TEKVİN
Onur BİLGE

TEKVİN Yayılan dalları toparlayıp kurdelelerle onlara bağlamıştım. Bir süre sonra, çiçeklere dayanak olmaları amacıyla diktiğim dallardan hayat fışkırmaya başlamıştı. O, çiçeğe hazırlanan taptaze dallar, başlamış oldukları işi tamamlamış, pembe çiçeklerle donanmışlardı.

Olduğu yere yığılıp kalmış, saksısına yapışmış bakımsız mum çiçeğini yerinden kaldırabilmek için güçlü desteklere ihtiyaç vardı. Uzun, dolgun ve çatallı dalları toprağına saplamıştım. Kalınlarının bile çiçeklendiğini görünce, onların ince ve genç olanlarını kanırtarak alıp iki camgüzeli saksısına saplarken ağaç olabilmeleri umudu içinde dua etmiştim. Zayıf bir ihtimaldi ama olabilirdi. Gerekli şartlar sağlanmazsa olmayabilirdi de… Sadece taşıyıcı olarak kalabilirlerdi. O kırılgan dalları itinayla toparlayıp çok sıkmadan, iki tarafı da incitmemeye dikkat ederek onlara bağladım. Biliyordum, çiçeklenmeyeceklerdi. Çiçeklenme zamanları diğer saksıdayken geçmişti. Çiçeklenecek olsalardı, o zaman çiçeklenirlerdi. Üstelik ağaçtayken taşımakta oldukları o tomurcuklar olgunlaşmaya fırsat bulamamışlardı. Üzerlerinde, belli bir orana göre dizili başka kabarcıklar vardı. Yaprak veya filizler için olabilirlerdi.

Budama zamanı mıydı? Tam çiçeğe durmuşken… Yeşerecekken… Hangi acımasız el doğramıştı bunları? Kollarını, bacaklarını… Niçin?

Aradan bir süre daha geçti. Saksının dibindeki dalın ucunda tomurcuklar belirdi ve bir yeşillik göründü. Aşağısında da benzer kabarıklıklar vardı. Diğerine de baktım. O da yeşermeye hazırlanıyordu. Allah, yaratma sanatını sergiliyor, ölüye can veriyordu. Hayat, uçtan dibe doğru ilerliyordu. Yedi, beş ve üç yapraktan oluşan bir canlanma…

Diğer dalın ucu kırıktı. Onun için orada faaliyet yoktu. Çok aşağısından, topraktan bir karış kadar yukarıdan patladı. İlk tomurcuk, oradan beş yaprak verdi. Daha uzun, daha kart bir çubuktu.

Acaba toprakta nasıl bir faaliyet vardı? Kök salacak, ağaç olmaya gayret edecekler miydi? Yoksa hazırladıkları çiçekleri gösterdikten sonra döktükleri gibi yaprakları da taşıyamayacak, zayi mi edeceklerdi?

Bu ağaçların, güzelliklerini teşhire ne kadar da aceleleri vardı! Daha yapraklanmadan pembe beyaz gelinliklerini giyiyor, sonra da çıplak omuzlarına yeşil pelerinlerini alıyorlardı. Yeşeren yavrularını, yeşilliğin korumasında büyütüyor, gelişimleri tamamlanırken renklenen yanaklarını göstermeye başlıyorlardı. Biliyorlardı ki yavruları kendilerinden birer birer koparılıp alınacak, onlardan ebediyen mahrum kalacaklardı.

Hayat, var oluşla yok oluş arasında biteviye devam ediyor, biri birine ekleniyordu. Biri, diğeri için doğuyor, biri diğeriyle can buluyordu.

O ne güzel zamanlamaydı ki aynı bölgede aynı türden bitkiler hep birden kıpırdanmaya başlıyor, birlikte giyiniyor, birlikte soyunuyorlardı! Programlandıkları işleri hep beraber yaparken zamanı hiç aksatmıyorlardı. Ağaçlar birlikte çiçeklenip yapraklanıyorlar, birlikte meyveye duruyorlar; otlar birlikte boy atıp, birlikte kuruyorlardı. Vakti gelince tohumlar yarışırcasına çatlıyor, ekinler yarışırcasına uzuyorlardı. Sırt sırta başaklanıyor, yan yana sararıyorlardı. Üst üste yığılarak işlevlerini tamamlıyor, yokluğa yöneliyorlardı.

