Kategoriler

Arşivler


Tarih 20 Ara 2015 Kategori: Onur BİLGE

TEKVİN

TEKVİN
Onur BİLGE

TEKVİN Yayılan dalları toparlayıp kurdelelerle onlara bağlamıştım. Bir süre sonra, çiçeklere dayanak olmaları amacıyla diktiğim dallardan hayat fışkırmaya başlamıştı. O, çiçeğe hazırlanan taptaze dallar, başlamış oldukları işi tamamlamış, pembe çiçeklerle donanmışlardı.

Olduğu yere yığılıp kalmış, saksısına yapışmış bakımsız mum çiçeğini yerinden kaldırabilmek için güçlü desteklere ihtiyaç vardı. Uzun, dolgun ve çatallı dalları toprağına saplamıştım. Kalınlarının bile çiçeklendiğini görünce, onların ince ve genç olanlarını kanırtarak alıp iki camgüzeli saksısına saplarken ağaç olabilmeleri umudu içinde dua etmiştim. Zayıf bir ihtimaldi ama olabilirdi. Gerekli şartlar sağlanmazsa olmayabilirdi de… Sadece taşıyıcı olarak kalabilirlerdi. O kırılgan dalları itinayla toparlayıp çok sıkmadan, iki tarafı da incitmemeye dikkat ederek onlara bağladım. Biliyordum, çiçeklenmeyeceklerdi. Çiçeklenme zamanları diğer saksıdayken geçmişti. Çiçeklenecek olsalardı, o zaman çiçeklenirlerdi. Üstelik ağaçtayken taşımakta oldukları o tomurcuklar olgunlaşmaya fırsat bulamamışlardı. Üzerlerinde, belli bir orana göre dizili başka kabarcıklar vardı. Yaprak veya filizler için olabilirlerdi.

Budama zamanı mıydı? Tam çiçeğe durmuşken… Yeşerecekken… Hangi acımasız el doğramıştı bunları? Kollarını, bacaklarını… Niçin?

Aradan bir süre daha geçti. Saksının dibindeki dalın ucunda tomurcuklar belirdi ve bir yeşillik göründü. Aşağısında da benzer kabarıklıklar vardı. Diğerine de baktım. O da yeşermeye hazırlanıyordu. Allah, yaratma sanatını sergiliyor, ölüye can veriyordu. Hayat, uçtan dibe doğru ilerliyordu. Yedi, beş ve üç yapraktan oluşan bir canlanma…

Diğer dalın ucu kırıktı. Onun için orada faaliyet yoktu. Çok aşağısından, topraktan bir karış kadar yukarıdan patladı. İlk tomurcuk, oradan beş yaprak verdi. Daha uzun, daha kart bir çubuktu.

Acaba toprakta nasıl bir faaliyet vardı? Kök salacak, ağaç olmaya gayret edecekler miydi? Yoksa hazırladıkları çiçekleri gösterdikten sonra döktükleri gibi yaprakları da taşıyamayacak, zayi mi edeceklerdi?

Bu ağaçların, güzelliklerini teşhire ne kadar da aceleleri vardı! Daha yapraklanmadan pembe beyaz gelinliklerini giyiyor, sonra da çıplak omuzlarına yeşil pelerinlerini alıyorlardı. Yeşeren yavrularını, yeşilliğin korumasında büyütüyor, gelişimleri tamamlanırken renklenen yanaklarını göstermeye başlıyorlardı. Biliyorlardı ki yavruları kendilerinden birer birer koparılıp alınacak, onlardan ebediyen mahrum kalacaklardı.

Hayat, var oluşla yok oluş arasında biteviye devam ediyor, biri birine ekleniyordu. Biri, diğeri için doğuyor, biri diğeriyle can buluyordu.

O ne güzel zamanlamaydı ki aynı bölgede aynı türden bitkiler hep birden kıpırdanmaya başlıyor, birlikte giyiniyor, birlikte soyunuyorlardı! Programlandıkları işleri hep beraber yaparken zamanı hiç aksatmıyorlardı. Ağaçlar birlikte çiçeklenip yapraklanıyorlar, birlikte meyveye duruyorlar; otlar birlikte boy atıp, birlikte kuruyorlardı. Vakti gelince tohumlar yarışırcasına çatlıyor, ekinler yarışırcasına uzuyorlardı. Sırt sırta başaklanıyor, yan yana sararıyorlardı. Üst üste yığılarak işlevlerini tamamlıyor, yokluğa yöneliyorlardı.

Topraktan toprağa kutsal bir yolculuk… Ne varsa topraktan, toprağa gidiyordu. Toprakta bir değişim, sessiz bir devinim… Kudret eliyle yoğruluyor, şekillendiriliyor, halden hale geçiriliyordu.

Yerçekimine bağlı her şeyin yerden yere seyahati… Yokluktan varlığa, varlıktan yokluğa dönüşüm… Birlikten çokluğa, çokluktan tekliğe…

İlk inen sure… Alak Suresi… İlk inen ayetler… Neyden ve nasıl yaratıldığımıza ait bilgilerle başlayan bilgilendirme… Bize bizi anlatan, önce kendimizi bilmemiz gerektiğini belirten… Bize bizi tanıtırken yaratılışı, türeyişi, yanı sıra Yaratan’ı anlatan…

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!”

Ne okuyacaktı Ümmi Kul? Kâğıt yoktu, kalem yoktu. Dağın doruğunda bir mağara, çevrede boylu boyunca kayalar… Kayalarda ne bir satır, ne bir harf… Karşı karşıya iki zat… Allah’ın ilk emri ve bir çaresizlik… Hüzünlü bir cevap ve boyun büküş:

“İKRA!”

“Lâ edri…”

Emir kesin! Emir demir! Okunacak yazı namına hiçbir şey yok!

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!”

Fakat bir Yaratan var. Bir Rubibiyet var. Rab, kelime anlamı itibarıyla yönetici… Reis… Aile reisleri için kullanılmakta olan bir sıfat… Burada evrensel bir anlam taşımakta… O’nun adıyla okunması istenmekte ama neyin? Kâğıt yok, kalem yok! Tavan, taban, duvarlar bomboş…

Bir melek, bir insan… Bir de Rab!.. Yaratan bir Rab ve Rabb’in adıyla okumak… Okunacak iki varlık var, kayalardan ve topraktan başka… Biri insan biri melek… Yazı yok, yazan yok. Biri ümmi, biri görevli… Okuyacak olan görevli değil. Olsaydı, emri iletmezdi. Bir emreden var, bir emir alan… Emir, en büyük yerden… Yücelerden… Yüceler Yücesi’nden…

Bir yazan var ki okuyan gerekmekte… Gerekmekte ki melek emretmekte… Kendi namına değil… O’nun namına… O, Rab!.. O, kalemi tutan… Yazıyı yazan… Yazılan kim? İnsan!

