur bu tür işlere… Her zaman seyrü sefer hâlindedir zira.

 

Para işleriyle başı hiç hoş değildir Şermin İplik’in. Öyle çok alış veriş yapmasa da ekonomik dar boğazdadır bu yüzden çoğu kez. Allah’a şükrettiği en önemli nimetlerden birisi para ile ilgili bir mesleğe sahip olmayışıdır. Kolayca kandırılıverecek, söylenenlere hemen inanıverecek bir insan görünümü vardır. Oysa o hep pusudadır. İnsanlara kolay kolay güvenmez. Bu yüzden dedikodu bile yapmaz. Yerin kulağı olduğuna, Söylediği sözün muhataplarının görünenden daha çok sayısı oluğuna inanır.

 

Şermin İplik’i tasvir ettikçe beni tanıyanlar “Kendisini anlatıyor ya Hu!” derler. Fakat inanın ki ben değilim o. Dedim ya birkaç yıl önce tanıştığım ve çok sevdiğim bir kadındır kendisi, o kadar. Neredeyse sürekli bir arada olmamıza, birçok yönümüzle birbirimize benzememize rağmen hâlâ sizli bizli konuşuruz onla. Günün saatlerine, müsait olup olmayışıma bile aldırmadan kapımda beliriveren bu kadına nedense bir türlü “sen” diyemedim. O da bana diyemedi doğal olarak. Bazen elaya çalan kahverengi gözlerinde bu resmi seslenişlerin hüznü belirir. Dile getirmez yine de aslında oldukça doğal olan duygusunu. Her zaman olduğu gibi kaçak dövüşür.

 

“Doğal bir kadın, içi dışı bir” derler onun için. Oysa ne sır küpü kadındır o. Hiç kimse ondan esrarlı işler beklemez. Kim ihtimal verir sırmalı gönül sandığının derinliklerinde sırrı bozulmamış gümüşten bir aynasının olduğuna. Bu aynaya ara sıra bakıp yine kendisini gördüğüne. Sudaki yansımasına âşık olan Nergiz çiçeği gibi aynadaki suretine meftun olduğuna. Onu başkası zannedip karşısında binlerce dil döktüğüne. Zaman zaman aynanın taa içinde nefessiz kaldığına… Peki ben bütün bunları nereden mi biliyorum. İlla her sırra bir şahit lazım ya! İşte Şermin Hanım’ın şahidi de benim. Sırrını açık ettiğimi duymasın sakın ha… Bilirsiniz sırrı ifşa katle vacip bir suçtur… Onun beni katletmesi de ancak güzel kalbinden atmasıyla tecelli eder. Onsuz benim halim nice olur?

 

Ne olursa olsun günün birinde eğer elim erer de bir roman yazarsam kadın kahramanımı aramayacağım. Şermin İplik’ten uygununu mu bulacağım. Sohbeti bol bir ahbabımdır kendisi. Yedi sülalesinden, bütün hısım akrabalarından, dost ve aşinasından da söz etti kendi hayat hikâyesini anlatırken. Yeter ki anlattıklarını unutmayayım, oturup yazması kolay…

Hatice Eğilmez Kaya
www.kafiye.net