Kategoriler

Arşivler


Tarih 29 Eki 2014 Kategori: Gülsüm Hicran ÇAÇUR

ÇEVRECİYİM Mİ DESEM YA PETŞİŞELERİM?


ÇEVRECİYİM Mİ DESEM YA PETŞİŞELERİM?

Ben yaşadığım çevrede insan olarak yaşıyorsam yaşadığım çevreden sorumluyum. Temiz bir çevrede yaşamak istiyorum. Temiz çevrede yaşamakta benim, senin, bizim elimizde. Hepimizin elinde.

Keşke, keşke diyorum. Her birey  üzerine  düşen görevini tam olarak yerine getirirse   alışkanlık haline getirsek çevre temizliğimizi sokaklarımız gözümüzü, ruhumuzu, gönlümüzü açsa.. Tertemiz bir çevrede yaşasak.

 

Ah ah..!  Öğrencilerimize, çocuklarımıza bu alışkanlığı küçük çok küçücükken aşılasaydık. Okul bahçesi ve okul çevresindeki sokaklarımız su pet şişelerinden kirliğinden adım atılmayacak hale geldi.

_ Ah ah ..! Çok da uzak değil ki çöp bidonu, elimizi uzatsak hoop çöp bidonun içinde çöpümüz. Biz nedense o kadar küçük zahmete bile katlanamıyoruz.

 

 

Öğrencilerimiz, çocuklarımız haklı. Alışmadılar ki; el bebek, gül bebek şeklinde yetiştirdik.  Anne baba olarak biz çocukken çok sıkıntı çektik ya çocuklarımız çekmesin. Elindeki çöpü bile alıp biz attık… Parkta otururken. İçtiği içeceğin, yediği kraker poşetini eline verip arkasındaki çöp bidonuna atmasını istemedik ki. Hatta ona biz örnek bile olduk. Nasıl olsa Garson var toplar masanın üstünde bırakıp.. Çok hııı demek böyle diye diye. Elini uzattık bir adım yakınındaki çöp bidonuna atmaz çöpünü…

Oysa atalarımız ne atasözleri miras bırakmış bize… Değerini bilen kim Acep?   Temizlik üzerine pek çok güzel söz söylemişler.  “Aslan yatağından belli olur”

Evet .. Atalarım siz söylediklerinizi yapsak ve öğütlerinizi dinleseydik. Sadece okulda Türkçe, Edebiyat dersi işlenen ders olmayacaktı. Atasözlerimiz. Ben bir birey olarak kendi üzerime düşeni yapsam, yerlere çöp atmasan, tükürmesen, kutu kola şişlerini görünce yerden eğilip çöpe atacağıma, top gibi oynamasaydım.

 

Ah Ah…! Babaannem ve anneannem sabah ezanı ile kalkar. Namazlarından sonra eline bir süpürge  avlusunu süpürdükten sonra kapının önünü süpürürlerdi. En az komşu yapardı. Sokaklar tertemiz.. ki. O zamanlarda sokağın her köşe başında çöp bidonları yoktu. Nur içinde yatın.

Birde Neyi kabul edemiyorum. Biliyor musunuz? Su şişesi alıyoruz. Yarıya kadar içeriz. Taşıma üşengeçliğimiz mi, yoksa başka bir neden mi?. Bilmiyorum. Yarıya kadar su şişesini de atıyoruz. Sokağın ortasına yada çöpe…,

 

Ya arkadaşım, ya kardeşim, ya çocuğum… Yani susuzluk çekiyor dünya bir damla suya hasret kalacağız. Ya da bir damla suya hasret toprak, ya da bir damla suya muhtaç sokak hayvanları. Ya da bir damla suyla canlanacak çiçekler, ağaçlar….

 

İçmiyor musun?, Taşıyamayacak mısın?  Sana en yakın ağaç ya da çiçeğin dibine boşalt. Belki de Rabbimin rızasını da burada kazanacaksın. Çöpün yanında o kadar çok ufak kaplar var ki… Dök içmek istemediğin  şişesindeki  suyu .. Bu sayede de bir kedi, bir sokak hayvanı veya kuşlar susuzluğunu gidersin.

Gülsüm Hicran ÇAÇUR
www.kafiye.net

Bakın işte çevre kirliliği için verdiğin bir su şişesiyle başardık.. Çöplerimiz lütfen ama lütfen çöpe atalım. Belediye başkanımıza ve temizlik personelini kızacağımıza görevini yapmıyor eleştirileriyle…

Çenemi yoracağımızı. Kendi elimizdeki çöpü çöp bidonuna atmamız, bir ilk derken en azından gözümüzü yoran kirlilikten kurtulmuş olacağız. Küçük bir adımda bile duyarlı olunmalı alınacak küçük önlemler ile çevremizi temiz tutabiliriz. Sevgimle kalın.

Gülsüm Hicran ÇAÇUR
www.kafiye.net


Tarih 29 Eki 2014 Kategori: Yegane Sercuvarlı

DÜZGÜNEM


DÜZGÜNEM

GELDİM GÖRDÜM CAH-CELALLI DÜNYANI,
BAYKUŞLARLA VİRAN OLUB HER YANI.
İSTİYORUM ARTIK O BİRİ DÜNYANI
YORĞUN DÜŞDÜM,YORULMUŞAM ÜZGÜNEM,
YERİM YOKDU BU DÜNYADA DÜZGÜNEM.

GEDİB GÖRMEK İSTİYORUM ORANI,
O CENNETİ,CEHENNEMİ,DİVANI.
İNCELEDİM VEREQ -VEREQ KUR’ANI,
YENE DOLDU DERYA GİBİ BU SİNEM,
YERİM YOKDU BU DÜNYADA DÜZGÜNEM.

BİR GÜN OLA,YER YÜZÜNE NUR YAĞA,
ŞEFKET İLE SARILAYDI DAĞ – DAĞA.
EH NE DEYİM BU DÜZENE,BU BAĞA,
GELDİM SONA,GİRMEM DONA EZGİNEM,
YERİM YOKDU BU DÜNYADA DÜZGÜNEM.