Melek sorumlu değil… Emir kulu… Orada tek sorumlu, insan! İnsan, kudret eliyle yazılan yazı… Yok sayılacak kadar görünmez haldeyken, okuya okuya bitirilemeyecek bir yazılımla donatılan… Emir, insana… Âlemlerin Rabb’inden insana…

“İKRA!”

İnsan okuyacak. Neyi? Yaratılışını… Nasıl yaratıldığını… Nerden okuyacak? Rabbin kaleminden…

İnsan, koparılan bir dal, mağaraya dikilen… Tomur tomur taptaze bir dal, yazılımla dopdolu… Patlamaya hazır çiçekler, yeşermeye hazır… Köklenmeye, olgun meyveler sunmaya insanlığa… Satır satır yazılan, yaprak yaprak okunacak olan… İnsan, baştan başa Kur’an…

İnsan… Mağarada ayakta duran… Ayakları toprakta, sayfa sayfa açılıma hazır… İlk emrin muhatabı… Kendisini okuma emriyle karşı karşıya… Mağara, dağın rahmi… Üç karanlık içinde var edilen, nasıl var edildiğini, Var Eden’in adıyla, yine Var Eden’den öğrenmeye hazır…

Mağara ana karnı… Bir Peygambere gebe… O ki mağaranın duvarına asılı bir varlık… Parçalanan kayalardan, ufalanan taşlardan oluşan topraktan yaratılan, kudret eliyle sulanan, boy atan, olgunlaşan ve doğan… Doğan ve aydınlatan evreni… Sevginin meyvesi, aşkın eseri…

Rab… Terbiye eden, eğiten, öğreten… Mürebbi… Öyle bir mürebbi ki istediğini, dilediği şekilde yaratan… Yaptıklarını fiil sıfatıyla yapan… Bütün sıfatları tekvin sıfatının anlamı içine giren…

Tekvin, icat ve yaratma… Mâdum olan bir şeyi vücuda getirme… Tekvin… İlim, irade ve kudret sıfatından ayrı bir sıfat… Yaratmak, rızık ve nimet vermek, azap etmek, diriltmek, öldürmek gibi bütün fiillerin rücu ettiği sıfat… Eser ve tecellisi…

Kudret ve tekvin… Birer kemal sıfatı… Zıtları olan acz, Allah için muhal… Tekvin de Kudret’e dahil… Yaratılması takdir edilenlerle ilgili…

Allah Teâlâ, Mükevvin… Yaratan, Tekvin eden… Yaratmak, icat etmek, vücuda getirmek, Kudret sıfatıyla olmakta… O nedenle Eş’arîler için yedi sıfat var. Sıfât-ı Seb’a… Mâtüridîlerde Tekvin ayrı bir sıfat olarak kabul edilmekte…

Yaratılış ve Altın Oran… Bir fibonnacci serisinde yer alanardışık iki fibonnacci sayısı arasındaki sabit oran… Yaklaşık 1.618… Fibonnacci, o sayı dizisini doğadaki oluşumları açıklamak amacıyla bulmuş.

Bilip öğrenmenin anlamı, Yaratıcı’yı merak, sanatı seyretme, altın oranları görme, bu muhteşem yaratılışın ve Yaratan’ın sırrını çözmeye çalışma ve zannetme… Allah, kulunun zannı üzre…

Altın oran, evrensel güzellikte… Ayçiçeğinde, kozalakta, salyangoz kabuğunda, piramitlerde, Mimar Sinan’ın bütün cami kubbelerinde, Leonardo da Vinci’nin Mona Lisa’sında, Stanley Kubrick filmlerinin yaklaşık tüm karelerinde, kar kristallerinin budaklanma noktaları arasında, kulakta, insan yaratılışında, Kâbe’nin yerinin tespitinde… Hemen hemen her yerde… Her güzellikte gerçekleşen mucize… Güzelliğin, matematiksel anlatımı…

Beyin, insan dağının mağaralarından biri… Kalp de öyle… Gönül de… En şerefli yaratık, insan… En muhteşem varlık, akıl… En güzel yer, gönül… İnsanın mucizevî görevi, düşünmek…

“Dilini depreştirme! Biz onu senin kalbine indireceğiz.”

Kur’an… Ümmi Kul’un kalbine nakşolan! Hafızasına kaydedilen… Aramızdan seçilmiş olan insanı çiçeklendiren… Bir süre yeşil pelerin altında gizlenen, sunuma hazır hale geldiğinde insanlığın yararına sunulan…

Bir dal çiçeklendi Hıra’da. Mağarada bir dal yeşerdi. Mekke’de bir ağaç köklendi, filizlendi. Bir süre kem gözlerden gizlendi. O gözler ki bakışlarıyla az daha bir fidanı yerinden sökecekler, yere devireceklerdi! Kökleri Mekke’de, gövdesi Medine’deydi. Dünyanın dört bir yerine dal budak salmış, tüm insanlığa olgun ve dolgun meyveler sunmaya hazırlanmıştı.

O Seçkin İnsan, okumakla emrolunmuştu. Okumakla ve okutmakla… İnsan yaratılışından başlanarak tüm evren kitabı okunmalıydı. Hitap insanaydı. O sorumlu yaratılan gafile… Önce kendisini bilmeliydi. Neyden yaratıldığını, nerde yaratıldığını, neden yaratıldığını… Yaratan:

“İnsanları ve cinleri yalnız Bana kulluk etsinler diye yarattım!” diyordu.

Kulluk neydi? Nasıldı? Nerde başlar, nerde biterdi? Neler içerirdi? Kul, nerden başlayacaktı öğrenmeye? İlk neyi bilecekti? Mağara, Kur’an doğuracaktı. Hıra, bir Peygamber…

Bir kul… Okuma yazma bilmeyen bir kul, okumaya başlayacaktı. Okumaya, kendinden başlayacaktı. O yoktu. Var edildi. Ana rahminin duvarına asılan bir parçacıktı. Kökü, o saksının toprağında… Oracıkta yeşerdi. Sonsuz Kerem Sahibi, onu bir alekadan, yani embriyodan yarattı. Kalemle yazmayı ve bilinmeyen şeyleri öğretti.

Sırlar, yaratılıştan başlanarak birer birer açıklanmaya başlıyordu. Rab, insanı insandan başlayarak öğretiyor, eğitiyordu. Kişi kendisini bilmeliydi. Kendisini bilmeyen neyi ne kadar bilebilirdi?

Nefsini bilen, Rabbini bilirdi.

