İNSAN – Onur BİLGE

Sonbaharın son günlerinden bir cumartesi… Hava günlük güneşlik… Pırıl pırıl bir akşamüstü… Mesken’deki bir arkadaşımdan dönüyorum. Ellerim ceplerimde, tadını çıkara çıkara yürüyorum. Yürüdüğümü fark ede ede… Kaldırımın birinden diğerine geçerken gözüm sağ tarafta birine ilişti. Bir ses duyarak o yana bakmıştım. İnce, uzun, beyaz bir bastonun tıkırtısıymış. Orta boylu, zayıf bir siluet… Lacivert takım elbiseli, kumral biri… O da aynı kaldırıma çıkmak üzere engeli yoklamada… Henüz bir iki adım atmıştım ki geriye döndüm ve ona doğru yöneldim:
“Haydi beraber yürüyelim! Bırakın onu! Öyle yavaş değil. Şöyle hızlı hızlı…”
“Peki ama onun için koluma girmeniz lazım.”
“Tamam! Girdim bile. Haydi uçalım! Hava o kadar güzel ki! Sıcacık… Dünya ne güzel! Yaşamak ne güzel!”
“Siz rehabilitasyonda mı çalıştınız?”
“Hayır ama hayattan zevk almasını bilen biriyim. Yaşadığını fark ederek yaşayan… Ben Semiray… Öğrenciyim.”
“Tahsin Buyruk… Avukat… Nerde okuyorsun?”
“Akademide…”
Birkaç sokak geçtik hızla. Bir taraftan da konuşuyoruz. Sanki bir daha hiç göremeyeceğiz birbirimizi. Birkaç dakikalık bir zamanımız var. Birazdan o bir tarafa gidecek, ben bir tarafa… Ben otobüs durağında kalacağım. Belki o da ama mutlaka başka yerde inecek. Belki başka bir otobüse binecek… Belki de dümdüz devam edecek. Benim gibi sola sapmayacak. Köşede ayrılacağız. O da benim için aynı şeyleri düşünüyor olmalı. Konuşmak istiyoruz. Tanımak birbirimizi… Anlatacaklarımız var. Açılan konular yarım…
“Haydi! Karşıya geçiyoruz. Hızımız kesmeden, bir araç gelmeden…”
“Bir tane geliyor gibi… Sağdan…”
“Evet. Nerden bildiniz? Beyaz bir arabaydı.”
“Sesinden… Buralarda bir çay ocağı olacak. Birer çay içebiliriz.”
“Biraz durakta oturup konuşalım. Sonra kararlaştırırız nereye gideceğimizi. Şu aradan geçelim, şuraya oturalım…”
Bir süre de orada sohbet ettik. Kırk yıllık dost gibiydik. Ara ara unuttum göremediğini. Ona saati sordum. Yadırgamadı. Yokladı ve söyledi. Üç buçuktu.
“Dörtte yazıhanede olmam gerekiyor. Müvekkilim gelecek. Birlikte gider miyiz? Size çay ikram edebilirim.”
Acelem yoktu. Akşama kadar başka işim de yoktu. Aslında bu havada hemen eve dönmek de istemiyordum. Hem ne güzel anlaşıyorduk. Bir arkadaşta aradığım bütün özellikleri taşıyordu. Akıllı, kültürlü, dolu dolu biriydi. Dengeli, güvenilir, sakin… Bense uçuk kaçık… Aceleci, heyecanlı, meraklı… Onu, anket memuru gibi soru yağmuruna tutarak, anlattığı gibi değil, zaman içinde anladığım gibi tanımak istiyordum.
“Zaman nasıl da geçmiş! Vaktim azaldı. En iyisi taksiyle gidelim. İlerde bir taksi durağı olacak. Haydi, oraya kadar yürüyelim.”
Kaldırımların bitimine geldiğimizi, adımlarımın yavaşlamasından anlıyor olmalıydı. Bir ara yine acelemden ayağım kaydı. Önüne doğru döndüm. Tuhaf ama gerçek, o beni tuttu. Daha sonra bir daha tökezledim. Yine müdahale etti. Güya ben ona yardımcı olacaktım. Orayı gayet iyi biliyordu. Ağacı, taşı, önemli yerleri… Yürürken önüme bakma âdetim yoktur. Bazen bir çukur ya da tümsek sektirir beni. Ara sıra düştüğüm de olur. Düşeceğimi anlayınca sağ elimi ve dizimi yere koymaya çalışırım. Küçükken de öyle yapardım. Onun için sağ dizimdeki yara izleri daha büyük ve çoktur.
