Kategoriler

Arşivler


Tarih 4 Oca 2015 Kategori: Bilgehan EMİRŞANOĞLU

Gözlerimiz Hüzünlü Bakmasın


Gözlerimiz Hüzünlü Bakmasın

Ruhum Ege’de, bedenim Akdeniz! de!
Sensiz yüreğim, Doğu’da, Batı’da, kuzey’de,
Güney’de nerede olursa olsun, mateme bürünüp,
Efkarın notalarını, icat eder.
Düşüncelerim her an sende!
Aklım gözlerine düşünce, sol yanım sızlıyor.
O bakışlarını, hayallerimde süslüyorum.
Hicranın sillesi, tüm benliğimde,
Vuslat diye diye, suskun dilimde, çığlıklar atıyor.

Gün batımına, umudumu taktım.
Sana ulaşsın diye, dualar ettim.
Gülen cemaline, hüzün değmesin diye,
Adaklar adayıp, Tanrı’ya yalvardım.
Ey benim! Gönlümün aslan sultanı,
Ey benim! Zifir karanlık gecelerime,
Ayna cemali yansıyan, nur yüzlüm.
Şimdi ben şimdi ben! Sensizliğin sancısında,
Kıvranarak acılara dem saldım.

Yüreğimde ki lavlar, Akdeniz’i bile yaktılar.
Gözyaşlarıma şahittir martılar.
Gurur dolan benliğimi, dövsün hırçın dalgalar!
Dövsün de gönlüm uslansın, uslansın da,
Yarım kalan aşka, yeniden sarılsın.
Sarılsın ki; gurura bir tekme vursun!
Gurur yerlerde sürünürken, bizi ayırdığına utansın.

Aşta gurur olmaz derler ya! Yalan vallahi yalan!
Gururum yüzünden, inadım değil mi?
Bizi virane, talan yapan?
İçimde koca maziden kalan,
Anılar beni zincirleyip, yaşadıklarımıza attıkça,
Bir gözlerim değil, yüreğim ağlar.
Anılar benden tek tek, hesap sorar.
Senden uzak olsam da, ruhum her an sana koşar.

Sanma ki ;uzaklara yelken açıp, beni unuttu,
Her saniye, salise, yirmi dört saat, tüm gün ben sendeyim yar!
Sen yanımda olmazsan eğer, tüm umut gemilerim batar.
Senin ruhunla, ruhum birleşince, girdaplar bile benden kaçar!
Dedim ya güzel gözlüm, senden vazgeçmek mümkün değil!
Tut yüreğimden,, mavi deniz kıskansın.
Böyle bir aşka bir daha şahit olamayacağını unutmayıp,
Bizi yakamozun da, gönülden nikahlasın.

Gözlerimiz hüzünlü bakmasın,
Sol yanımız, gayrı aşkın narında yanmasın!
Yüreğimiz hicrandan kurtulup,
Vuslatı içimizde saklasın.
Sevmeyi unutanlar, sevdamıza bakıp, ah çekerek utansınlar!
Senden bir daha vazgeçersem eğer,
Beni Ağustos dondursun, Şubat ateşlerde yaksın!
Umurumda değil! Ben zaten, senin aşkına düşünce,
Ağlarken gülmeyi, gülerken ağlamayı,
Çölde bile gözyaşlarıma, ayaz tutturmayı öğrendim!
Ve…
Kutupta da yüreğimi çayır çayır, yakmayı bir yemin bildim.

Andım olsun ki; senden bir daha, asla vazgeçmem!
Tüm dünya da, bir gün bu sevdayı konuşacaklar.
Kundaktaki bebekler aşkımızın şarkısında,
Ağlamayı bırakıp, aşkımızın büyülü notalarında susacaklar.
Biz aşkımızı, yerde, gökte sonsuzluğa taşıyıp,
Semada ruhumuzu birleştirince, bulutlar bile bize ağlayacaklar…

 

26/08/2013
Bilgehan Emirşanoğlu
www.kafiye.net


Tarih 4 Oca 2015 Kategori: Bilgehan EMİRŞANOĞLU

Aşk-ı Leyla


Aşk-ı Leyla

Gecenin alaca karanlığına,
Duygularımı hicri ettim.
Usulca gecesine yağsın diye,
Ayın on dördü gibi cemaline,
Dokunsun da buselerin de,
Saadete erişsin yüreğim.

Kilk’imin notası elerim olunca,
Gönlümden dökülen kelamlar, mızrap olup,
Hüzzam makamında, eserler çaldırdı.

İçimde ki aşkın, başka nüshası olmadı.
Ömrüm fariğ şekilde sürünce de nöbet tutuyor.
Onsuz ruh taşırsam eğer, Asuman Şahid olsun ki;
Gözyaşlarım yeryüzünü, milim milim, lav gibi ıslatsın.
Cehennem narında benliğim örselensin.

Ulaklarla diyarlara haber gönderdim.
Cihan’a bir salıncak kurarım, ismi de aşk-ı Leyla olur.
Mecnun’a kavuşmak gibidir, yakamozu andıran gözlere dokunmak!
Yüreğimi para pare, yapan ayna cemalde gün be gün eririm.