***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 385

www.kafiye.net


Tarih 20 Ara 2015 Kategori: Onur BİLGE

İNSAN

 

İNSAN – Onur BİLGE

Sonbaharın son günlerinden bir cumartesi… Hava günlük güneşlik… Pırıl pırıl bir akşamüstü… Mesken’deki bir arkadaşımdan dönüyorum. Ellerim ceplerimde, tadını çıkara çıkara yürüyorum. Yürüdüğümü fark ede ede… Kaldırımın birinden diğerine geçerken gözüm sağ tarafta birine ilişti. Bir ses duyarak o yana bakmıştım. İnce, uzun, beyaz bir bastonun tıkırtısıymış. Orta boylu, zayıf bir siluet… Lacivert takım elbiseli, kumral biri… O da aynı kaldırıma çıkmak üzere engeli yoklamada… Henüz bir iki adım atmıştım ki geriye döndüm ve ona doğru yöneldim:
“Haydi beraber yürüyelim! Bırakın onu! Öyle yavaş değil. Şöyle hızlı hızlı…”
“Peki ama onun için koluma girmeniz lazım.”
“Tamam! Girdim bile. Haydi uçalım! Hava o kadar güzel ki! Sıcacık… Dünya ne güzel! Yaşamak ne güzel!”
“Siz rehabilitasyonda mı çalıştınız?”
“Hayır ama hayattan zevk almasını bilen biriyim. Yaşadığını fark ederek yaşayan… Ben Semiray… Öğrenciyim.”
“Tahsin Buyruk… Avukat… Nerde okuyorsun?”
“Akademide…”
Birkaç sokak geçtik hızla. Bir taraftan da konuşuyoruz. Sanki bir daha hiç göremeyeceğiz birbirimizi. Birkaç dakikalık bir zamanımız var. Birazdan o bir tarafa gidecek, ben bir tarafa… Ben otobüs durağında kalacağım. Belki o da ama mutlaka başka yerde inecek. Belki başka bir otobüse binecek… Belki de dümdüz devam edecek. Benim gibi sola sapmayacak. Köşede ayrılacağız. O da benim için aynı şeyleri düşünüyor olmalı. Konuşmak istiyoruz. Tanımak birbirimizi… Anlatacaklarımız var. Açılan konular yarım…
“Haydi! Karşıya geçiyoruz. Hızımız kesmeden, bir araç gelmeden…”
“Bir tane geliyor gibi… Sağdan…”
“Evet. Nerden bildiniz? Beyaz bir arabaydı.”
“Sesinden… Buralarda bir çay ocağı olacak. Birer çay içebiliriz.”
“Biraz durakta oturup konuşalım. Sonra kararlaştırırız nereye gideceğimizi. Şu aradan geçelim, şuraya oturalım…”
Bir süre de orada sohbet ettik. Kırk yıllık dost gibiydik. Ara ara unuttum göremediğini. Ona saati sordum. Yadırgamadı. Yokladı ve söyledi. Üç buçuktu.
“Dörtte yazıhanede olmam gerekiyor. Müvekkilim gelecek. Birlikte gider miyiz? Size çay ikram edebilirim.”
Acelem yoktu. Akşama kadar başka işim de yoktu. Aslında bu havada hemen eve dönmek de istemiyordum. Hem ne güzel anlaşıyorduk. Bir arkadaşta aradığım bütün özellikleri taşıyordu. Akıllı, kültürlü, dolu dolu biriydi. Dengeli, güvenilir, sakin… Bense uçuk kaçık… Aceleci, heyecanlı, meraklı… Onu, anket memuru gibi soru yağmuruna tutarak, anlattığı gibi değil, zaman içinde anladığım gibi tanımak istiyordum.
“Zaman nasıl da geçmiş! Vaktim azaldı. En iyisi taksiyle gidelim. İlerde bir taksi durağı olacak. Haydi, oraya kadar yürüyelim.”
Kaldırımların bitimine geldiğimizi, adımlarımın yavaşlamasından anlıyor olmalıydı. Bir ara yine acelemden ayağım kaydı. Önüne doğru döndüm. Tuhaf ama gerçek, o beni tuttu. Daha sonra bir daha tökezledim. Yine müdahale etti. Güya ben ona yardımcı olacaktım. Orayı gayet iyi biliyordu. Ağacı, taşı, önemli yerleri… Yürürken önüme bakma âdetim yoktur. Bazen bir çukur ya da tümsek sektirir beni. Ara sıra düştüğüm de olur. Düşeceğimi anlayınca sağ elimi ve dizimi yere koymaya çalışırım. Küçükken de öyle yapardım. Onun için sağ dizimdeki yara izleri daha büyük ve çoktur.
Çatalfırın’da indik. Yazıhanesi ana cadde üstünde, ikinci kattaydı. Kapıyı sekreteri açtı. Bizi ciddi ve zarif bir edayla karşıladı. “Sema, bize hemen çay yap! Misafirimiz var.” diyerek odasına doğru yürüdü. “İşte burası… Şöyle geç otur. Hoş geldin!” derken, kolundaki cübbeyi kapının arkasındaki askıya asmış, masasına geçmek üzereydi. Ben de karşısındaki koltuğa iliştim, sol tarafımda kaldı.
Oda çok geniş değildi. Gösterişsiz bir şekilde döşenmişti. Aramızdaki üstü camlı koyu kahve tahta masa için bomboş denebilirdi. Oysa üstünde, her zaman bulunması gereken daktilo, kalemlik, sümen ve kül tablası gibi birkaç parça eşya vardı. Sağ tarafa çekilip, düzgün bir şekilde yerleştirildikleri için göze batmıyorlardı. Masanın ucunda, hemen sol tarafımda küçük boy, acayip bir satranç takımı dikkatimi çekti. Engebeli araziye benzettim. Karelerin farkı, yükseklikleri, alçaklıklarıydı. Her birinin ortasında birer çukur vardı. Piyonların altlarındaki çıkıntılar oralara giriyordu. Kahverengiye boyanmış, yer yer oyularak tahtanın doğal rengi meydana çıkarılmıştı. Onun dünyasında renklerle ayrım yapılması mümkün olmadığından bir tarafın piyonlarının üstü düzlenmiş, diğer tarafınkilerin üstlerinde minik birer kabartma oluşturulmuştu.
Satranç şampiyonuymuş. Ben de biliyordum ama bir şampiyonla karşılaşacak kadar değil. Belki yeni öğrenenlerle falan… Fakat damada kendime güveniyordum. Rakibim ne kadar güçlü olursa olsun, rahatça oynayabilirdim. Zaten çoğunu kolayca yeniyordum. O konuda kendime güveniyordum. Bunu ona söylediğimde:
“İstersen oynarız. Haydi diz bakalım!” dedi.
Dama için fazla karmakarışıktı. Renkleri, engebesi… Ben tavla arkasında, renkli pullarla oynamaya alışıktım. Eksik pul yerine başka bir şey koyar, ilk yenilen taşlarla değiştiriverirdik. Koltuk alçak, masa yüksek olduğu için tam göz hizama geliyordu. Piyonların konumunu gerektiği gibi göremiyordum. Onların arkasından bakıyor, olaya hâkim olamıyordum. Onunsa buna ihtiyacı yoktu. Yani tam tepeden izlemeye… Elleriyle, parmaklarıyla yoklayarak, beyninin içinde oluşturduğu görüntü yardımıyla oynuyordu. O görüntü maddeye ve bakış açısına bağlı olmayıp, arzu ettiği gibiydi. Hayaline kalmıştı. İster zeminde tahayyül ederdi, ister karşı duvarda, boydan boya… Kuşbakışı, renkli, net… Bense karmakarışık buluyordum. Hele böyle bir engebeli arazide ilk kez yürüyordum.
Bir de ben aceleci bir mizaca sahibim. O ise oldukça sakindi. Kendi sahasındaydı. Satranç oynar gibi uzun süre düşünerek hamle yapıyordu. Beklemekten hiç hoşlanmıyordum. Hızlı hızlı oynamak istiyordum. Sanki öyle olunca kıran kırana olacaktı. Karar vermem ve oynamam üç saniye sürmüyordu.
Bu arada gelen gidenler, bir şeyler soranlar oluyordu. Sık sık telefona bakması gerekiyordu. Birkaç kez camı açıp kapattı. Birkaç kez raftaki ve dolaptaki klasörleri çıkarıp evraklara baktı. Bembeyaz kâğıtlardı. Belki de üstlerindeki kabarık noktalardandır, çok kalın olmasalar da kartonumsu bir görünüme sahiptiler. Parmaklarını üzerlerinde gezdirerek okudu. Böyle bir olaya ilk kez şahit oluyordum.
Yan taraftaki mutfaktan tıkırtılar geliyordu. Tepsi hazırlanıyordu. Daha sonra çay kokusu gelmeye başladı. Güya çay içmeye gelmiştik ama artık önemini yitirmişti. Şimdi dama zamanıydı. İsabetli kararlar alıyor, tuzaklar kuruyordu. Ben, oyunu akışına bırakanlardandım. İçgüdülerimle oynamaktan hoşlanan, kurallara aldırış etmeyen, asla yapılmaması gerekenleri cesurca yaparak risk almayı seven, heyecan arayan, kazanmayı değil, doyasıya eğlenmeyi amaç edinmiş biriydim. O, ciddiyeti oyunda da elinden bırakmıyordu. Kıyasıya bir mücadele olacağını umarken beni elinin ucuyla yeniverdi. Üstelik hemen değil. Pek çok damayla, evire çevire… Kedinin fareyle oynadığı gibi… Dalga geçercesine… Sonuna kadar oynamak âdetim olduğu ve rahatça keyfini çıkarmasını istediğim için aynı tempoda sonuna kadar devam ettim. Ben de kendimi tiye almaya başladım.