SEYR ETDİKCE BU SEHİRLİ CİHANI,
GÖRDÜM SARIB YAM -YAMLARIN DUMANI.
TUTAMMADIM GELDİ,GETDİ ZAMANI,
GEC KALMIŞAM BA’Zİ ŞEYE ÜZGÜNEM,
YERİM YOKDU BU DÜNYADA DÜZGÜNEM.
M. YEGANE__SERCUVARLI
www.kafiye.net


Tarih 29 Eki 2014 Kategori: Melek KIRICI

AY GÜNEŞE TESLİMDİ – SON BÖLÜM


AY GÜNEŞE TESLİMDİ – SON BÖLÜM

İlk akşamımızdı Sarımsaklı’da. Oğlumla sahile indik yürüyüşe. Mustafa’m gibiydi Murat’ımın da boyu posu, yakışıklılığı. “Oturalım” dedim, kumlara oturduk. Ses yoktu, çıt yok. Yüreğim geçti atağa, duyan var mıydı bilmiyorum; ama ben konuşuyordum dudaklarım kapalıyken.

“Hatırla, seninle güneşi batırırdık, neşe doğardı gecemize. Şimdi tek başıma, gene güneşi batırıyorum da; ne yapsam olmuyor, hüzün doğuyor geceme. Yoruldum sanırım. Hep derdim hatırlarsan; “Ben senden besleniyorum aşkım. Sen beni bıraktıktan sonra ruhum aç kaldı. Doyuramadım ya da yeterli olmadı hiçbir şey sen gibi.”. Seni çok özledim Mustafa’m.

Olmayacaktı böyle. Sarımsaklı’da Mustafa’mın hayalleriyle idim ve nefes alamıyordum. Murat’ım bunu hissetmiş olacak ki; eliyle çenemden tuttu, yüzümü kendisine doğru çevirdi…

-Sabah dönelim anne…

Başımla onayladım bu sözü; içime akan gözyaşlarım ve suskun isyanlarımla.

Yaşıyorum uzun gecelerde. Biraz aydınlık, ama çoğunlukla karanlık günlerde yaşıyorum. Nasıl mı? Hiç sorma! Ben de bilmiyorum. Zamanı öldürüyorum çoğu zaman senle dolu yüreğimin coşkularında. Sonara diyorum ki, ”Mevsim ister yaz olsun, ister sonbahar. Bazı günler sevinç, bazı günler keder. Hepsi gelir geçer. Boş ver… Yaşıyorsun ya, Ne fark eder? Önemli olan, ölüme kavuştuğun gündür. ‘Bekle’ diyorum kendime; sabırlı ol, az kaldı; kavuşacağız Mustafa’m.”

Yıllar içimden geçiyordu koşuşturarak. İçim evrene açılıyordu seni özlediğini haykırarak. Hizmet edineceğim zevkler edinmiştim kendime, öğretmenliğimin yanı sıra. Bahçe bakımı, hatta ev eşyaları tamiratı yapıyordum, atölye ustalığı öğrenip, eğitimini alarak. Sonra resim çiziyordum şiirlerimde. Öyküler yolluyordum dergi ve gazetelere. Herkes tanıyordu beni Mustafa’m. Ben yazabiliyormuşum duygularımın resmini. Bu başarılarımda ulaşıyordum doyuma sensiz yıllarımda. Öğrendim ki, mutluluk her şeyin yolunda gitmesi demek değilmiş. Sadece yolunda gitmeyenlerin dışındakileri de görmek için verilmiş bir kararmış. Aslında mutlulukla mutsuzluğun eşit ölçülerde dağılımıymış hayatın kendisi. Daha birçok şey öğrendim sen yokken Mustafa’m.

Öğrencilerime yolları siyahsa bile kendilerinin çözüm üreterek en azından kıyafet ya da şemsiyelerini rengârenk seçmelerini, içlerindeki baharları taze tutmalarını öğretiyorum. Ben, seninle sevdiğim baharları hatırlayarak, senin hayatıma girmene binlerce defa şükrediyorum. Yokluğunda bile, ömrümü anılarınla besleyerek capcanlı tutuyorum. Bin hoş muhabbetimiz baki kaldı tüm diriliğiyle bende. “Keşke bunu da yapsaydık” demiyorum. Seninle dolu dolu her şeyi yaşayıp tadına vardık. Ne üstüne bir daha yaşanır, ne de yanından geçer başka bir yaşanan anı.

Bir bohça hazırladım kendime; sana gelirken alacağım. Önce bohçamın içinden tüm kırgınlıkları, öfkeleri, olumsuzlukları boşalttım. Sadece sevgi koydum içine. O olduğunda tüm güzellikler de gelecektir peşi sıra benimle.

Son zamanlarda geceleri kâbuslar görerek uyanıyorum uykumdan. Her defasında bir yol var, yolun sonunda da sen… Koşuyorum, koşuyorum tam sana dokunacakken uyanıyorum.

Yanına gelmek, istemekle olmuyor; öğrendim. Senin aşkını sensiz de sevip yaşatacağım ömrümce. İkimizin bir bütün olduğu gecelerden birinde, bir damla ile dünyaya getirdiğim Murat’ım koca adam oldu Mustafa’m. Âşık oldu bir güzel kıza; onu esirgeyip korumakta. Benim de gözbebeğim oldu, kızım oldu. Halası ve tüm aile de üstüne titremekte. Yakında bir torun müjdesi ile gelirim dokunduğum soğuk toprağından bana yansıyan sıcaklığına. Hadi şimdilik hoşça kal. Yanına taşınacağım günü özlemle beklemekteyim Mustafa’m.