Ebrü bakışlara hayran olmamak elde değildi.
Kalbimin şah damarı rişte gibi duruyor.
Kopmasın diye, lal dilim dualar ediyor.
Tan vaktine kadar, aşk adına şem yakacağım.
Tüm benliğimde,” O” Cem olunca,
Yıldızlar tek tek, sol yanıma dolacaklar.

“O” dolu umutlarımın eşiğinde, kam almaktır, tüm emelim.
İçimde tükenmeyen arzudur, o’na dokunmadan sevmek!
Düşüncelerime geh sonsuz aşk gem vurunca,
Hıraman hıraman, nefesim kesilircesine, raks ederim.

Gönlüm bir Nedim’e akmış, yüreğimin özüne süzülmüş.
Ruhum İzbelerde şems arasa da, dehlizler de çak çak, olsa da,
Müptelayım ben o’na!
Aşkın cennetinde, katre katre, gözlerimden yaş süzülür.
Şems’in kızıl rengine, bimar bedenimi saldım.
Renginde boyasın bedenimi, geri versin, bitap benliğimi!

Velhasıl onsuz beyhude geçecekse ömrüm,
Onun dünyasında, kelebeğin ömrü kadar yaşamaya razıyım.
Yüreğim o’na ezelden aşina, ezelden esir gibi,
Aşkın notasında, asla es olmaz, telsiz kemanda çalmaz!
Kemal olmuş düşüncelerim, aşkın hecesini yazmaya çalışıyor.

“Aşk” tek hece…

Gündüz, gece “O” yanımda olursa,
Ömrümce aşkta dem olursam,
Bilmece gibi sorgularda, bulursam kendimi,
İşte hayat, işte yaşamak budur diyebilmektir!
Ve
Ben gecenin zifir karanlığında,
Karanın, karasına inat,
Onun meş’alesinde, beyaz kelebek olup,
Evrene ışık saçmayı, yemin bildim.
Benliğim ondan başka hiç bir tarafa, inhiraf olmaz.

Bir gün…

O ve ben sonsuzluğa dem vurmuş, iki sevdalı olacağız…

Bilgehan Emirşanoğlu
www.kafiye.net


Tarih 4 Oca 2015 Kategori: Bilgehan EMİRŞANOĞLU

Hakkım Yok Hakkın Yok


Hakkım Yok Hakkın Yok

Sana sevdiğimi, söylemedim diye,
Sen nasıl kızarsın, hiç sormadın bile!
Bana sevdiğini, söylemedin diye,
Ben nasıl kızarım, hiç sormadım bile!

Hakkım yok sevmeye, elinden tutmaya!
Gülen cemalinden, bir buse almaya,
Gül kokan tenini, her gün koklamaya,
Hakkım yok sevmeye, seninle olmaya!

Hep yasaksın bana, bilemedim niye?
İki cihanda da, seveceğim seni,
Hicran kaderimse, vuslat diye diye,
Dilenciler gibi, dilenirim seni!

Hakkın yok sevmeye, elimden tutmaya!
Güzel cemalimden, bir buse almaya,
Gül kokan tenimden, her gün koklamaya,
Hakkın yok sevmeye, benimle olmaya!

Hep yasağım sana, bilemedin niye?
İki cihanda da, seveceksin beni,
Hicran kaderinse, vuslat diye diye,
Dilenciler gibi, dilenirsin beni.

Hep yasaksın bana, bilemedim niye?
İki cihanda da, seveceğim seni,
Hicran kaderimse, vuslat diye diye,
Dilenciler gibi, dilenirim seni!
18: 40’da

Bilgehan Emirşanoğlu
www.kafiye.net


Tarih 4 Oca 2015 Kategori: Sema DAĞLI

BENİM YERİME


BENİM YERİME



Canımı canına feda eyledim,
Her acı sözüne bir can söyledim,
Verdiğin azaptan yandım,göynedim,
Sen olsan neylerdin benim yerime?

Elinle kalbime hancer çakıldı,
Soğuk bakışların dondu ok oldu,
Ümidim tükendi,aşkım yıkıldı,
Sen olsan neylerdin benim yerime?

Bir kulak vermedin vicdan sesine,
Düştün bu dünyanın bahse bahsine,
Döndün ihanetin sert gölgesine,
Sen olsan neylerdin benim yerime?

Dandın öz ehtini,ilkarını sen,
İblise değiştin öz yarını sen,
Yazdın sahte aşkın şüarını sen,
Sen olsan neylerdin benim yerime?

Yoluma verdiğin çene sabrettim,
Saçıma saldığın dene sabrettim,
Yıkıldım,yakıldım yine sabrettim,
Sen olsan neylerdin benim yerime?