Yenilgiye alışık değildim. Beş yaşından beri oynadığım bir oyundu bu. Nasıl olurdu! Şaşkına dönmüştüm! Bu arada çaylarımız geldi. “Kaç şeker?” diye soruldu. Önemli miydi! Ben baya baya yenilmiştim! Şekerli ya da sade… Ne fark ederdi!
Yenilen pehlivan güreşe doymazmış. Tekrar oynamaya başladık. Yine piyonların arkasından bakıyordum. Bir padişahın ordunun arkasında kalması gibi… Savaş meydanını tam görememesi gibi… Gelişen duruma tam vâkıf olamadığım için yanlış strateji uygulamam, tehlikeleri sezememem doğaldı. Askerlerime tuhaf emirler vermeye başlamıştım. İşin ciddiyetini idrak edip bu defa fazla temkinli olmayı yeğlediğimden piyonlar çift sıra halinde sağ tarafa yığılıp yolları sımsıkı kapattı. O da bana göre vaziyet aldığı için aşağı yukarı aynı şeyi yaptı. Oyun kilitlenmeye, hava da kararmaya başladı. Bu defa ben de bir şey göremez olmuştum. Şüpheli piyonları parmağımın ucuyla yoklamaya başlamıştım. Aksi halde onun taşlarıyla oynamaya başlayabilirdim. Bizi bir süredir izlemekte olan müvekkili de göremez olunca:
“Hava karardı. Siz nasıl görüyorsunuz?” diyerek kalktı ve düğmeye dokundu ama ışık yanmadı. “Ampul gevşemiş olabilir.” diye ayakkabılarını çıkarıp masanın üstüne çıktı, baktı ki gevşeme falan yok: “Ampul patlamıştır.” dedi ve indi.
Rakibim: “Benim için fark etmez ama artık aydınlık bir yere geçmemiz lazım.” diyerek kalktı. Bizi salona aldı. Orası inadına ışıklıydı. Birdenbire karanlıktan apaydınlık bir yere gelince gözlerim kamaştı. O da ışığı fark ediyormuş. Çok az görebiliyor ama tam seçemiyormuş. Onun için ortamın aydınlık veya karanlık olmasının bir farkı yokmuş. Elleri göz olmuş.
Tekrar yenileceğim kesindi. Ben oyunu yarım bırakmayı istemiyordum, o ise beni ikinci kez yenmeyi… Devam etmek için vakit çok geçti. Beni yemeğe beklerlerdi. Zaman nasıl da geçmişti! Geç kalmayı, kaçmış olmaya tercih ediyordum ama bırakmayı o istedi. Yer değiştirince oyunun tadı kaçmıştı. Üstelik müvekkili de görüşmek için epeydir sabırla beklemekteydi. Samimi olsalar da onu daha fazla bekletmek olmazdı. Hayatımda ilk kez bir oyunu yarım bırakıyordum. Tekrar görüşmek dileğiyle ayrıldık.
Mutlaka sıkılmıştır. Ona çok hafif gelmişimdir. Belki de onun için devam etmek istememiş, kibarca bitirmiştir. Yok yok, ondan değil… Yeni tanıştığı, üstelik misafir ettiği bir kıza o kadar yüklenmemek içindir. Mutlaka öyledir. Fakat öyle olsaydı, işi o kadar sıkı tutmazdı. Gereken şekilde oynuyordu. Her neyse, nedense…
Mükemmel bir insandı. Çok akıllı ve dengeliydi. Vaktinden önce olgunlaşmıştı. Benden çok büyük değildi. Gözlerinde ve bakışlarında bir anormallik yoktu. Beyaz baston olmasaydı, kimse göremediğini anlayamazdı. Onun yanında kendimi genç kız gibi değil, çocuk gibi hissettim. Şablon mükemmeldi. Tüm eksikliklerimi ortaya çıkardı. Onları birer birer tamamlamaya çalışmalıydım. Bu eksikliklerim, Virane’deki arkadaşlarımın arasında hiç de bu kadar bariz değildi.
Eksiklik neydi? Bir azanın noksanlığı mı? O zaman neden onda değil de bende ortaya çıkmıştı? Hem de bir değil, birkaç tane birden… Yeteri kadar ağırbaşlı olmamak, çocuk kalmak gibi… Onu yenecek akıl ve deneyime sahip olamamak gibi… Onun kadar kendine güvenir hale gelememiş olmak gibi… Görebildiğim halde neleri göremediğim, o yüzden ne fırsatlar kaçırdığım gibi… En acısı, beni gözü kapalı yendiği gibi… Daha neler neler…
Ev çok uzak değildi. Çatalfırın’dan Beşikçiler’e doğru giderken bunları düşünüyordum. Noksan bulduğum kendimi, mükemmel gördüğüm avukatı… İnsanı… Sonra yaratılışı, Yaratan’ı…
İnsan… En mükemmel yaratık… Kendisine gözler, kulaklar verilen, azalarla donatılan, akıllı ve sorumlu varlık… “İKRA!..” emrinin muhatabı… Oku! Kendini oku! Kendini ve kâinatı… Oku, anla ve anlat! Anlat ki anlaşılsın hakikatin özü!
Ey, akıl gibi en büyük nimet bahşedilen! Zeki yaratık… Dinle, bak, gör ve idrak et!
Ey, kalemin ilk yazdığı! Yazılımını oku! Yazılımından başlayarak âlemi, âlemleri… Okunması gerekenlerin okunabilmesi için insan, yaratılanları ervah âleminde görür.
Ey, ilk yaratılan ruh! Ruhuna, ruhunun derinliklerine in ve ruhaniyetin anlamını kavra! Kavra, hisset ve hissettir!
Ey ilk yaratılan nur! Âlemlerin nurundan yaratıldığı ışık varlık… Aydınlan ve aydınlat! Nurunu âlemlere saç! Güneş ol. Ey Kureyş Güneşi! Kâinat, nuruna muhtaç… Işı ve ışıklandır!
İnsan… Ahsen- i Takvim… En güzel biçimde yaratılan, en değerli nimetlerle donatılan… Eşref-i Mahlûkat… Yaratılanların en önemlisi, en akıllısı, en şereflisi…
Bir takım katkılarla karıştırılan nutfeden yaratılan, denenmek için evirile çevrile işitir ve görür hale getirilen varlık… Akıllı ve sorumlu…
Akıl ve sorumluluk… İşte bana rahat vermeyen… Uykularımı kaçıran, huzursuz eden…
İnsan, henüz anılmaya değer bir şey değilken bağlı olduğu makamca değer verilip kontrol altında halden hale, şekilden şekle sokulan; gelişen, doğan, büyüyen, belli bir çağa erişince kurallara uymakla ve emirleri yerine getirmekle mükellef olan bağımlı varlık…
Bir tarafta içinde bulunduğu kabuğu gibi madde âlemi, bir tarafta da hiç bilmediği, bilmek zorunda olduğu mânâ âlemi… Yerle gök arasında asılı yaratık… Kukla misali… İpler, ait olduğu yere sımsıkı bağlı… İstemekte ve beklemekte… Onaylanmadan arzularını gerçekleştirememekte… Bir yanda arzuları, bir yanda sorumlulukları… Yeryüzü olanca göz alıcılığıyla davet ederken gökyüzü sessizce ve sabırla beklemekte… Ait olduğu Zâtı görünceye kadar gaflette, vakit öldürmekte… Kıbleyi buluncaya kadar her yöne dönmekte, her önüne gelen sokağa sapmakta… Aval aval bakmakta, bakınmakta… Batmakta batmakta…
İnsan, güdümlü bir varlık… Yaratılımı başladığı andan, hatta yaratılması murat edildiği andan itibaren İlahi plan içinde bulunmakta, programlandığı şekilde yol almakta… Ne zaman ve nasıl yaratılacağından, yaşatılacağından habersiz; kesinleştirildiği gibi gelmekte…
Gelişi tesadüfi olmayan, ezelden kararlaştırılan kişilerden, onlarcasının içinden seçileninle, milyonlarcasından birinin birleşmesinden, kesinleşmiş zamanda, Yaratan’ın emriyle ve O’nun kontrolünde var edilmeye başlanan, döndürüle döndürüle üç karanlık içindeki en korumalı yere gönderilip tutundurulan, kemikleri üst üste dizilen, üzerlerine et giydirilen, sonra ambalajlanan, görür ve işitir hale getirilen, ruhuyla eşleştirilen, gelişimi tamamlanınca kendinden habersiz ve çok muhtaç bir vaziyette dünyaya gözlerini açan gariban… Büyümesi ve bilinçlenmesi sabır ve zaman isteyen yaratık…
İşiten ve gören… Şahit olan ve şahitlik eden… “Eşhedü…” diyen…
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 386