Her sabah sensiz uyanan içler acısı görüntüm yansımıyordu artık aynadan. Hayata tutunmuştum. Öğrencilerimden ilk mezun olanlar, ilk tayin yerlerinin müjdesiyle geliyorlar. Beni ziyaret etmeyi hiç ihmal etmiyorlar. Vefa, sadakat; başka ne olabilirdi ki Mustafa’m? Benim de hamaratlığımı görme. Kitap yazmaya başladım; bunu bitirmeden gelmem yanına. Hiç bekleme!

Yaşlılar evi keşfetmiştim. Her gün gidiyordum; kitabımı onların arasında yazmak hoşuma gidiyordu. Her türlü deneyimin doyumunda, zirvede oturuyorlardı her biri bana göre. Anlatacak o kadar çok bakışları vardı ki bana; her birinden dünya kurup yaşatacağım.

Birçoğu da bizim gibi yarımının yer değiştirmesiyle soluğu bu yaşlılar bakım evinde almıştı. Çocuğu çok çalışıyordu kimisinin. Onun için dua ediyordu avuçları göğüs hizasında; aynı duruşta, saatlerce… Kim bilir bu dualarla ne kadar korunuyordu evladı? Yolu, rızkı açılıyor, evinde huzur ile yatıp ailesiyle zaman geçiriyordu annesini elleri dua hizasındayken.

Diğeri varını yoğunu vermişti çocuklarına. Olmadı işte, tutmadı. Tutsaydı; bayramdan bayrama da olsa alırlardı yanlarına. Bir amcam vardı; her gün banyo yapıp kolonyasını sürerdi. Babam gibi mis kokardı. Ben babam diye her gün O’nu koklardım. Bir gün bana “Senin içindeki acı ne?” diye sordu. Acı neydi Mustafa’m? Onların yanında hiçti acı. Mutluluklarımıza eyvallah deyip azıcık sıkıntıya yenilmekti. Acı neydi? Utandım, diyemedim. Sustum… Seni tarif edemedim. Affet beni sevdiğim. Bunca dünyaların içinde, tüm duyularımla yaşarken, ben acı çekmeyim de neyleyim? Acını da sevdim ben senin. Yaşadım derin derin…

Bu gün bu yol ne kadar da kalabalık. Oysa sadece ben olur ve koşardım. Şimdi yürüyorum ve acelem yok. Sen beni bekliyorsun yine yolun sonunda. Hüsniye Teyzem, senin annen, baban, Pınar, annem, babam ve Murat’ım hepsi burada toplanmış. Onlar nerden biliyorlardı ki bu yolu? Ağlıyorlar mı ne? Kime ne oldu acaba? Neyse Mustafa’m; sana bu kadar yaklaşmışken geri dönemem. Sonra istersek beraber gider bakarız. Yardım ederiz kimin ihtiyacı varsa.

Ah Mustafa’m! O muhteşem bakışını ne kadar da özlemişim. Uzun zamandır bu kadar yakından bakmamıştım. Derinlerine dalıp dalıp soluksuz kalıyorum Mustafa’m. Nefes alamıyorum. Tut elimi, çek kurtar ne olur! Oh! Nihayet ellerini tutuyorum. Sana sarılmayı ne kadar özlemişim.

Seni her zaman sonsuz bir aşk ile sevdim Mustafa’m! Kavuştum! Şükürler olsun kavuştum sana…

Son

Melek KIRICI
www.kafiye.net


Tarih 29 Eki 2014 Kategori: Melek KIRICI

Ay Güneşe Teslimdi 19. BÖLÜM


Ay Güneşe Teslimdi 19. BÖLÜM

Bu gün erken çıktığım için yol üzerinde kuaföre gidip bakım yaptırmak istedim. Bu rüzgâra ne kadar dayanacaktım bilmem. Kuaförden çıktığımda hafiflemişti rüzgâr. “Şanslıyım.” diyerek hızla evime gittim.

Saat geçmişti; ama Mustafa’m dönmedi henüz. Merak içinde beklerken kapı çaldı. Hızla kapıyı açtım. Gelenler Mustafa’m değildi. İki polis bana bakarak “İyi akşamlar bizimle gelmeniz gerekiyor. Eşiniz bir kaza yaptı; durumunu bilmiyoruz.” diyerek sözlerine devam etti: “Bekliyoruz burada sizi.”

Gözümü kapadım, açtım; hayal ile gerçeği araladım. Acılar yakarken bedenimi dışarıya fırladım. “Gidelim lütfen.” dedim. Hastaneye geldiğimizde, arkadaşı Mehmet Bey’in ailesini de görmüştüm kapıda. Telaş içinde yanlarına koştum. Mehmet Bey’in eşi boynuma sarıldı ve ağlamaya başladı.

-Başımız sağ olsun Yasemin… Başımız sağ olsun kardeşim.

-Ne oldu ki?

-Benim eşim de Mustafa’nın arabasındaymış. Akşama doğru mağazadan çıkarken bir TIR ile çarpışmışlar ve ikisi de kurtarılamadı Yasemin…

Dediğini duymakla duymamak arsında gidip geliyordum. Bu konuşma bir dakikada bitmiş miydi, yoksa saatler mi sürmüştü? İçim daralmıştı; nefes alamıyordum. Gözlerimi açtığımda başımda hemşireler ve doktor vardı.

-Sakin olun Yasemin Hanım. Sakin olun.

-Ne oldu ki?

Aynı cevabı vermemesi için dua ediyordum.

-Eşiniz maalesef. Ölümde bizim için Yasemin Hanım. Metanetli olun.