Sema Dağlı
www.kafiye.net


Tarih 4 Oca 2015 Kategori: Nigar AĞIR

KUZULARIMIZ UNUTTURUR YASIMIZI


KUZULARIMIZ UNUTTURUR YASIMIZI

Çoğu zaman yaslıdır başımız,
Sevdiklerimizin hasretinden dumanlıdır başımız,
Çoğu zaman göğe çıkar feryadımız,
Bir biz duyarız, birde Yaradan,
Ama yaşarız, yaşamaya mecburuz,
Bakmakta olduğumuz kuzularımız için,
Yaşamalıyız ki, onların hayallerini,
Geleceklerin, yarınlarını ellerimizle, yüreğimizle,
Canımızla, dişimizle,bazende gölgemizle kurmalıyız,
Çünkü biz bazen ana ,
Bazende baba, bazende, arkadaş sırdaşız

NİGAR AĞIR
03/01/2015
www.kafiye.net


Tarih 3 Oca 2015 Kategori: Hatice Eğilmez KAYA

Bir Kar Yağar İnceden


Bir Kar Yağar İnceden

(İzmir’e kar yağdığında)

Hatice Eğilmez Kaya

Hangi şehre, ne zaman kar yağsa ılıklığı dağılır yeryüzüne oradan. Bırakın ruhların ısınışını, tenlerimiz dahi soğuktan kurtulur ak endamlı bir dosta ermekten. İyice üşümeden, gökyüzünün öfkesiyle boğuşmadan, zemherinin soğuk nefesini iliklere kadar hissetmeden ona kavuşulamadığı da bir gerçek. Tıpkı zorlukları aşmaksızın feraha kavuşamayacağımız gibi.

Kar yağışının karasal iklime has bir yağış şekli olması, o alımlı yüzünü zemheri çilesini görmeyenlerden esirgemesi demektir. İzmir dört mevsim açan güneşiyle yeterince çile çekmediği için mi mahrum kalır çoğu kez kardan? Kendimi bildim bileli havasını teneffüs ettiğim güzel şehrim kara hasrettir her kış. Sıcacık bakışlı imbatlar alıp başını gittiğinde, serince esen lodoslar yerlerini kuru ayaza devrettiğinde kar hasreti nükseder İzmir’in.

Kar incedir, sessizdir ve yalındır tıpkı rengi gibi. Rahmetin şefkatinden nasibini almıştır olanca yumuşaklığı ile.

“Melek kanatlarını görmedik, bilmeyiz.” diyenler kar tanelerinin yeryüzüne inişine dikkat kesilmeliler mutlaka. Suyun bembeyaz hali; kutsi varlıklara benzediğinden ötürü sakin, içten ve kıymetlidir.

“İzmir’in havasına ve kızına güven olmaz.” denir. Çoğunlukla doğrudur bu söz. İzmir’in kızlarına dair fazlaca söze gerek yok; güzellikleri meşhurdur, güvenilmezlikleri her şehrin kızları kadardır. Fakat havası, ondan gafil olanlara karşı pek aldatıcıdır doğrusu. Kış günleri pencereden dışarı bakıldığında masmavi bir gökyüzü ve ışıl ışıl bir güneş göz kırpar. İnananlar olur bu albenili tabloya. Üzerine kalınca bir şeyler giyme gereği duymadan sokağa çıkarlar, oysa kapılarının önünde bıçak kadar keskin bir soğuk onları beklemektedir. Sonuç böyle olunca güvenilmez bulurlar güzelim Akdeniz havasını. İzmir’i tanıyanlar ise göğün ne maviliğine ne de ışıltısına kanarlar. Her an güneşli bir ayazla karşılaşma olasılığını bilirler.

Ruhun terbiyesi için öfkeden uzaklaşmalıyız ya evvela, sabrın ve tevekkülün limanında dinlendirmeliyiz ya sükûta muhtaçlığımızı. İşte tam da ulaşmamız gereken bu halin tercümanıdır kar. Yağan ilk yağmurla, doğan ilk güneşle eriyeceğini bile bile usulca sokuluşu toprağa hazin, hazin olduğunca şevklidir.

Bazı günler alışılmışın dışında bir soğuk basar İzmir’i. İşte o zaman İzmirliler tahmin ederler ki çevre illerden birine kar yağıyor. “Sefasını başkaları sürüyor soğuğu bize geldi.” diye sitemde bulunurlar. Böylesi günlerde İzmirliler için, “Gül yağını eller sürünür çatlasa bülbül.” dense yeridir.

Kar kristallerinin biri diğerine benzemez bilirsiniz. Parmak izlerimiz gibi, çehrelerimiz ve kederlerimiz gibi bambaşkadır her biri. Aynı ahval ile kimilerine karamsarlık verir kar, kimilerinin gönlüne neşe eker. Neşelendirmesinin sebebi bellidir de neden bazı ruhları hüzne boğar bilinmez. Uzun süren kış günlerinin ömrün son demlerini hatırlatması, tabiatı örten beyazlığın kımıltısız bir ölüyü saran kefene benzemekliği, özlenen eyyamı baharın uzaklığı, kısacık süren günler, çarçabuk kararan havalar, soğuk rüzgârların bomboş vadilerde çınlayan ıslığı karla birlikte olduğundandır belki de.