www.kafiye.net


Tarih 15 Ara 2015 Kategori: Safiye SAMYELİ

ANANIZ AŞIK ÇOCUKLAR

ANANIZ AŞIK ÇOCUKLAR

Havaya suya derken cemre düştü gönlüme
Kınamayın evladım ananız aşık oldu 
Sanki ömür eklendi geri kalan ömrüme
Kınamayın evladım ananız aşık oldu

Hangi gündü sormayın ya bu gündü ya dündü
Kesildi dizde derman gözümün feri söndü
Aşka aşık gönlümün bir anda başı döndü
Kınamayın evladım ananız aşık oldu

Henüz kırk beş yaşında Adı ise Hakkı’ymış
Aylardır yüreğinde benim adım saklıymış 
Aşkın yaşı yok diyen vallahide haklıymış
Kınamayın evladım ananız aşık oldu

Gözlerime bakınca öyle masum duruyor
Ak düşmüş saçlarımı elleriyle tarıyor
Gelecek için bize küçük bir ev kuruyor 
Kınamayın evladım ananız aşık oldu

Bir demet çiçek ile yarın bize gelecek
Benim için ağlayıp benim için gülecek
Kırk yıl sonra benimde bir tek taşım olacak
Kınamayın evladım ananız aşık oldu

Aşık olsam bile ben atamam ki sizleri
Siz olmadan söner mi yüreğimin közleri
Haydi evet deyinde mesut edin bizleri
Kınamayın evladım ananız aşık oldu
S.SAMYELİ

Denizli’mizin Ümlü şairi Sayın; TAHİR KUTSİ MAKAL’ın
” BABANIZ YİNE AŞIKÇOCUKLAR” 
Adlı şiirine nazire olarak yazılmıştır şiirim sevgili arkadaşlar.

www.kafiye.net


Tarih 15 Ara 2015 Kategori: Hatice HANTAL

NOSTALJİ NE DEMEK Tİ?

NOSTALJİ NE DEMEK Tİ?

Nostalji kelimesinin asıl anlamı;
Kendi vatanından uzakta yaşayan insanların yakalandığı bir çeşit hastalık olan
“”Sıla özleminin verdiği acı”” manasındadır.
Noltalji, tıp terimi olarak ilk kez 17.y.y. sonlarında kullanılmıştır.
Vatanından,yurdundan ayrı kalmanın verdiği acı ve özlem ile vücudun ve ruhun tahrip olması demektir.
Şimdi bu zamanda ise,sadece ” Eskiye duyulan özlem” manasında kullanılmaktadır.