Birkaç gün müşahede altında kalıp, sakinleştirici iğnelerle aptala dönmüştüm. Bu arada Mustafa’mı ve Mehmet’i toprağa vermişler. Ben görmeden, Mustafa’ma sarılmadan…

Yalnızlığım sardı bedenimi Mustafa’m. Sana yürümek koşmak istedim. Koşup anılarda seni ve beni yakalamak… Ben, beni kaybettim Mustafa’m. Göç mevsimi mi geldi ki hazanlarda bıraktın beni? Revan oldum yalnızlığımla. Şimdi ruhuma siyah giydiren eller, su tutsam arınır mı? Peki, Mustafa’m; benim ellerim iki yakamı sarmalayıp bu denli sıkmışken, ben hayata neyle tutunacağım? Mustafa’m, ah Mustafa’m… Gözümün gördüğü, gönlümün sevdiği Mustafa’m…

Her taraf zifiri karanlık! Bir meşale yakın Allah aşkına. İçim karanlık, dışım karanlık. Hücreni bulamıyorum Mustafa’m. Beni de al yanına; zindansa zindan, darsa dar, seninleyse ölüm, beni de al Mustafa’m! Sensiz bu karanlıkta ne yaparım? Bin ah ile doldu çığlıklarım geceme. Yeri göğü yırttım pençelerimle; yine karanlık, yine karanlık Mustafa’m. Ben anlamam sensizlikten. Gel Mustafa’m! Ya da al beni de…

Sen okyanusum değil misin? Ben damlan sende… Damlaları sel edip, toprağının koynuna akmam mı Mustafa’m? Aç kapını, arala, geldim yanına.

Günler geçmişti. Murat’ım ellerimi tutuyordu. Annem başımda, herkes evdeydi. Mustafa’m sen neden yoksun? Mevlit yaptık, dualar yolladık sana. Hocalar dedi ki; “Dualar ulaşır ona.” Duaların arasından duy sesimi Mustafa’m. Beni de al yanına. Kırk gün geçti yoksun Mustafa’m. Artık olmayacaksın demek… Yaşamaya alışmak ne zordu sensiz. Yeniden tutunmaya çalışmak ne zor…

Ben annemlere gitmediğim için, annem ve babam bende kalıyorlardı. Murat’ım üzüntüsünü de omuzlayıp okuluna devam ediyordu. Alışılır mıydı yeniden onsuz hayata? Alışılır ya da alışılmaz; o olmayacaktı bir daha. Gelmedi de; bir daha hiç kapıyı açmadım ona, hiç sarılmadım, öpmedim bir daha. Yüreğim dipsiz kuyu ve kuyunun dibinde Mustafa’mın dupduru suyu… Bir gün ona doğru akacak; biliyorum. Bu yangın sönecek içimde…

Öğrencilerim gelmişlerdi evime. “Öğretmenim özledik, hadi gelin” diyordu bazısı; bazısı sarılıp susuyordu kelime bulamadığından. Ben de özlemişim onları.

Mesleğime döndüm. Yıllar geçiyordu hızla. Mezunlar veriyorduk her yıl. Yeni umutlar salıyorduk ışıl ışıl sokaklara. Pınar’la acı ve kader birliğinde daha da sıkı dostluk kurmuştuk. Mustafa’mın kanı, canıydı. Bakışı da aynı; iyi ki yanımdaydı.

Murat’ım mezun olmuştu. Babası gibiydi tıpkı. Her şeyiyle Mustafa’ma benziyordu. Olsaydın gurur duyardın oğlunla Mustafa’m. Başarılı, yakışıklı, vefalı oğlunla…

Murat’ım ilk defa benden bir şey istemişti. Hadi anneciğim, bu sene beraber tatile çıkalım. Buna çok ihtiyacımız var. Buralardan uzağa bir yere gidelim. Sen seç yeri.

Aslında oğlum haklıydı. İkimizin de ihtiyacı vardı. Babasıyla beraberliğimize karar verdiğimiz, o muhteşem gecelerimizin ilkini paylaştığımız yere, Balıkesir Sarımsaklı’ya gitmek istedim. Anılarımla sarılmak istiyorum.

Murat baktı yüzüme…

-Nasıl istersen anneciğim. Nasıl istersen.


19. Bölüm Sonu
DEVAM EDECEK…

Melek KIRICI
www.kafiye.net


Tarih 29 Eki 2014 Kategori: Melek KIRICI

Ay Güneşe Teslimdi 18. BÖLÜM


Ay Güneşe Teslimdi 18. BÖLÜM

Bu gece özeldi. Her şey muhteşem olmalıydı. Evliliğimizin on beşinci yılını kutlayacaktık. Evde Mustafa’mla baş başa kalmak, yıllar yılı beni o kadar mutlu etmişti ki; ayda yılda bir özel davetler haricinde ya da pikniklerimizin haricinde dışarıda yemek yemeyi çok fazla tercih etmiyordum. Dışarıda hareketlerimiz kısıtlanıyordu; bu da beni mutlu etmiyordu.

Evde öyle mi ya? Mustafa’ma dokunup kaçmak, bakışlarımla konuşmak, susarak çığlıklarda buluşmak… Evde başkaydı durum işte.

Siyah bir elbise diktirmiştim. Vücudumu tamamen sararak aşağıya iniyordu. Sağ bacağımın topuğundan başlayan uzun bir yırtmaçla şıklığa zarafet katıyordu. Eldivenlerim de vardı. Kıyafetimin aksesuarları bitmiyordu bununla. Saçıma bağladığım, elbisemin kumaşından kumaş duvak gibi, açık olan sırtımdan uzanarak, belimle ben hareket ettikçe buluşuyordu.

Siyah topuklu ayakkabılarım, şarap kırmızısı dudaklarımla hazırdım geceye. Masamızı da çok güzel düzenlemiştim. Murat’ım okulda olduğu için, servisimiz Mustafa’m ile bana özel düzenlenmişti. Hiçbir eksiğimiz yoktu. Her şey muhteşem görünüyordu; ben de dâhil…

On beş yılı geride bırakmış olmamıza rağmen, Mustafa’mın her kapıyı çalışında aynı heyecanı yaşıyordum. Onun varlığıyla aynı oda içinde olmak en büyük mutluluğumdu.