Topraktan toprağa kutsal bir yolculuk… Ne varsa topraktan, toprağa gidiyordu. Toprakta bir değişim, sessiz bir devinim… Kudret eliyle yoğruluyor, şekillendiriliyor, halden hale geçiriliyordu.

Yerçekimine bağlı her şeyin yerden yere seyahati… Yokluktan varlığa, varlıktan yokluğa dönüşüm… Birlikten çokluğa, çokluktan tekliğe…

İlk inen sure… Alak Suresi… İlk inen ayetler… Neyden ve nasıl yaratıldığımıza ait bilgilerle başlayan bilgilendirme… Bize bizi anlatan, önce kendimizi bilmemiz gerektiğini belirten… Bize bizi tanıtırken yaratılışı, türeyişi, yanı sıra Yaratan’ı anlatan…

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!”

Ne okuyacaktı Ümmi Kul? Kâğıt yoktu, kalem yoktu. Dağın doruğunda bir mağara, çevrede boylu boyunca kayalar… Kayalarda ne bir satır, ne bir harf… Karşı karşıya iki zat… Allah’ın ilk emri ve bir çaresizlik… Hüzünlü bir cevap ve boyun büküş:

“İKRA!”

“Lâ edri…”

Emir kesin! Emir demir! Okunacak yazı namına hiçbir şey yok!

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!”

Fakat bir Yaratan var. Bir Rubibiyet var. Rab, kelime anlamı itibarıyla yönetici… Reis… Aile reisleri için kullanılmakta olan bir sıfat… Burada evrensel bir anlam taşımakta… O’nun adıyla okunması istenmekte ama neyin? Kâğıt yok, kalem yok! Tavan, taban, duvarlar bomboş…

Bir melek, bir insan… Bir de Rab!.. Yaratan bir Rab ve Rabb’in adıyla okumak… Okunacak iki varlık var, kayalardan ve topraktan başka… Biri insan biri melek… Yazı yok, yazan yok. Biri ümmi, biri görevli… Okuyacak olan görevli değil. Olsaydı, emri iletmezdi. Bir emreden var, bir emir alan… Emir, en büyük yerden… Yücelerden… Yüceler Yücesi’nden…

Bir yazan var ki okuyan gerekmekte… Gerekmekte ki melek emretmekte… Kendi namına değil… O’nun namına… O, Rab!.. O, kalemi tutan… Yazıyı yazan… Yazılan kim? İnsan!

Melek sorumlu değil… Emir kulu… Orada tek sorumlu, insan! İnsan, kudret eliyle yazılan yazı… Yok sayılacak kadar görünmez haldeyken, okuya okuya bitirilemeyecek bir yazılımla donatılan… Emir, insana… Âlemlerin Rabb’inden insana…

“İKRA!”

İnsan okuyacak. Neyi? Yaratılışını… Nasıl yaratıldığını… Nerden okuyacak? Rabbin kaleminden…

İnsan, koparılan bir dal, mağaraya dikilen… Tomur tomur taptaze bir dal, yazılımla dopdolu… Patlamaya hazır çiçekler, yeşermeye hazır… Köklenmeye, olgun meyveler sunmaya insanlığa… Satır satır yazılan, yaprak yaprak okunacak olan… İnsan, baştan başa Kur’an…

İnsan… Mağarada ayakta duran… Ayakları toprakta, sayfa sayfa açılıma hazır… İlk emrin muhatabı… Kendisini okuma emriyle karşı karşıya… Mağara, dağın rahmi… Üç karanlık içinde var edilen, nasıl var edildiğini, Var Eden’in adıyla, yine Var Eden’den öğrenmeye hazır…

Mağara ana karnı… Bir Peygambere gebe… O ki mağaranın duvarına asılı bir varlık… Parçalanan kayalardan, ufalanan taşlardan oluşan topraktan yaratılan, kudret eliyle sulanan, boy atan, olgunlaşan ve doğan… Doğan ve aydınlatan evreni… Sevginin meyvesi, aşkın eseri…

Rab… Terbiye eden, eğiten, öğreten… Mürebbi… Öyle bir mürebbi ki istediğini, dilediği şekilde yaratan… Yaptıklarını fiil sıfatıyla yapan… Bütün sıfatları tekvin sıfatının anlamı içine giren…

Tekvin, icat ve yaratma… Mâdum olan bir şeyi vücuda getirme… Tekvin… İlim, irade ve kudret sıfatından ayrı bir sıfat… Yaratmak, rızık ve nimet vermek, azap etmek, diriltmek, öldürmek gibi bütün fiillerin rücu ettiği sıfat… Eser ve tecellisi…