Vatan
Vatan denilince gözlerim dolar.
Memleket bahsi geçince bir şey düğümlenir kalır boğazımda.
Türkiye ismi heyecanlandırır beni,kalbim başka türlü çarpar.
Ah Vatan,
Yüreğimde ince sızım,sonsuz hasretim…
Öyle bir vatan ki,her köşesi cennetten bir parça.
Her ili ayrı güzel… İnsanları,kültürü,şivesi kendine has, özel.
Ne şanlı bir tarih,ne mübarek atalar,ne asil bir millet…
Bu Ülke´nin bir parçası olduğuna şükür ediyor insan.Bu toprakların, bu emsalsiz yurdun kıymetini bilmek gerek.
Ne acıdır ki; doğup büyüdüğü,ömrünü geçirdiği şehir hakkında hiç bilgisi olmayanlar var.
Aslını neslini hiç merak etmeyenler var.
Geçmişi olmayanın geleceği olur mu? Kendi kendini sorgulamalı insan.
Tarihini okumayan,tanımayan,bilmeyen,bu toprakların,bu aziz vatanın kıymetini bilebilir mi?
Velhasıl,
Vatan ne demektir, ne kadar değerlidir ? bunu en iyi yüreği vatan aşkı ile çarpanlar ile bir de
ömrünü gurbette geçirenler,vatanından ayrı kalanlar bilir.
Vatan sevgisi kutsaldır.
Nitekim sevgili Peygamberimiz,efendimiz s.a.v.” Vatan için yaşamak,vatanın terakki ve telafisi için çalışmak da,
vatan için ölmek kadar şereflidir.” Buyurmuşlardır.
Vatan,bir kimsenin doğup büyüdüğü,bir milletin hakim olduğu,üzerinde yaşadığı,barındığı evidir.
Gerekirse uğrunda canını verebilecek toprak bütünlüğüdür.
Bu yüzden vatan sevgisi yüce ve asil sevgilerdendir.
Vatan,en hassas noktamız,uğrunda her türlü fedakarlığı seve seve yapacağımız,yaptığımız 
bu dünyadaki en değerli varlığımızdır.
Vatanı olmayanın dili de dini de olmaz.
Ah Vatan,
Yüreğimde ince sızım,sonsuz hasretim…
Gururum,onurum,namusum,ait olduğum yuvam,memleketim.

Konu memeleket olunca yürek öyle bir coşuyorki…Sakinleşmesi zor oluyor.
Vatan sevdası bitimsizdir.Vatana duyulan özlemi sayfalarca yazsa anlatamaz insan.
Kendi öz vatanında yaşamanın ne büyük bir nimet olduğunu ondan ayrı kalanlar bilir.
Sabah uyandığın an,o büyük huzur…Edilen şükür…
“Hamdü senalar olsun rabbim,yurdumda,öz yuvamdayım.”
Vatanda olmanın verdiği O rahatlık,o huzur,güvende olma hissi…Hiç bir şeye değişilmez.

Ey Yüce Rabbimiz,
Vatanımda huzuru daim eyle.Bu toprakları kendine vatan bellemiş insanlara huzur ver.
Birlik ve beraberliğimizi ,kardeşliğimizi daim eyle.
Sana yalvarıyoruz rabbimiz,kara bulutları üzerimizden çek.
Dünya döndükçe , Ülkemize sinsi pilanlar kuranların oyunlarını başlarına çevir.
Ey Rabbimiz, Sen vatanımızı, milletimizi, dinimizi,zürriyetimizi zalimlerin şerrinden koru. 
Amin.
Hatice Hantal
www.kafiye.net


Tarih 13 Ara 2015 Kategori: Sabiha Serin

SİVAS AĞZI SİVAS’IMIZIN ÖZDEĞERİ-KÜLTÜRÜDÜR

SİVAS AĞZI SİVAS’IMIZIN ÖZDEĞERİ-KÜLTÜRÜDÜR

Yazımın başlığında Sivas Ağzı Sivas’ımızın Özdeğeri ve Kültürüdür dedim. Çünkü bir yörenin şivesi o yörenin kendi halk kültürü olduğu için yöresini yürekten anlatan en önemli değerlerden biridir. Bizler hepimiz kendi yöremizin halk kültürüne sahip çıkıp zaman zamanda olsa yöremizin yaşatılması hatırlanması gerekir diye düşünüyorum. Bende doğup büyüdüğüm ve 4ay öncesine kadar yaşadığım toprağım Sivas’ımızın bazı geleneklerini Sivas şivemiz ile anlatmaya çalışacağım.Bazı kelimelerin karşılığını yazmıyorum.Çünkü eminim ki Sivaslı olan herkes bu kelimeleri nasıl olsa anlarlar.