Zil çalmıştı nihayet. Mustafa’m güzel gülüşü ile bana bakarken, yıllardır aynı hareketleri yapıyor olmaktan, ezberlemiştik ikimizde bir adım sonrası hangi hareketimize sıra geldiğini. Elinden çektim içeri; kapıyı itti ayağıyla. “Çok ama çok güzel olmuşsun çiçeğim” dedi. Ceketini çıkartıp portmantoya astım. Her akşam olduğu gibi, yüreğimin bana emrettiği ihtirasımın zirvesinde arzu ile öpmeyi ihmal etmedim. O da beklerdi kımıldamadan öpüşüme cevap vereceği anın bir an önce gelmesini. Kulağına eğildim sonra:

-Gece uzun olacak hazır mısın?

Elleriyle başımı avuçlarının arasına alarak, gözlerimin ta içine önce sessiz, sonra da kulağıma eğilerek kısık sesiyle:

-Senin gibi güzelliğin karşısında ne zaman hazır olmadım ki?

Odaya gidip hazırlandı Mustafa’m. Çok özen gösterir, saygı duyardı bu özel günlerimizde. Kendi kıyafetini seçer, giyer, parfümünü yeniler, gelirdi. Şu an gördüğüm yakışıklı adamdı işte canım erkeğim Mustafa’m.

Masada yerlerimizi alıp kadehlerimizi doldurduk ve geceye ilk açılış konuşmasını Mustafa’m yapıyordu. Ayağa kalktı ve gözlerime bakarak:

-Sen, hayatımın en önemli yerinde bana hiç yük olmayıp, mutluluk yayan kadın; seninle aynı mahallede doğduğuma ve seni sevdiğime bir kez daha şükrediyorum. Seninle geçen yıllarımda bir kere bile kırılmadım. Beni hiç üzmedin. Her zaman sevgi ile baktın, sevgi ile dokundun. Her duyguyu yoğun yaşattın, beni doruklara taşıdın. Seninle her anı yaşamayı sevdim. Teşekkür ederim; bana verdiğin erkek evlat için, hayatıma kattığın mutluluk için, her şey için…

Sarılmak için yanına gittim. Gözlerim dolu dolu olmuştu. Bir süre kollarında kalakaldım. O da salmak istememişti. Sonra kafamı az geri çekerek yüzüne baktım.

-Sen bana aşkı öğreten adam, aramızdaki beş yaş farkı hissettirmediğin gibi; olgunluğun, efendiliğin ve vefa ile çizdiğin evlilik yolumuzda beni her zaman mutlu ettin. Senin yanında hep güvende ve sevildiğimi hissettim. Beni hiç kırmadın ve üzmedin. Seni seviyorum Mustafa’m.

Slov müzikler gecemize eşlik ediyordu. Mustafa’m kalktı sandalyesinden ve yanıma geldi; elini uzatarak:

-Siyah elbisen ve kırmızı rujunla gecemde bir yıldız gibi yanıyorsun. Senden gözümü alamıyorum. Benimle dans eder misin? Sana daha yakın olup, ben de parlamak istiyorum.

Hemen sağ ayağımı arkaya getirip hafif eğildim.

-Şeref duyarım sizinle dans etmekten…

Durmak bilmeyen dansımız başlamıştı.

Sehpanın altından bir kutudan, başıma takmak üzere bir toka çıkarttı. Üzeri melek figürleriyle dolu, pırıl parlıyordu. Her yanı büyüleyiciydi. Saçlarıma tutturdu tokayı ve yine de sönük kaldı diyerek yanağıma bir öpücük kondurdu. Çocuk yanlarım ıslık çalıyordu onun kollarında.

Şık bir takım elbise almıştım Mustafa’ma. “Bir dakika” diyerek kendisinden izin istedim ve hediyesini uzattım ve üzerinde nasıl duracağını merak ettiğimi, giymesini istediğimi söyledim. Az sonra karşımdaydı Mustafa’m. Takım elbiseyi spor seçmiştim. Çok yakışmıştı kendisine ve üzerine tam olmuştu.

Çocuklar gibi mutluydu. Onun mutluluğunda eteklerim zil çalar, dans ederdim ve yine öyle yapacaktım. Bu elbisemin hakkını vermeliydim. Mustafa’ma bir şov hazırlamıştım. Bunu sunmaya hazırdım. Müziği değiştirip uygun dans müziğini seçmiş, ortadaki eşyaları diplere iterek kendime dans pistimi hazırlamıştım. Ritim ve uyum ile dans ederdim. Eğitimini de almıştım. Ayrıca öyle laf olsun diye değildi; adam akıllı bir dans şöleniydi. Duyguyu aktaran, içini söküp kavuran ya da coşkularla yerinden fırlatan… Ki öyle de oldu. Mustafa’m tuttu elimi, beni kendine çekerken son bakıştı attığım onu deliye çeviren.


18. Bölüm Sonu
DEVAM EDECEK…

Melek KIRICI
www.kafiye.net


Tarih 29 Eki 2014 Kategori: Melek KIRICI

AY GÜNEŞE TESLİMDİ 17. BÖLÜM


AY GÜNEŞE TESLİMDİ 17. BÖLÜM

Başımı çevirdiğimde denizin mavi ışıltısı beni büyülemişti yine. Su buhar olur,bulut olur, yağmur olur, kar olur, buz olur. Değişmeyi, bir halden bir başka hale geçmeyi, sudan iyi kim bilebilir? Ben de değişebilir miydim, eskisi gibi olabilir miydim? Ben su isem Mustafa’m okyanustu; dönüp dolaşıp yine ona dökülecektim.

Merak ediyordum aslında bana ne söyleyeceğini. Ben mi önce konuya girmeliydim yoksa önce o mu anlatmalıydı bana diyeceklerini? Kafam allak bullak olmuştu. Ah Mustafa’m! Bu güzel günde içimi kemiren şu kuşku ne? Etlerimi bir mil yardımıyla çekip ayırır gibi, bütün organlarımı güçlü bir fırtına karşısında aşağıdan yukarı döndürüp fırlatan hortum gibi evirip çevirerek beni döven bu kuşku ne?