Hüzne meyyal ruhlar,
“Mektup alır, efkarlanırım;
Rakı içer, efkarlanırım;
Yola çıkar, efkarlanırım.
Ne olacak bunun sonu, bilmem.
Kazım’ın türküsünü söylerler,
Üsküdar’da;
Efkarlanırım.” misali karla hüzne dalsalar da zemheride kar düşü kurar her yıl İzmir. Körfez buz gibi sularıyla grileşen gökyüzüne bakar. Saat Kulesi bir kalbin kuşlara denk çırpınışlarını anımsatan tik taklarıyla ritim tutar sert rüzgârların ıslık seslerine. Dağlar, ilkyazlarda açan çiçeklerini karşılarcasına coşkuludur dumanlı başlarına yağan kar tanelerini ağırlarken. İnsanların değmeyin keyiflerine!

Yolcu için kar meşakkat demektir, yoksul için de öyle. Evsizler ve garipler içinse bazen ölüm. Sert bağırlı taşlara mahkûm gövdeler de sıradan insanların bembeyaz sevincine kapılırlar mı acaba kadim bir şehrin izbe sokaklarına kar yağdığında? Gariplik, yitiklik ve mahzunluk terk eder mi bir an olsun onları?

İzmirlilerin kar heyecanı görülmeye değer bir manzaradır. İnsanlar evlerine sığamaz olurlar böylesi günlerde. Mütebessim çehreler dolar parklara bahçelere. Acemi tavırlarla kardan adamlar yapılır. Havuçtan burunlarıyla, kömür karası gözleriyle, ellerindeki süpürgelerle sıradan gözükseler de her kardan adam mütevazı fakat seçkindir İzmir’de. Bekleniyor ve özleniyor olmalarıdır onlardaki seçkin tavrın nedeni. Çocuklar kim bilir kaç yıl sonra görebilecekleri bir kardan adamla vedalaşırken tanışırlar masum bir hüznün tadıyla. Havuçtan burunlar nemli toprağa değdiğinde yetişkinlerin gönülleri burkulur.

Kar tanelerinin havada uçuşmak için birer kanada ihtiyacı yoktur. Zemine lapa lapa, akça pamuktan bir örtü serilirken yavaşça konarlar onlar da yere. Minicik gövdelerinde ne heves, ne arzu ne de yarına dair umut kalır. Düşer ve ölürler hem tek tek hem iddiasız. Kalplerimize serpilen onulmaz keder, onların çaresiz tükenişleridir.

Her şehrin kendine özgü bir ruhu var. İzmir İzmirliğiyle, İstanbul İstanbulluğuyla, Urfa Urfalığıyla, Semerkant Semerkantlığıyla güzel. Kabul etmeliyiz ki kar manzaraları bu inci şehirde alışıldık hale gelse İzmir İzmirliğinden vazgeçer. Oysa hiçbir nesnenin benliğinden geçmesi istenmese gerek. Üzerimize beyaz ve serince bir yorgan her daim örtülmese de olur. Özlemek kavuşmaktan güzeldir ne de olsa.

Yine de bu kış yalnızca bir gün olsun örtün ey gökyüzü gri renkli bir peçe. Bulutlar, kuşlar, ağaç dalları, yeryüzü, telefon direkleri de öyle. Tabiat tüm renklerinden soyunurcasına griliğe sığınsın. Sonra bembeyaz bir el un elesin varlığın üstüne İzmir’de. Hüzünlenenler olsun, neşelenenler, karın masumiyetiyle temizlenenler… Sokaklara dökülelim gencimizle yaşlımızla. Parklara koşalım. Yaşları denk olsun yedinin ve yetmişin. Çok şey midir istediğim bilmem!

Hatice Eğilmez Kaya
www.kafiye.net


Tarih 3 Oca 2015 Kategori: Nesrin Önem

BENİMSİN SABAH OLANA KADAR


BENİMSİN SABAH OLANA KADAR

Düşlerde hiç kimse ulaşamıyor sana
Sadece benimsin sabah olana kadar
Melekler başımdan ayrılmıyor bir yana
Sadece benimsin sabah olana kadar

Yıldızlar güneşin önüne geçmiş kollar
Mehtabım sevgimiz yönüne selam yollar
Gökyüzü bir anda ışıldar gece sollar
Sadece benimsin sabah olana kadar

Dualar ederim sabah olmasın diye
Rüyamı bozmasın doğan güneşim diye
Uykudan uyanmak istemem biter diye
Sadece benimsin sabah olana kadar

Gelince gitmezsin bütün bir gece boyu
Kalırsın benimle gezeriz sahil koyu
İçerim elinden nur gibi zemzem suyu
Sadece benimsin sabah olana kadar

NESRİN ÖNEM DEMİR
03 01 2015
BURSA
www.kafiye.net


Tarih 3 Oca 2015 Kategori: Hatice Eğilmez KAYA

Hükümsüz İyilik


Hükümsüz İyilik

“İyiliğimi kaybettim hükümsüzdür”

Hatice Eğilmez Kaya

En yakın arkadaşım bir gün bana, “Çok iyisin,” dedi. “Hatta fazla iyisin.” Bu değerlendirmesini iltifat kabul ettiğimden teşekkür ettim. “Fakat iyiliğin fazlası israftır, sakın unutma,” diye de ekledi. Son cümleyi işittikten sonra hafifçe burun kıvırdım. İyiliğin israfı mı olurdu hiç?