Şu anda Sivas’tan uzaklardayız.4 ay önce eşimin görevi nedeniyle ayrılmak istemesem de Canım Sivas’ımızdan ayrılıp başka memlekete taşındık.Şimdi Sivas şivemiz ile Sivas özlemini hep birlikte giderelim.İşte şimdi size Sivaslı bir teyzenin Sivas şivemiz ile konuştuğu tatlı sohbeti ile baş başa bırakıyorum..İşte doğal ve yürekten olarak canlandırdığım o güzelim Sivas şivemiz ve Sivas gelenek ve göreneklerimiz….
.
——–Anam bacım aha şu dünyanın neresine gederseğiz gedin hemi vallah hemide billah gı kim derse bilinki üsbekes Sivaslıdır.Essah diyom.Damarında Sivas ganı olup da hemi ve gı yı birde essahtanmı demiyeni görürseğiz bağa den.Bulamazsığızki niyemi hemi,essahtanmı ve gı demiyen Sivas’lı ben heçmi heç gormedim. Birileri bu lafları söyliyenlere kaba diyor.Vışşş helede bahele onlar haltetmişler.Kibarlık sede gonuşmayınan olmaz anam bacım,başka şeylerde kibarlığı bilsin mehelsüzler.Böyüklere saygıyı, küçüklere sevgiyi bilsinler…Ötağan emmimgilde gonuşuyorduk da gine lafı geçdi.Emem hep dermiş ya özümüz neyse oyuk.Kibarlık gonuşmayla olacağına başka şeylerle olsun.Irahmetlikler nur içinde yatsınlar.Onlar bize özümüzü sevmeyi oğrettiler,nedek bacı.Bele gonuşunca da ohhh nasıl ece oluyor.Sivas’lı olmak gibi varmı.Özümüz bir,sözümüz bir . İçimiz temüz,yüramüz temüz, sevgi bilirük,saygı bilirük. Birbirimizin düğününü bilirük, ölüsünü dirisini bilirük, buğalınca birbirimize kenetlenip herkesin derdine gapak oluruk. Ölüde diride her yana seğirtip , sivaslı olduğumuzu belli ederük.Soğnada takdir edilürük.. Beğlece ahaliden ‘Vah Sivas’lıların da ne ece adetleri varmış’ diye takdir alıruk.Gonu gomşunun, hısım akrabanın kötü gunünde imdadına yetişip hayır duasını aluruk. Eleya bugün oğaysa yarında bağa.Noğoldum demiyecen,nolacam diyecen.Eyi günde gapımı açan çok olur,asıl kotü günde gapığı çalan olacah.Bir yarmalı pancar çorbası bişirsek, soharıç gohdu, nohusa varısa goğsü şişer,yada hamile varısa nefsi siner sevap olsun diye çorba tenceresinin yarısını tas tas gonu gomşuya dağıturuh.İşte biz Sivas’lılar darda galanın derdine gapah olmah için canımızı turap ederük hemi vallah,hemide billah.Essah diyom..Gozümüz tok,gulağımız tok.Komşumuz açken biz tok gafayı vurup yatmak.Hele de bir yabancı gordünmü bağrımıza basaruk, daha nedek hemi…Yerük madımağı şeele bastırmalıca,çemenlice,cehizimizi asaruk,aşmıya gelin hamamına gederük,bir ece kütür kütür gaynanamızın gafasını sürerük,soğna ecük dışarıda ferahlayıp buz gibi mercimekli badı yüramize yağmur gibi dokerük, yada buz gibi gazoz içerük ,.soğnada gelin hamamından çıkıp akşam gıneycesinda gederük.Ordada o ece Sivas halayımızı ayahlarımıza gara sular enene gadar, tahtalar gacur gucur edinciye gadar çekerük.İşte bu nedecen herşey yerini istiyor.Aha ölüp gidecük gı 
.Zabanan erken gahakki daha gıymalık yapacuk,iş çok anam bacım durmuyah..Öbürsü gün Erişte kesecük, yanısıra duzlu yağ sürüp arasına peynir goyup fetilleri midelere indirecük. Gız kiloda alıyohya nedekki amaaaan nedek allah kerim..Zaten andılıp oturmuyok ya erir geder. Akşamağatten goşturup duruyok.Herifler yan gelip yatıyor.Irahatlar gelip hazıra gonuyorlar.Ginede yaranamıyok, fışır fışır fışırdıyorlar.Halbusamki ekmek elden su gölden ellerini sıcak sudan soğuk suya dağdirmiyorlar. Onlar gral anam gral. Hani bir laf varya ‘ El adamı var sever, gişi adamı sağ sever’, gız anam buda gulağınıza küpe olsun bu lafımı unutman gendiğize eyi bahın, hep şıngır şıngır olun,erkek milletine güven olmaz, Hem eviğize,hem işiğize, hem gişiğize, hem uşağıza bakın emmeeeee asıl gendinize de iyi bakın.Evde gişiniz geldimmi gapısını enük cücük açmasın güler yüzünüzle siz açın. yüzünüz gülsün, onu ak pak karşılayın. Onlar kapı açıldımmı datlı dilli güler yüzlü tertemüz geyimli garı isterler.İşiğizi gücüğüzü o yoğken yapın.Günler torbaya girmediya , o gelince de onunla oturun.çayını çorbasını önüne gon, garnını burnunu doyurun hemi. Baktığızki gafası bozuk, yalığuz gon,hersi gedince o sizin yanığıza duramaz gelir zaten. Bahın benden demesi,siz bilirsiğiz.
Amaaaan buda nerden çıktıki gı ne diyordumki gafamıda garıştırdığız haaaa ne diyordum ki, yarın vahıt bulursak birgaç gün sonada bizim mehleye traktörcü pancar getirirse üç beş kasa alıp, gonu gomşu hebimiz pancarları sıpırdıp, pezük turşusu yapacuk.Allah verede Cenabı Allah yüzümüze baha da yağmur yaş olmuya.Zehmetli emme pezük turşusununda mıhlaması ,bulgur pilavının üstünde yenmesi bek ece oluyor.Şu işleri bitirsekte bir an önce gurban bayramı gelmeden oğlanı eversek.Gız anam heç doğolse gızevine gelinliğe gurban gondermekden gurtuluruh.Yok işin yoksa üzerine birde altınını ,incisini,gıvırı zıvırı,adamın ocağı batıyor bacı zaten elde yok avuçta yok,..Elimizi çabuk dutah.Daha evi barkı peklüyecük.Zaten garnım burnum ağrıyor.Den hele gızlar oyalanmanın sırasımı.İşleyen demir ışıldar,Her işi bitirekde sonunda sizi çermiğe götürürüm, çermikteki banyoda ve havuzda iki duğulursuğuz,gemükleriğiz yumuşar, havuzdan gelince de da size sıcahca teze teze çilbörek gızartırım, şenlüklüce yerük’.

İŞTE SİVAS BUDUR-SİVAS CANDIR-İŞTE BİRLİK BERABERLİK,İŞTE DOSTLUK DAYANIŞMA,PAYLAŞMA .İŞTE DOĞALLIK.

Daha yazacağım çok güzel geleneklerimiz var ama şimdilik bu kadar.Sivas geleneklerimizi göreneklerimiz ile ilgili araştırıp yazdığım Sivas Gelenek ve Göreneklerimizi anlattığım ve Sivas şivesimizide kullandığım farklı makalelerim ve yazılarımı bir kitapta toplamak istedim baskıya hazır duruma getirdim. Ancak malum emekliyim. Sponsor bulursam hayatta iken bu kitabımı da çıkartıp 2 adet Şiir kitaplarım gibi 3.kitabımı da görmek,kültürümüze kazandırmak isterim. Umarım Sivas’ımızı anlatan ve yaşamımızda olması gereken bazı şeylere ufak ta olsa anlamlı mesajlar vermişimdir. Sivaslı olmaktan her zaman gurur duyuyorum ve arada sırada da olsa güncel yaşamımda, yazılarımda ve şiirlerimde Sivas şivemizi onurla kullanıyorum. Çünkü yöremizin her şeyi bizi biz yapan özümüzdür, kültürümüzdür, özdeğerlerimizdir. Görüyoruz bazı illerin şiveleri TV dizilerinde hep ön planda, biz neden şivemizi kullanmaya çekiniyoruz, anlayamıyorum… Herkes şivesine nasıl sahip çıkıyor. Türkçeyi unuttular diziler de yöresel konuşmalar var.
Ebetteki günlük yaşamımız da Türkçemizi doğru kullanacağız. Ama kendi özdeğerlerimizi, geleneklerimizi, halk kültürümüzü de unutmayalım diye düşünüyorum.

SABİHA SERİN
www.kafiye.net


Tarih 13 Ara 2015 Kategori: Ayfer AKSOY

Seni Beklerim

Seni Beklerim

Kör oldu gözlerim Yusuf der yüreğim..
Daldanda bekler hep seni düşlerim..
Görmez senden baskasını bu gözler..
Bir umut der yine seni beklerim..