Kudret ve tekvin… Birer kemal sıfatı… Zıtları olan acz, Allah için muhal… Tekvin de Kudret’e dahil… Yaratılması takdir edilenlerle ilgili…

Allah Teâlâ, Mükevvin… Yaratan, Tekvin eden… Yaratmak, icat etmek, vücuda getirmek, Kudret sıfatıyla olmakta… O nedenle Eş’arîler için yedi sıfat var. Sıfât-ı Seb’a… Mâtüridîlerde Tekvin ayrı bir sıfat olarak kabul edilmekte…

Yaratılış ve Altın Oran… Bir fibonnacci serisinde yer alanardışık iki fibonnacci sayısı arasındaki sabit oran… Yaklaşık 1.618… Fibonnacci, o sayı dizisini doğadaki oluşumları açıklamak amacıyla bulmuş.

Bilip öğrenmenin anlamı, Yaratıcı’yı merak, sanatı seyretme, altın oranları görme, bu muhteşem yaratılışın ve Yaratan’ın sırrını çözmeye çalışma ve zannetme… Allah, kulunun zannı üzre…

Altın oran, evrensel güzellikte… Ayçiçeğinde, kozalakta, salyangoz kabuğunda, piramitlerde, Mimar Sinan’ın bütün cami kubbelerinde, Leonardo da Vinci’nin Mona Lisa’sında, Stanley Kubrick filmlerinin yaklaşık tüm karelerinde, kar kristallerinin budaklanma noktaları arasında, kulakta, insan yaratılışında, Kâbe’nin yerinin tespitinde… Hemen hemen her yerde… Her güzellikte gerçekleşen mucize… Güzelliğin, matematiksel anlatımı…

Beyin, insan dağının mağaralarından biri… Kalp de öyle… Gönül de… En şerefli yaratık, insan… En muhteşem varlık, akıl… En güzel yer, gönül… İnsanın mucizevî görevi, düşünmek…

“Dilini depreştirme! Biz onu senin kalbine indireceğiz.”

Kur’an… Ümmi Kul’un kalbine nakşolan! Hafızasına kaydedilen… Aramızdan seçilmiş olan insanı çiçeklendiren… Bir süre yeşil pelerin altında gizlenen, sunuma hazır hale geldiğinde insanlığın yararına sunulan…

Bir dal çiçeklendi Hıra’da. Mağarada bir dal yeşerdi. Mekke’de bir ağaç köklendi, filizlendi. Bir süre kem gözlerden gizlendi. O gözler ki bakışlarıyla az daha bir fidanı yerinden sökecekler, yere devireceklerdi! Kökleri Mekke’de, gövdesi Medine’deydi. Dünyanın dört bir yerine dal budak salmış, tüm insanlığa olgun ve dolgun meyveler sunmaya hazırlanmıştı.

O Seçkin İnsan, okumakla emrolunmuştu. Okumakla ve okutmakla… İnsan yaratılışından başlanarak tüm evren kitabı okunmalıydı. Hitap insanaydı. O sorumlu yaratılan gafile… Önce kendisini bilmeliydi. Neyden yaratıldığını, nerde yaratıldığını, neden yaratıldığını… Yaratan:

“İnsanları ve cinleri yalnız Bana kulluk etsinler diye yarattım!” diyordu.

Kulluk neydi? Nasıldı? Nerde başlar, nerde biterdi? Neler içerirdi? Kul, nerden başlayacaktı öğrenmeye? İlk neyi bilecekti? Mağara, Kur’an doğuracaktı. Hıra, bir Peygamber…

Bir kul… Okuma yazma bilmeyen bir kul, okumaya başlayacaktı. Okumaya, kendinden başlayacaktı. O yoktu. Var edildi. Ana rahminin duvarına asılan bir parçacıktı. Kökü, o saksının toprağında… Oracıkta yeşerdi. Sonsuz Kerem Sahibi, onu bir alekadan, yani embriyodan yarattı. Kalemle yazmayı ve bilinmeyen şeyleri öğretti.

Sırlar, yaratılıştan başlanarak birer birer açıklanmaya başlıyordu. Rab, insanı insandan başlayarak öğretiyor, eğitiyordu. Kişi kendisini bilmeliydi. Kendisini bilmeyen neyi ne kadar bilebilirdi?

Nefsini bilen, Rabbini bilirdi.

***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 385

www.kafiye.net