Yıllar içinde hayata ilişkin kırgınlıklarım artıkça, iyiliğin israf kabul edildiği halleri fark ettim. Yine de oldukça sıradan olan hayatımın ve iyilik melekemi kaybetmemin öyküsünü birilerine anlatacak olsaydım, iyiliğin halk içinde itibar görüp görmediğinin aslında hiç mi hiç önemi olmadığından söz ederdim.

Nasıl dış alemleri duyumsamamız bedensel yetilerimizle sınırlıysa iyilik kötülük, gerçeklik sanallık, doğruluk yanlışlık, hatta somutluk soyutluk algılarımız da aklımızın gücüyle sınırlı. Bütün bu göreceli doğruların üstünde bir hakikat var fakat hakikatin keşfi konusunda şimdilik pek aciziz.

Bugünlerde eşimle barışmaya çalışıyorum. Onu çok sevdiğimden mi? Galiba ve artık hayır. Ortada iki çocuk kaldı. Annesiz büyümelerini istemiyorum. Azıcık derli toplu olsaydım, dengeli davranabilseydim, sevmekte de sevmemekte de mutedil olabilseydim yuvamın şenliği bozulmaz, ışığı sönmezdi.

Kainatta her şeyin denge içinde dönüp duruşu bizleri zerre kadar etkilemiyor. Yıldızların, gezegenlerin ve bütün gök cisimlerinin müthiş düzeni, iç içe geçmiş dünyalarımızın akıllara ziyan devri daimi, damarlarımızdaki kanın kendi seyrinde dönüp dolaşması bize sirayet etseydi tekil ve çoğul hayatlarımız alt üst olmazdı. Akşamın geç vakitlerinde işten dönerken dairemize baktığımda canım acıyor. Meral çekip gitmeden önce, sokağımıza doğru döndüğüm andan itibaren, gözüm pencerelerimizden yansıyan ışıkta olurdu.

Hayatımın en önemli parçası bildiğim eşime sahip çıkamamam bende derin bir yara. Onun küçük bir kız çocuğununkine benzeyen kalbinin tam olarak neden mutsuz olduğunu, neye kanmadığını anlayamadım. Hatta evliliğe dair handikaplarım kafamı karıştırdıkça insanların hali pür melallerine şaşırmışlığım arttı. Düşünüyorum da milyarlarca yıl yerli yerinde duran felekler bir karar kılabilmişken insan nesli -tıpkı benim gibi- karar kılamadı. Göçmen kuşların yol iz bilirliği mesela, beni çok etkiler. Onlar kilometrelerce yolu kaybolmadan kat ederlerken biz kendi küçücük eksenlerimizde nasıl da savruluyoruz.

Önceleri alış veriş yaparak mutlu olurdu Meral. Onu alış veriş yaparken izlediğimde ince kollarının tonlarca ağırlığı taşıyacak kadar güçlü olduğunu zannederdim. Uçsuz bucaksız çölleri, ovaları, dağları, denizleri ve bilcümle varlığı ile dünyayı eve taşısa gözü doymayacaktı. Minicik tırnak çakılarından, devasa koltuk takımlarına kadar ne bulursa alır ya da aldırdı. Onun eşyalara olan düşkünlüğünü tarif etmek imkansıza yakın. Üstüne üstlük eve alacağı en ufak bir şey için kafamı ütülerdi, sonunda eşya alınıp eve gelince rahat bir nefes alırdım. Cebimden eksilen -zaten çok da geniş tutarlarda olamayan- paralar, alt üst olan aile bütçemiz, tehlike altındaki sosyal itibarım umurumda olmazdı. Yeter ki şu kadının dinmek bilmez gel gitleri bir parça durulsun, derdim. Onun her isteğine “evet” demek benim için iyi eş olmak demekti. Meğer miskinlikten öte bir şey değilmiş.

İşte yine annem açacak kapıyı. Bütün gün çocukların yaptığı yaramazlıklardan yakınacak. Yapılmamış ödevler, dinlenmemiş sözler, edilen küfürler, sokaktan eve girmemekler, filanca yemeği yememekler. Gerçekten de fırtınaları yenice dinmiş bir hayatın yorgunu olan annem, bu yaşta iki çocuğun hem de iki erkek çocuğunun kahrını çekmek zorunda değil. Babam mahalle kahvesinde soluğu alıyor, kafası rahat. Her zamanki gibi zoru görünce kabuğuna çekilmeyi güzel başardı. Ayaklarım ne kadar da ağrıyor hantal bir gövdeyi akşama dek taşımaktan.

Kapının otomatiği kendine has bir velveleyle açıldı. Sahibinin öfkesine tercüman oluyor, emrine amadeliğini kanıtlıyor gibiydi. Sanki annemden önce o başlamıştı söylenmeye. Çocukluğumdan beri annemin sadece bize değil, etrafındaki her şeye sözü geçiyor gibi gelirdi bana. Onun bir yan bakışıyla huysuz ve kaprisli kedimiz bile düzene girerdi.