Ayazda kaldı soldu gülüşlerim..
Yollarında donuk kaldı gözlerim..
Hergün kuyularda sanki düşlerim..
Gelsin artık gelsin beklediklerim..

Tuttur yüreğine benden bir parça..
Beni unutturup kalbinden atma..
Üşüsede Yusuf diye diye yüreğim..
Züleyha gibi ben yine seni beklerim..

Ayfer  AKSOY (Ay Işığı )
www.kafiye.net


Tarih 13 Ara 2015 Kategori: Sabiha Serin

HERŞEYE KARŞI NE KADAR DUYARLIYIZ

HERŞEYE KARŞI NE KADAR DUYARLIYIZ

Özel ve toplumsal yaşamımızda her şeye karşı ne kadar duyarlıyız? 
 
Son yıllarda öyle bir süreç yaşıyoruz ki bazen çevremizde olup biten, yaşanan birçok olumsuzluklara karşı sorumsuz, suskun ve kaderci olup haklı olduğumuzu savunmaktan aciz kalıp duyarlı olmayı unutup karşılaştığımız her türlü sorunlara katlanıyoruz. 
 
   Toplum olarak öyle bir hale geldik ki yolda yürüdüğümüz zaman yanımızdaki birisi hastalanıp yere düşerse: “ Boş ver zaten işim çok, nasıl olsa  birisi yardımına gelir”. Hatta bir kavgaya şahit olduğumuzda: “Aman boş ver elbet az sonra birisi bir polis çağırır”, veya bir yangın görsek “Nasıl olsa itfaiyeye bir telefon açan olmuştur” diyebilecek kadar duyarsız olabiliyoruz. Oysa bu tür konularda başkalarını beklemeden vatandaş olarak insani duygularımızı yok etmeyip daha yardımsever ve duyarlı vatandaş olmamız gerekir diye düşünüyorum. 
 
   Ülkemizde bizlere sunulan her türlü hizmetler arasında zaman zamanda hoşnut olmadığımız konular hakkında yetkililere olumlu önerimizi sunma cesaretimiz var mı? Bu olumlu önerimizi ilettiğimizde eğer yetkililer tarafından önemsenmeyip çözüm bulunmayıp ihmal edildiğimiz takdirde ilkeli ve kararlı olup, talebimizden cevap alıncaya kadar ısrarla ve pes etmeden mücadele ediyor muyuz?  
 
   İşte bu ve bunlara benzer her konuda acaba ne kadar duyarlıyız dersiniz. Hangimiz bozuk bir mal aldığımızda çöpe atmayıp onu satan, üreten firma ve fabrika ile iletişim kurup sorunumuzu iletiyoruz. Kısacası; yaşanan olumlu ve olumsuz konularda yüreğimizde her zaman çiçek açan sevgi tomurcuklarını donatıp her zaman her şeye karşı duyarlı olmayı cesurca ve gönül kırmadan başarabilsek keşke diyorum. 
 
   Güncel yaşantımızda sevgi ve saygı ilkelerimize sadık kalarak yaşadığımız her konuda duyarlı olup karşılaştığımız tüm sorunlarımıza katlanmak yerine çözüm arayışını tercih edip mücadeleci ve cesur olursak çözülmesi imkânsız hiçbir sorun kalmayacağına inanıyorum. 
 
   Hem ailemizde, hem de toplum içerisinde daha mutlu ve daha başarılı olmak istiyorsak ilkönce her konuda, her şeye ve herkese karşı duyarlı olmayı ilke edinmeliyiz. Çünkü: Toplum olarak her şeye karşı her zaman ne kadar duyarlı olup ne kadar acı ve sevinçlerimizi paylaşmayı başarabilirsek daha başarılı, temiz, sevgi ve saygı dolu, daha mutlu yeni kuşaklar oluşacaktır.  

 

    En önemlisi sorumluluk sahibi ve duyarlı olan bir insanın hem kendisi hem çevresi fiziksel ve ruhsal olarak daha sağlıklı ve mutlu olur, ayrıca ülkemize çalışkan, duyarlı, daha hayırlı evlatlar yetiştirirler diye düşünüyorum… 

Sabiha SERİN
www.kafiye.net

 
 


Tarih 13 Ara 2015 Kategori: Nigar AGIR

RESULUM’E GİTSEM

RESULUM’E GİTSEM

Gül suyuyla yıkansam 
İhramlara bürünsem,
Zemzemden bir yudum içsem,
İçsem de kendimden geçsem,
Hakkın huzuruna böylece gitsem,
Bembeyaz kaftanı kendi elimle biçsem,
Mevladan davet olsa da gitsem de,
Gitsem de muradıma ersem,
Gül yüzlü Nebinin ellerinden öpsem,
Bu yolda ben canımı versem,
Şehitler şehidi ünvanına ersem,
Cennetül Bakiye gömülsem,
Her gün Resulum’u seyretsem,
Gül yüzünü Kabe de görsem
İşte o zaman cenneti görsem, gördüm de,
Resulum’e sohbete gitsem, gitsem de,
Sevgisinden bir damla yüzüme sürsem.

Nigar Ağır
13/12/2015
KAYSER/BÜNYAN


Tarih 12 Ara 2015 Kategori: Arcelina Vieira

MENDIGA

MENDIGA
Na vida nada tenho e nada sou !
Eu ando a mendigar pelas estradas !
No silêncio das noites estrelas !
Caminhando , sem saber para onde vou

Tinha o manto do sol ……. quem me roubou !
Quem pisou minhas rosas desfolhadas ?!
Quem foi que sofre as ondas revoltadas !
A minha taça de oiro espedaçou ,?!

Agora vou andando e mendigando !
Sem que um olhar dos meus infinitos !
Veja passar o verme , rastejando …..!

Ah ! quem me dera ser como os chacais !
Uivando os brados , rouquejando os gritos !
Na solidão dos ermos matagais
Autoria Arcelina Vieira 24 /11/ 2015
www.kafiye.net


Tarih 12 Ara 2015 Kategori: Arcelina Vieira

RUSTICA


RUSTICA

Ser a moça mais linda do povo 
Pisar , sempre contente , o mesmo trilho 
Ver descer sobre o ninho aconchegado !
A benção do Senhor em cada filho

Um vestido de chita bem lavado !
Cheirando a alfazema e a tomilho !
Com o luar matar a sede ao gado !
Dar às pombas o sol num grão de milho !

Ser pura como a àgua da cisterna !
Ter confiança numa vida eterna !
Quando descer à ))) terra da verdade !

Meus Deus , dai-me esta calma , esta pobreza !
Dou por elas meu trono de princesa !
E todos os meus Reinos de Ansiedade

Autoria Arcelina Vieira 24 / 11/ 2015
www.kafiye.net