Bulut gözlüm; karnımdaki meşhur ağrı, içimdeki güzel ülke adı, sen de olmasan ben
kimin için güneş taklidi yaparım?

Çok sevdiğimi bildiği için deniz çipurası, çinakop, lüfer, hatta çok ender bulunan kalkan balığından da sipariş vererek rakı servisimizin açılmasını istedi Mustafa’m. Sanki bunca balığı kim yiyecekti ki? Gün güzelliğini akşamın gizemine bırakıyorken, Mustafa’mla kadehlerimizi kaldırıyorduk bu güne…

Balıklarımızın gelmesinden önce, “Sana söyleyeceklerim var.” diyerek başladı Mustafa’m konuşmasına. Heyecanının yanında ciddi bir hali de vardı.

-Söyleyeceklerim seni biraz üzebilir. Sana söylemekte geciktiğim için beni affet lütfen; ama ancak zamanı geldi. Ona verdiğim söz vardı; o istemeden sana hiçbir şey söylemeyecektim.

Bu rakının içinde ne vardı ki boğazımdan süzülerek ciğerimi yakmayı başarmıştı? Elimdeki bardağın titrediğini görebiliyor olmam, halen bayılmadığımı, iyi olduğumu kanıtlıyordu bana.

-Hazırım. Devam et Mustafa.

Mustafa, böyle acı veren bir konuyu fazla rahat anlatıyordu. En çok da bu üzmüştü beni ve hala gözlerime aynı aşkla bakarak hem de…

-Babam annemle görücü usulü evlendikten sonra, askerliğini yapmak için Kars’a gitmiş ve orada başka bir kıza âşık olmuş. Ve o kızdan bir bebek dünyaya gelmiş. O dönemde askerlikler dört yıldı biliyorsun. Uzun zaman beraber olmuşlar. Tabi annem ve ben burada hiçbir şeyden habersiz hayatımıza devam ediyormuşuz. Kızın abisi durumu öğrenince, kardeşini oracıkta öldürürken, babamla dövüşmüşler. Yaralamış adamı ve askerde olduğu için atmışlar içeri babamı. Babam yalvarmış arkadaşına kızına sahip çıkması için. Arkadaşı da asil yürekli adammış; kız kardeşime sahip çıkmayla kalmamış, zaten evladı da olmadığı için kendi evlat edinmeyi teklif etmiş babama. Babam da çaresiz kalmış. Evli ve bir çocuğu varken, kime nasıl açıklayabilirdi ki bu durumu?

Soluksuz dinliyordum…

-Sonra babam, annemlere ve ailesine durumun gerçeğini değil de, nefsi müdafaa olarak bıçakladığını, kendini başka türlü koruyamayacağını söyleyerek cezasını çekip, bizlerin yanına, evine döndü. Gerisini bizim evdeki durum açısından biliyorsun zaten. Babam kız kardeşimi benden gizlemedi; bizi yıllar önce tanıştırdı. Halen annemin haberi yok. Kız kardeşim de bilmesini istemiyor. Hem biliyor musun, neden bizim oradaki okula yazdırdım Murat’ımı? O da senin gibi başarılı, güzel bir öğretmen. Yeğenini sevgiyle okutacak, esirgeyip koruyacak. Dün akşam karar verdik artık sana söylememiz gerektiğine. Seninle tanışmak için can atıyor. Hazır mısın çiçeğim? Seni kardeşimle tanıştırmak istiyorum.

“Pınar! Gel güzelim…” diye, bağırır sesle restorana doğru seslendi. O kızdı… Dün geceki, yıllar önceki, o kızdı…

Derindi bakışları Mustafa’m gibi. Boynuna sarıldım; dakikalarca ağladım, ağladık…

Masaya bir servis daha açılmıştı, bir kadeh daha eklenerek. Şaşkınlık hali hepimizde vardı. Bu güzel gün ne kadar farklıydı. Duyduklarıma sevinmiştim Pınar’ın hayatına üzülürken. Kendime söz vermiştim; bundan sonra Pınar, benim de öz kardeşim gibi değerli olacaktı. Onu da Mustafa’m gibi çok sevecektim.

İkimizde sarhoştuk Pınarla… Mustafa’m az içmişti. İki bayan vardı sorumluluğunda ne de olsa. Balık siparişleri de neden bu kadar fazla diye düşünmüştüm. Hepsi çok lezizdi; masamız, yemeğimiz, sohbetimiz…

Pınar benim en yakın öğretmen arkadaşım olarak girecekti hayatımıza. Üçümüzün ortak kararıydı bu. Murat’ım halasının okuttuğunu belki yıllar sonra öğrenecekti.

İçim içime sığmıyordu. Sabahki halimden eser kalmamıştı. Kuş olmuş uçuyor gibiydim. Nasıl da suçlamış, günahını almıştım erkeğimin? Nasıl da kıymıştım?

Pınar’da artık sık sık bize gelmeye başlamıştı. Aile sıcaklığını, bütünlüğünü, dayanışmayı hep beraber yaşıyorduk. Ailenin birbirini onararak yaptığı tamiri, başka hangi usta el ya da yürek ya da beyin yapabilirdi ki? Her birimiz bir su damlasıydık ve bütün dertlerimizin asıl nedeni, okyanus’a duyulan sıla hasretiydi. Hayatımızda ne düşmanlarımız ne de dostlarımız vardı. Sadece öğretmenlerimiz vardı her birinden bir şeyler öğrendiğimiz.

Annemin merakını da; o gece Mustafa’mı yanlış anladığımı, iş arkadaşları da diğer banklarda otururken, aslında kalabalık bir ortamda sadece ikisiymiş gibi algıladığımı söyleyerek geçiştirdim. Annem de, tatsız konuların üstüne gitmeyi hiç sevmeyen yapısıyla ikinci soruyu sormadı bile.