Çocukluğumun düşlerime karışmış günlerinde, hatırladığım ilk anılarım annemin bir general edasıyla evin içinde dolaşması, babam da dahil hepimize emirler yağdırmasıydı. Ağabeyim ilk fireyi o yıllarda vermeye başladı. Ben de iyi olmaya çalışma hastalığına yine aynı yıllarda tutuldum. Ağabeyim anneme ve özellikle babama asilendikçe ben uysal bir kuzu gibi annemim eteğinin dibinden ayrılmaz, onun bir dediğini iki etmemeye çalışırdım. Evin söz dinleyen evladı, geniş ailemizin uslu çocuğu ben olacaktım.

Annem ikinci kattan “Hüseyin sen misin evladım?” diye seslendi. Otuz küsur yıldır yukarıdan aşağı doğru aynı tınıyla ve aynı ahenkle seslenirdi. Benim cevabım da hep aynı netlikte olurdu, “Evet anne, benim.” Onu evde bulmak, sıcaklığını evin odalarında, mutfağında hissetmek, tezgahta elinin izlerini sürmek, sert bakışlarına maruz kalmak zihnimde bambaşka bir güven duygusu uyandırırdı. Bugünlerde onun “Sen misin?” sorusunu hüzünle karışık cevaplıyorum. Merdivenlerin basamaklarını hüzünle sayıyorum. Bir, iki, üç, dört, beş… Yumuşacık halının üstüne adımlarımı hüzünle gömüyorum. Ruha böylesine müthiş bir rehavet yayan mutluluğun kalıcı olmadığını bilmek ne de hazin.

“Mutluluk rahmani bir histir,” derdi tanıdığım ilk bilge olan dedem. “Kalbimizde zerre kadar rahatsızlık uyandıran mutluluklara itibar etmemeliyiz.” Genlerimizde saklı bir duruş var, damarlarımızda dolaşan kan kadar somut ve sıcacık bir duruş bu. Gel de kendini başka iklimlere at atabilirsen. Sudan çıkmış balığa dönmez misin?
Bendeki söz dinleyen çocuk dedesinin anlattığı masalları ezber etmekle kalmıyor, satır aralarındaki bütün iyilik mesajlarına da “aldım kabul ettim” diye cevap veriyordu. Sonraları dış dünyanın bambaşkalığını fark etti. Israrla iyi olmaya çalışmak onda hasıraltı edilmiş bir kibir duygusunun oluşmasına sebep oldu. Ergen dahi olamayan o çocuk kendini iyi, âlemi kötü bilmekten örselendikçe örselendi. Şimdilerde ayaklarımı sürüyerek yürümemin, kendimi dahi tımar edemeyişimden duyduğum öfkenin, iyilik yapma isteğimin cebimdeki yırtıktan süzülüp yere düşmesinin sebebi de onun örselenişi oldu.

Meral gideli bugün dördüncü ay bitti. Dolu dolu dört ay. Bu arada büyük oğlumun yedinci yaş gününü kutladık. Küçük oğlum ana sınıfına başladı. Aralarında yaş farkı çok fazla olmadığı için hiyerarşi problemleri yaşıyorlar. Otorite kabul etmenin belli kıstasları olduğunu henüz bilmediklerinden ağabey, sözünün dinlenmeyişine içerliyor. Kardeş her “benim dediğim olacak” krizinden sonra daha çok içe kapanıyor. Kim bilir kaç kez anlattım fakat meselenin özü benim söylediklerimle değil, zamanla anlaşılacak belli.

Dört ay öncesine kadar sıradan sayılabilecek bir evliliğim vardı. Elbette son bir yıldır Meral’de beliren suskunluğu ve soğuk duruşu hesaba katmazsak. Vara yoğa sitem eden, her fırsatta küsen kadın ne küser ne konuşur olmuştu. Onun bu suskunluğunu rutin giden hayatına, olgunlaşan yaşına verdim. Çılgınlar gibi alış veriş de yapmıyordu artık. İnsan hayatının bir düzende kalmayışı, her doğan günün farklı gelişmeleri beraberinde getirmesi, mevsimleri anımsatır hep bana. İnsanlar da mevsimler gibi, özellikle kadınlar.

Temmuzun en sıcak günlerinden birinde ofiste çalışırken telefonum çalıyor. Ekranda Meral’in numarası. Alışık değilim mesai saatlerim içinde beni aramasına, şaşırıyorum. Eskiden yani evliliğimizin ilk günlerinde ne kadar da sık arardı oysa. İçimden tuhaf bir esinti geçiyor. “Hayırdır” diyorum. Titremeyen, iniş çıkışları dahi olmayan bir sesle konuşmaya başlıyor. “Bıktım artık senden, senden ve bütün ruh sıkan hallerinden. Gidiyorum, sakın gelmeye kalkma. Evde değilim, yola çıktım bile.” Ne diyeceğimi şaşırıyorum, çocukları soruyorum. “O iç karartıcı annene bıraktım, istediği gibi büyütsün paşa torunlarını. İstediği gibi eğitsin. Babamın evinden getirmedim ben onları. Kendine iyi bak.”