Çatalfırın’da indik. Yazıhanesi ana cadde üstünde, ikinci kattaydı. Kapıyı sekreteri açtı. Bizi ciddi ve zarif bir edayla karşıladı. “Sema, bize hemen çay yap! Misafirimiz var.” diyerek odasına doğru yürüdü. “İşte burası… Şöyle geç otur. Hoş geldin!” derken, kolundaki cübbeyi kapının arkasındaki askıya asmış, masasına geçmek üzereydi. Ben de karşısındaki koltuğa iliştim, sol tarafımda kaldı.
Oda çok geniş değildi. Gösterişsiz bir şekilde döşenmişti. Aramızdaki üstü camlı koyu kahve tahta masa için bomboş denebilirdi. Oysa üstünde, her zaman bulunması gereken daktilo, kalemlik, sümen ve kül tablası gibi birkaç parça eşya vardı. Sağ tarafa çekilip, düzgün bir şekilde yerleştirildikleri için göze batmıyorlardı. Masanın ucunda, hemen sol tarafımda küçük boy, acayip bir satranç takımı dikkatimi çekti. Engebeli araziye benzettim. Karelerin farkı, yükseklikleri, alçaklıklarıydı. Her birinin ortasında birer çukur vardı. Piyonların altlarındaki çıkıntılar oralara giriyordu. Kahverengiye boyanmış, yer yer oyularak tahtanın doğal rengi meydana çıkarılmıştı. Onun dünyasında renklerle ayrım yapılması mümkün olmadığından bir tarafın piyonlarının üstü düzlenmiş, diğer tarafınkilerin üstlerinde minik birer kabartma oluşturulmuştu.
Satranç şampiyonuymuş. Ben de biliyordum ama bir şampiyonla karşılaşacak kadar değil. Belki yeni öğrenenlerle falan… Fakat damada kendime güveniyordum. Rakibim ne kadar güçlü olursa olsun, rahatça oynayabilirdim. Zaten çoğunu kolayca yeniyordum. O konuda kendime güveniyordum. Bunu ona söylediğimde:
“İstersen oynarız. Haydi diz bakalım!” dedi.
Dama için fazla karmakarışıktı. Renkleri, engebesi… Ben tavla arkasında, renkli pullarla oynamaya alışıktım. Eksik pul yerine başka bir şey koyar, ilk yenilen taşlarla değiştiriverirdik. Koltuk alçak, masa yüksek olduğu için tam göz hizama geliyordu. Piyonların konumunu gerektiği gibi göremiyordum. Onların arkasından bakıyor, olaya hâkim olamıyordum. Onunsa buna ihtiyacı yoktu. Yani tam tepeden izlemeye… Elleriyle, parmaklarıyla yoklayarak, beyninin içinde oluşturduğu görüntü yardımıyla oynuyordu. O görüntü maddeye ve bakış açısına bağlı olmayıp, arzu ettiği gibiydi. Hayaline kalmıştı. İster zeminde tahayyül ederdi, ister karşı duvarda, boydan boya… Kuşbakışı, renkli, net… Bense karmakarışık buluyordum. Hele böyle bir engebeli arazide ilk kez yürüyordum.
Bir de ben aceleci bir mizaca sahibim. O ise oldukça sakindi. Kendi sahasındaydı. Satranç oynar gibi uzun süre düşünerek hamle yapıyordu. Beklemekten hiç hoşlanmıyordum. Hızlı hızlı oynamak istiyordum. Sanki öyle olunca kıran kırana olacaktı. Karar vermem ve oynamam üç saniye sürmüyordu.
Bu arada gelen gidenler, bir şeyler soranlar oluyordu. Sık sık telefona bakması gerekiyordu. Birkaç kez camı açıp kapattı. Birkaç kez raftaki ve dolaptaki klasörleri çıkarıp evraklara baktı. Bembeyaz kâğıtlardı. Belki de üstlerindeki kabarık noktalardandır, çok kalın olmasalar da kartonumsu bir görünüme sahiptiler. Parmaklarını üzerlerinde gezdirerek okudu. Böyle bir olaya ilk kez şahit oluyordum.
Yan taraftaki mutfaktan tıkırtılar geliyordu. Tepsi hazırlanıyordu. Daha sonra çay kokusu gelmeye başladı. Güya çay içmeye gelmiştik ama artık önemini yitirmişti. Şimdi dama zamanıydı. İsabetli kararlar alıyor, tuzaklar kuruyordu. Ben, oyunu akışına bırakanlardandım. İçgüdülerimle oynamaktan hoşlanan, kurallara aldırış etmeyen, asla yapılmaması gerekenleri cesurca yaparak risk almayı seven, heyecan arayan, kazanmayı değil, doyasıya eğlenmeyi amaç edinmiş biriydim. O, ciddiyeti oyunda da elinden bırakmıyordu. Kıyasıya bir mücadele olacağını umarken beni elinin ucuyla yeniverdi. Üstelik hemen değil. Pek çok damayla, evire çevire… Kedinin fareyle oynadığı gibi… Dalga geçercesine… Sonuna kadar oynamak âdetim olduğu ve rahatça keyfini çıkarmasını istediğim için aynı tempoda sonuna kadar devam ettim. Ben de kendimi tiye almaya başladım.