Pınar tüm ailenin sevgisini kazanmıştı. Rahatlıkla annemlere geliyordu; artık bizim ailedendi. En çok da Mustafa’mın babası bu konudan huzur ve mutluluk duyuyordu. Kızının hayatının bu şekilde içinde yer almasından ve kızının ona kırgın olmayıp, durumları olgunlukla karşılayışından mutluydu. Günler güzel geçiyordu.

Murat’ım halasının yakın ilgi ve takibinde kaliteli eğitimiyle ilköğretim dönemini başarıyla tamamlayıp Subay Okulu’na hazırlanmıştı. Çalışkan ve becerikliydi birçok alanda. Babası gibi subay olacaktı Murat’ım. Kısa zamanda kazandığı haberi gelmişti sınavları; hem de en yüksek puanla… Yatılıydı okulu. Hemen işlemler yapıldı. Onun gelişmesinde ve güçlü olmasında etkili olacaktı; bizden uzak bir yerde, kendi ihtiyaçlarının bazılarını da olsa yapıyor olması. Uzak kalacak olmamız üzecekti bizi belki; ama zamanla alışacaktık.

DEVAM EDECEK…

Melek KIRICI
www.kafiye.net


Tarih 29 Eki 2014 Kategori: Melek KIRICI

Her Kapı Gıcırtısı Anlatır Hikâyesini


Her Kapı Gıcırtısı Anlatır Hikâyesini

Çalı, çırpı, kırıntı, döküntü, pislik,
Havlama, miyavlama, hırlama;
Bir de hislerimle duyduğum sessiz ve derin ağlama…
Bahçedeki yığıntının üzerinde onlarca nazar,
Tecessüslerini akıtıyor sanki azar azar.

Tüyleri yerlerde;
Fırlamak için minicik bir hareket bekleyen,
Huyu bakışlarında gizli köpek dışında,
Birkaç solgun çiçek vardı
Bu bahçede birinin varlığını seslenen.

Ne derse desin adına yüreğim
Ve kabına sığmayan merakım,
Daha sık dolaştırdı beni solgun otlara;
Gezdirdi gözlerimi derin gizlere.

Beklediğim oldu;
Gıcırtıyla açıldı kapı.
Köpeğinin bakışlarına yakın
Soğuk bir bakıştan önce gelen,
Ağır bir kedi kokusu,
Ardından uzun, sıska bir adam…

Dikkatini nasıl çeksem ki?
Konuşmak istiyordum oysa!
Azarlayabilir, kırabilirdi çarpan kalbimi de…
-Olsun-

Bakışı acıttı,
Gözyaşı selinde boğuldu ruhum.
Sevgili gibiydik!
Acıyan yerde takılı kalan,
Acının üstüne basıp kanatan…
Soluğum kesildi.
Kelime yok, ses kayıp, bakışım kaçak…
Ağlamak nedir ki?

Şimdilerde ben;
Onun kapısını gıcırdamadan açmasına sebep,
Onu çok seven kızı…
Artık O;
Benim sonradan görmeliğime katlanan,
Hatta “Şımar” diye haykıran babası…

Sevmek bir ihtiyaçsa etrafına bak!
O kadar çok sevgiye aç var ki;
Güç, para, mevki de ne?
Senin kapın gıcırdıyorsa hepsi hikâye!


Tarih 29 Eki 2014 Kategori: Hatice Eğilmez KAYA

Bugün Efkârlıyım


Bugün Efkârlıyım

“Bugün efkârlıyım açmasın güller” Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun meşhur dizesi…

Efkâr basınca bizi, güller açmaz mı?
Açar elbet! “Bahar boldu vü gül meyli kılmadı könlüm/Açıldı gonca ve lîkin açılmadı könlüm” diyen Nevai’ye benzese de halimiz ne güllerin açması ne de güneşin doğması bizimle kaimdir.

Hayata dair, var oluşa dair birçok soru işareti oluşur ölümün farkındalığına ermiş tek canlı olan bizlerin kafasında. Yaşamayı çok severiz. Her ne kadar dünyanın deni oluşundan dem vursak da güzelliği karşısında dilimiz tutulur, kafamız karışır. Bir gün sevdiğimiz her şeyi ve herkesi burada bırakıp gideceğimiz hakikati aklımızı yorar bu yüzden. İşte size yaygın bir efkârlanma nedeni. Ölümü fark etmekten bir sonraki basamaktır ölümün karşısında efkârlanma hâli. Bazıları bir ömür, bu basamakta mahsur kalırlar. Bazıları bir çırpıda aşarlar onu.

Kalp kaynaklıdır efkâr, akılla pek işi olmaz. Akıllı insan zaten ona tutulmaz. Problemler karşısında kuvvetlidir; kötülerle, zalimlerle nasıl baş edileceğini bilir. Pabuç bırakmaz onlara. Ya yolunca yordamınca savaşır onlarla ya da ne gönlünde ne de etrafında barındırır kendisine mutsuzluk verenleri. Doğrusu da bu değil mi? Bir kişi bizi üzmekte ve ezmekte ısrar ediyorsa ne zaman sona ereceğini bilmediğimiz ömrümüzden an çalmasına neden izin verelim?

Efkârın olduğu yerde sohbet de muhabbet de olmaz çoğu kez. Kıskanç bir sevgili gibidir o, hep baş başa kalmak ister sahibiyle. Kuytularda, köşelerde sancılı besteler terennüm eder âşığının kulaklarına. Çok ilginçtir; dert söyletir, efkâr susturur insanı. Bir müddet sonra bahtsız âşığın gözleri kör, dili lâl olur. Her şey rengini yitirir, tadını terk eder onun koyu laciverde çalan dünyasında. Sonra da gelsin hem tatlı hem zakkum yalnızlık…

Efkâr; yüce dağların üzerlerindeki salkım salkım olan bulutlara, dağ başlarını saran füme rengi tülden dumana, sise benzer. Nasıl küçük tepebaşlarını örtmezse bu kesif tül, efkârlanmak için de büyümek gerek. Çocuklara bakınız mutsuz bile olsalar, daha küçücük yaşlarında henüz anlayamadıkları problemlerle bile tanışsalar tozpembe bakabilirler dünyaya. Ağlarken birdenbire gülebilirler, azarlandıktan kısa bir süre sonra kendilerini oyunun rengarenk dünyasına salabilirler. Söylenen kinayeli sözler, acımasız iğnelemeler canlarını acıtmaz onların asla. Ne zaman ki büyür çocuklar; tasaları, kederleri de büyür. Başlarını bir yaman sis sarar ki tarifi imkânsız.