Evimizin arka balkonunun müdavimi kumrular şaşırdılar en çok onun gidişine. Sabah akşam Meral’in elinden saçılan buğday tanelerini yemeğe, ona günün belli saatlerinde güzel sesleriyle konser vermeye alışıktılar. Gövdelerine yakışan güzel başları ile, günlerce perdenin arkasından belirecek gölgeyi beklediler. Anlayışsız kuşlar olmamalarına rağmen bir süre sonra umutlarını yitirdiler, başka evlerin mesut balkonlarına konuk gitmeye başladılar.

Her kafadan bir ses çıktı. Mahremim değildi artık hayatımdaki hiçbir ayrıntı. Neler olup bittiğine dair oluşan merak duygusu tanıdığımız insanlar arasında ışık hızıyla yayılıyordu. Ayrılığımızı karşımızdaki müstakil evde oturan, maliyeden emekli Nurdan Hanım’a açıklamam en zor olanıydı. Hanım hanımcık bulurdu hep Meral’i. Gözünden kıskandığı iki yavrusunu bırakıp gitmesini bir türlü algılayamıyordu. “Oğlum hiç kavga da etmezdiniz. Ne oldu anlayamadım.” dedi durdu. Dışımda değil içimde konuşuyor gibiydi, belki de bu yüzden beni en çok onun hayreti yordu.

Meral giderken çocuklarımızı, evdeki bütün eşyalarımızı, kafesteki kanaryasını, saksıdaki çiçeklerini bıraktı. Banyoda şampuanı, evin girişinde terlikleri, mutfakta işlendikten sonra ellerini kuruladığı küçücük havluları kaldı. Bir süre sonra uçup giden kokusu da kaldı ardında. Yola koyulduğunda elinde iki valizi varmış, bir de benim iyi adam olma azmim. Elindeki bavulları görenler olmuş, benden alıp götürdüğü iyi yanım görülmemiş.

Ölçülüp tartılmış adımlarla çıktığım merdiven, bugün bana binlerce basamaktan ibaretmiş gibi geldi. Saydım saydım tükenmedi. Babaannelerinin yanında gelişimi bekleyen oğullarım da sabırsızlanıyorlardı. Onların sabırsızlıkları her günkünün aynıydı. Benim içimdeki ulaşamama duygusu olağan dışıydı. Tırmandıkça yükselen bir dağa benzettim evimizi. Ağabeyimin yalnız yaşadığı en üst kat, Meral’in terkinden sonra sadece yatmak için gittiğimiz üçüncü kat ve oğullarımın kapısının önünde beni bekledikleri ikinci kat… Muhkem kalelerinkini anımsatan giriş kapısından başka hiçbir kapı, kilit bilmezdi evimizde. Ne zaman bitecekti bu merdivenler? Tırabzana tutuna tutuna, yavaşlatılmış bir ritimle çıktıkça çıkacağım galiba.

Hatice Eğilmez Kaya
www.kafiye.net


Tarih 3 Oca 2015 Kategori: Hayriye NUrcan OKUDUR

MENEVŞEYLE HAYRİYE


MENEVŞEYLE HAYRİYE

Antakya’nın Kuruyer köyünde yaşayan dört dul kız kardeş varmış. Köylüler bunlara bir zamanlar 80’lerin meşhur dizisi “The Golden Rose”dan esinlenerek  Altın Kızlar derlermiş, Menevşe, Hatice, Şürkriye ve Hayriye…

Bu  Altın Kızlar’dan en çılgını Menevşe ile en safı Hayriye bir gün köydeki evde yalnız kalmışlar. Hayriye’nin saf olmasının yanıda kulakları da duymazmış. Vakt-i zamanında  ki şimdilerde çoktan toprağa gömmüş olduğu rahmetli Koreli amca (Kore savaşı gazisi olduğu için kimse asıl adını bilmezdi) sinirlendiği bir gün karısına bir tokat yapıştırmış kadıncağızı sağır etmiş. Allah’ın sopası yok ya çok geçmemiş karısından önce kara toprağı boylamış. Hoş Antakyalı kadınların genel özelliğidir kocalarını erken gömerler. Akıllıysanız ve hayatı seviyorsanız Antakyalı bir kadınla evlenmeyin derler.

Hayriye yıllar içinde sağırlığına alışmış. Dünyanın derdinden uzak durmak için keyifli bir yol olarak görür olmuş. İşine geleni dudak okuyarak anlar işine gelmeyeni ben sağırım der yan gelir yatarmış. Hayriye gibi çevresi de alışmış onun sağırlığına. Okuma yazması olmadığını bildiklerinden tane tane konuşup dudak okutarak anlatırlarmış dertlerini. İstersen sonra arkanı dön küfret Hayriyecik anlamazmış bile.Belki de dünyanın en güzel nimetidir sağır olmak.

Gelelim bizim çılgın gecemize… Köyde isleri biten Hayriyeyle Menevşe akşam yemeklerini yiyip çaylarını içip dinlenirler. Derken yatma saati gelir. Mevsim yazdır ama ev yol üzerinde olduğu için iki yaşlı kadının bir evde yalnız kalması tehlikelidir. Menevşe yatmadan önce kapıyı pencereyi iyice bastırıp kapatır. Ablasının yattığını gören Hayriye de kendi horultusunu duymadan horul horul uyumaya başlar.