Yenilgiye alışık değildim. Beş yaşından beri oynadığım bir oyundu bu. Nasıl olurdu! Şaşkına dönmüştüm! Bu arada çaylarımız geldi. “Kaç şeker?” diye soruldu. Önemli miydi! Ben baya baya yenilmiştim! Şekerli ya da sade… Ne fark ederdi!
Yenilen pehlivan güreşe doymazmış. Tekrar oynamaya başladık. Yine piyonların arkasından bakıyordum. Bir padişahın ordunun arkasında kalması gibi… Savaş meydanını tam görememesi gibi… Gelişen duruma tam vâkıf olamadığım için yanlış strateji uygulamam, tehlikeleri sezememem doğaldı. Askerlerime tuhaf emirler vermeye başlamıştım. İşin ciddiyetini idrak edip bu defa fazla temkinli olmayı yeğlediğimden piyonlar çift sıra halinde sağ tarafa yığılıp yolları sımsıkı kapattı. O da bana göre vaziyet aldığı için aşağı yukarı aynı şeyi yaptı. Oyun kilitlenmeye, hava da kararmaya başladı. Bu defa ben de bir şey göremez olmuştum. Şüpheli piyonları parmağımın ucuyla yoklamaya başlamıştım. Aksi halde onun taşlarıyla oynamaya başlayabilirdim. Bizi bir süredir izlemekte olan müvekkili de göremez olunca:
“Hava karardı. Siz nasıl görüyorsunuz?” diyerek kalktı ve düğmeye dokundu ama ışık yanmadı. “Ampul gevşemiş olabilir.” diye ayakkabılarını çıkarıp masanın üstüne çıktı, baktı ki gevşeme falan yok: “Ampul patlamıştır.” dedi ve indi.
Rakibim: “Benim için fark etmez ama artık aydınlık bir yere geçmemiz lazım.” diyerek kalktı. Bizi salona aldı. Orası inadına ışıklıydı. Birdenbire karanlıktan apaydınlık bir yere gelince gözlerim kamaştı. O da ışığı fark ediyormuş. Çok az görebiliyor ama tam seçemiyormuş. Onun için ortamın aydınlık veya karanlık olmasının bir farkı yokmuş. Elleri göz olmuş.
Tekrar yenileceğim kesindi. Ben oyunu yarım bırakmayı istemiyordum, o ise beni ikinci kez yenmeyi… Devam etmek için vakit çok geçti. Beni yemeğe beklerlerdi. Zaman nasıl da geçmişti! Geç kalmayı, kaçmış olmaya tercih ediyordum ama bırakmayı o istedi. Yer değiştirince oyunun tadı kaçmıştı. Üstelik müvekkili de görüşmek için epeydir sabırla beklemekteydi. Samimi olsalar da onu daha fazla bekletmek olmazdı. Hayatımda ilk kez bir oyunu yarım bırakıyordum. Tekrar görüşmek dileğiyle ayrıldık.
Mutlaka sıkılmıştır. Ona çok hafif gelmişimdir. Belki de onun için devam etmek istememiş, kibarca bitirmiştir. Yok yok, ondan değil… Yeni tanıştığı, üstelik misafir ettiği bir kıza o kadar yüklenmemek içindir. Mutlaka öyledir. Fakat öyle olsaydı, işi o kadar sıkı tutmazdı. Gereken şekilde oynuyordu. Her neyse, nedense…
Mükemmel bir insandı. Çok akıllı ve dengeliydi. Vaktinden önce olgunlaşmıştı. Benden çok büyük değildi. Gözlerinde ve bakışlarında bir anormallik yoktu. Beyaz baston olmasaydı, kimse göremediğini anlayamazdı. Onun yanında kendimi genç kız gibi değil, çocuk gibi hissettim. Şablon mükemmeldi. Tüm eksikliklerimi ortaya çıkardı. Onları birer birer tamamlamaya çalışmalıydım. Bu eksikliklerim, Virane’deki arkadaşlarımın arasında hiç de bu kadar bariz değildi.