Geniş ve muhteşem mi muhteşem bir dünyamız var. Her köşesi bir başka âlem! Karış karış gezip göremesek de gizemlerinin tümünü, güzelliğinden, albenisinden şüphemiz yok. Nefes almak, adım atmak bile büyük bir saadet onun üzerinde. Fakat benim yorumlamakta güçlük çektiğim bir nedenden ötürü dar ediyoruz onu birbirimize. Kavgalarımızla, kaprislerimizle, kalplerimize serpiştirdiğimiz vesveselerimizle, kıskançlıklarımızla, akla hayale gelmeyecek –fakat nedense hep gelmekte olan- fesatlıklarımızla yaşanması güç bir atmosfer oluşturuyoruz çevremizde. Sonra da nefes al, alabilirsen; mutlu ol olabilirsen. Gülen yüzlerin, huzurlu gönüllerin yurdu olabilecek bir mekânı, karamsar, sık sık efkâr tuzağına düşen kimselerin gurbeti yapıyoruz.

Efkârın bir adı da ateş; harlıdır onun nefesi, yakar insanı. Canımız yanar, içimiz acır, kafamız allak bullak olur onunla birlikteyken. Yandıkça alışırız ona, alıştıkça bağlanırız. Daha bir olgun, daha bir boş vermiş, daha bir çakırkeyif dolaşırız canımız yanarken. Sonra da yağan yağmurdan, esen rüzgârdan, batan güneşten, çekip giden günlerden örülü bir hırka giyeriz sırtımıza hem renkli hem de saydam.

Efkârın vatanı Doğudur. Zannetmiyorum ki bir Batılı bizim kadar içli, bizim kadar derin, bizim kadar, hoş bir efkâra sahip olsun. Nasıl ki tenimizin rengi onlarınkinden bir parça koyudur; kalplerimiz de melale daha çok eğilim gösterir onların kalplerine nispet. Bizler hisli bir şarkı dinler efkârlanırız, yanık bir türkü duyar efkârlanırız, maziye ait bir hatıramızı canlandırıp zihnimizde efkârlanırız; “gurbet” der, “sıla” der efkârlanırız, yâri yâd eder efkârlanırız, ağyardan şikâyet eder yine efkârlanırız…

Ümitsiz bir aşk serencamımızın dokuduğu talihsiz bir kumaştır bazen efkâr; hicran ve hasret kokar. Kalbimizin en kuytu köşelerinde, en ketum sandıklarında gizlenmiştir. Görülememekten, dokunulamamaktan, her şeyden önemlisi gün ışığına çıkamamaktan muzdariptir. Arada bir çimdikleyip kalbimizi, hissettirir kendini. Canımız kadar yakın bir dost bulup aşikâr olmak arzusuyla kavrulur ve kavurur bizi.

Hayallerle küs olma halidir efkâr bundan sebep rengi sarıdır. Vakitlerden akşamı, mevsimlerden sonbaharı sever; ufukta gün solarken çöker üstümüze. Sonra da uykumuzu kaçırır, dilimizi bağlar bizim. Selam dururuz, önünde temenna getiririz onu görünce. Kapanıp iç dünyamıza gizli gizli söyleşiriz onunla. Dostumuz mu düşmanımız mı bir türlü anlayamayız. Bildiğimiz bir gerçek var ki o da şudur: Ara sıra ziyareti kaçınılmazdır.

Hatice Eğilmez KAYA
www.kafiye.net


Tarih 29 Eki 2014 Kategori: Sema SEZER

YASAKMI VAR SENİ SEVMEYE


YASAKMI VAR SENİ SEVMEYE

Hayal kurdum beni seversin diye
Gecelerce bakarım senin resmine
Türküler söyledim yanık ismine
Yasakmı var seni candan sevmeye

Olurmuydu senli mutlu günlerim
Dört mevsimde de seni özlerim
Yakıp yıkmasın da seni sözlerim
Yasakmı var seni candan sevmeye

Ermedi garip biçare gönlüm
Ak düştü saçıma bitiyor ömrüm
Bahçelerde goncam tomurcuk gülüm
Yasakmı var seni candan sevmeye

Candan öte cansın gönül özlüyor
Yorgun gözlerim de yolun gözlüyor
Geçmez ki hasretim günüm bitiyor
Yasakmı var seni candan sevmeye

SEMA SEZER
29/10/2014
www.kafiye.net


Tarih 29 Eki 2014 Kategori: Gülsüm Hicran ÇAÇUR

NE MUTLU TÜRK KADINIYIM!


NE MUTLU TÜRK KADINIYIM!

Bugün Cumhuriyetin 91. Yıl Dönümü
Yaşadığım Şuana Denk
Nefes alabildiğim her an
Vatan için Kan dökmüş
Atalarıma nasıl şükranlar da bulunsam
Sevgi ve saygı ilim
Bugün Cumhuriyet
Sınırlarımız cumhuriyetle ve kanla çizilmiş
Vatanımda ben
Bir kadınım
Zarifetim ile rengim le, ışığımla
Türk Kadınıyım
Seviyorum .
Hemde Çok seviyorum
Cumhuriyetin kuruluşunda bana öncü olan
Türk kadınlarımın, analarımın temsilcisiyim
Seviyorum cumhuriyeti
Ne mutlu türküm
Ne mutlu Tük kadınıyım
Hep kutlu kal Cumhuriyetim

Gülsüm Hicran Çaçur-29/10/2014
www.kafiye.net