Gecenin bir yarısı Menevşe karnında bir sancıyla uyanır. Eee yaşlı kadın tuvalete yetişmesi lazım… İki  büklüm karnını tuta tuta sokak lambasını bile açmaya fırsat bulamadan bastırıp kapattığı kapıyı açar koşa koşa dışarıdaki tuvalete gider. Döneceği için kapıyı tam kapatmaz aralık bırakır. O sırada Hayriye susar mutfağa gider su içer. Bir de bakar ki sokak kapısı aralık kalmış, “Ah abla” der, “Kapıyı iyi kapatmamışsın, bizi boğazlayıp kesseler yeridir” der. Kapıyı iyice içerden kapatıp kilitler.Geçer yatağına horlamaya devam eder. Zaten sağırlığından beri uyumaya meyilli olan Hayriye yastığa çeyrek kala uyuması ve uykusunun ağır olmasıyla ünlüdür.

Dışarıda işi biten Menevşe gelir bakar ki kapı kapanmış. Kapandığı da yetmemiş birde kitlenmiş. “Hayriyeeee!” diye çığırır ama nafile. Hayriye uyansa bile duymaz ki… Gecenin yarısı artık ayaz inmiş hava soğuk, Menevşe penye gecelik altında pazen şalvar don , başında  tülbent  dışarıda kalır. Yatak odası tarafına geçer. Demirli camları tıkırdatır, yok. Çalar çığırır, yok. Bir umut, Hayriye’nin tuvaletinin gelmesini bekler, yok.  Yassı bir  demir parçası bulur karanlıkta, kapalı pencerenin kenarına  geçirip açmaya çalışır. Bayağı bir uğraşır ama sonunda pencereyi aralamayı başarır. Sadece aralar çünkü pencere dolaba dayanır. Aralıktan kolunu uzatır Hayriye’ye ulaşmaya çalışır ama yetişemez. Gecenin yarısı gider bahçeye, hava soğuk, karanlık… Yürürken yanlış bir yere basar curp diye ayağı çamura girer. Hayriye’nin anasına babasına  bir güzel küfreder sanki kendi üvey evlatmış gibi. Dolanır bahçede işe yarar bir şey bulmak için. Ayın ışığında görebildiği kadarıyla yerdeki uzun dal parçasını almaya çalışır. Fakat tam eğilip alacakken bir kurbağa vrak diyerek yüzüne sıçrar. Harika ve macera dolu bir gecedir Menevşe için…

Dalı aldıktan sonra tekrar yatak odasının aralık camına girer. İçeriye dalı uzatır.Amacı Hayriye’nin burnuna ulaşmak onu rahatsız edip uyandırmaktır. Ama dal Hayriye’ye kadar yetişmez.    2-3 cm kalır. Tam ıkına ıkına biraz daha uzanırken Hayriye horuldayarak diğer tarafa döner uyumaya devam eder. Menevşe  belden aşağı bütün kadın sıfatlarını sayar Hayriye’ye. Ne de olsa Hayriye nasıl uyumasıyle ünlüyse Menevşe de ağzının zifirliğiyle tanınır. Boşuna insanı en yaratıcı kılan şey çaresizliktir dememişler. Bu aksilik karşısında Menevşe’nin yaşlı kafasında yaratıcı ampul yanar tekrar. Başındaki dolağı çıkarır, dalın ucuna bağlar. Pencere aralığından sokar ve bayrak gibi sallamaya başlar. Hayriye’yi güzellik uykusunda rahatsız eder. Uykusu arasında kendine yumuşak bir şeyin değdiğini fark eden Hayriye korkuyla euzübesmele çekerek uyanır sonunda.Önce algılayamaz burnunun dibinde teslim bayrağı gibi sallanan şeyin ne olduğunu. Nerden geldiğini çözemez. Kalkar ışığı yakar. Bakar ki ablası bahçeden içeriye doğru bir dal uzatmış sallıyor. Farkında olmadan “Ne işin var senin dışarıda?!” diyiverir. Menevşe “Geri zekalıyım ya gecenin bir yarısı dışarı çıkayım da Hayriyeyle oynayayım dedim.” Diye sinirlense de Allahtan Hayriye anlamaz. Menevşe’nin
dudaklarından ve el kol hareketlerinden “Kapıyı aç kapıyıııııı!!!” diye bağırdığını anlar sadece. Gider kapıyı  açar, zeytinyağı gibi üste çıkarak ; “Sen benim sağır  olduğumu bilmiyor musun? Niye dışarı çıkarken  beni uyandırmadın? Hadi beni uyandırmadın niye yanına anahtarı almıyorsun? Hadi almadın kapıyı açık koydun niye sokak lambasını yakmıyorsun?” diye Menevşe’yi saf saf kalaylar.

Menevşe çamur olan ayağını yıkarken “Ulan kahpe donuma sıçmaktan beter ettin beni!” diyerek söylense de Hayriye çoktan yatağına geri yatmış horlamaya başlamıştır.

 

Hayriye Nurcan OKUDUR
www.kafiye.net


Tarih 2 Oca 2015 Kategori: Elvan USUL

Elvan Usul’dan enstanteneler

Elvan Usul’dan enstanteneler