Eksiklik neydi? Bir azanın noksanlığı mı? O zaman neden onda değil de bende ortaya çıkmıştı? Hem de bir değil, birkaç tane birden… Yeteri kadar ağırbaşlı olmamak, çocuk kalmak gibi… Onu yenecek akıl ve deneyime sahip olamamak gibi… Onun kadar kendine güvenir hale gelememiş olmak gibi… Görebildiğim halde neleri göremediğim, o yüzden ne fırsatlar kaçırdığım gibi… En acısı, beni gözü kapalı yendiği gibi… Daha neler neler…
Ev çok uzak değildi. Çatalfırın’dan Beşikçiler’e doğru giderken bunları düşünüyordum. Noksan bulduğum kendimi, mükemmel gördüğüm avukatı… İnsanı… Sonra yaratılışı, Yaratan’ı…
İnsan… En mükemmel yaratık… Kendisine gözler, kulaklar verilen, azalarla donatılan, akıllı ve sorumlu varlık… “İKRA!..” emrinin muhatabı… Oku! Kendini oku! Kendini ve kâinatı… Oku, anla ve anlat! Anlat ki anlaşılsın hakikatin özü!
Ey, akıl gibi en büyük nimet bahşedilen! Zeki yaratık… Dinle, bak, gör ve idrak et!
Ey, kalemin ilk yazdığı! Yazılımını oku! Yazılımından başlayarak âlemi, âlemleri… Okunması gerekenlerin okunabilmesi için insan, yaratılanları ervah âleminde görür.
Ey, ilk yaratılan ruh! Ruhuna, ruhunun derinliklerine in ve ruhaniyetin anlamını kavra! Kavra, hisset ve hissettir!
Ey ilk yaratılan nur! Âlemlerin nurundan yaratıldığı ışık varlık… Aydınlan ve aydınlat! Nurunu âlemlere saç! Güneş ol. Ey Kureyş Güneşi! Kâinat, nuruna muhtaç… Işı ve ışıklandır!
İnsan… Ahsen- i Takvim… En güzel biçimde yaratılan, en değerli nimetlerle donatılan… Eşref-i Mahlûkat… Yaratılanların en önemlisi, en akıllısı, en şereflisi…
Bir takım katkılarla karıştırılan nutfeden yaratılan, denenmek için evirile çevrile işitir ve görür hale getirilen varlık… Akıllı ve sorumlu…
Akıl ve sorumluluk… İşte bana rahat vermeyen… Uykularımı kaçıran, huzursuz eden…
İnsan, henüz anılmaya değer bir şey değilken bağlı olduğu makamca değer verilip kontrol altında halden hale, şekilden şekle sokulan; gelişen, doğan, büyüyen, belli bir çağa erişince kurallara uymakla ve emirleri yerine getirmekle mükellef olan bağımlı varlık…
Bir tarafta içinde bulunduğu kabuğu gibi madde âlemi, bir tarafta da hiç bilmediği, bilmek zorunda olduğu mânâ âlemi… Yerle gök arasında asılı yaratık… Kukla misali… İpler, ait olduğu yere sımsıkı bağlı… İstemekte ve beklemekte… Onaylanmadan arzularını gerçekleştirememekte… Bir yanda arzuları, bir yanda sorumlulukları… Yeryüzü olanca göz alıcılığıyla davet ederken gökyüzü sessizce ve sabırla beklemekte… Ait olduğu Zâtı görünceye kadar gaflette, vakit öldürmekte… Kıbleyi buluncaya kadar her yöne dönmekte, her önüne gelen sokağa sapmakta… Aval aval bakmakta, bakınmakta… Batmakta batmakta…
İnsan, güdümlü bir varlık… Yaratılımı başladığı andan, hatta yaratılması murat edildiği andan itibaren İlahi plan içinde bulunmakta, programlandığı şekilde yol almakta… Ne zaman ve nasıl yaratılacağından, yaşatılacağından habersiz; kesinleştirildiği gibi gelmekte…
Gelişi tesadüfi olmayan, ezelden kararlaştırılan kişilerden, onlarcasının içinden seçileninle, milyonlarcasından birinin birleşmesinden, kesinleşmiş zamanda, Yaratan’ın emriyle ve O’nun kontrolünde var edilmeye başlanan, döndürüle döndürüle üç karanlık içindeki en korumalı yere gönderilip tutundurulan, kemikleri üst üste dizilen, üzerlerine et giydirilen, sonra ambalajlanan, görür ve işitir hale getirilen, ruhuyla eşleştirilen, gelişimi tamamlanınca kendinden habersiz ve çok muhtaç bir vaziyette dünyaya gözlerini açan gariban… Büyümesi ve bilinçlenmesi sabır ve zaman isteyen yaratık…
İşiten ve gören… Şahit olan ve şahitlik eden… “Eşhedü…” diyen…
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 386

www.kafiye.net