şiir. öykü, makale, deneme, tiyatro, masal, fıkra, anı, sohbet, röportaj yazılarının yayınlandığı uluslara arası yazar ve şairlerin katılım gösterdiği edebiyat sayfasıdır. Uyum platformudur.
Kendi dünyası dışında ne olursa olsun, her zaman yüreğinde inşa ettiği sakin ve huzurlu bir sığınağı vardı O’nun. Etrafın olaylar karmaşası içinde çalkalanması fark etmezdi Dilek için. Karmaşada sadece görüntüsünü bırakır, asıl Dilek’i o sığınakta korumaya alırdı.
Müthiş bir özgüven duygusuna sahipti. Öyle böyle bir güven değil; çok değişik bir duyguydu bu. Kendi oluşturduğu; koruyucu, kalın bir kabuktu belki.
“Bu gece de uyuyayım,” diye mırıldandı delikanlı. Gardiyan, akşam yemeğini bırakmak için tek kişilik hücresinin ağır ve paslı kapısını tumturaklı bir gürültüyle açtığında, “Bu sabah gelmeyecekler.” demişti.
Uyku gözlerinden akıyordu. Az sonra düşlerinin dikenli yatağına uzanacak, sabah belki de cellatların esmer parmaklarının duygudan uzak dokunuşlarına uyanacaktı. Binlerce karabasanla savrulan bilincini güneşin doğumunu göremeyeceği son gecesine teslim ediyor olabilirdi. Gardiyan nereden bilecekti, onların ne zaman geleceklerini.
Bügün bir kez daha aşağılandım. ‘’Neden ?’’, ‘’Neden BENİ SEÇTİN?!’’ , ‘’Dünyada o kadar insan varken Neden çaresizce
ben yalvarıyorum sana ?!’’
Günlerden Pazar. Babamla birlikte aile dostlarımızı ziyarete gittik. İnsanlar ne kadar da güzel konuşuyorlar. Peki ya ben. İnsanın oğlunun olması normalde gurur , onur verici bir şey. Bu yüzden de adımı ONUR koymuş babam. Peki ya sonra … Sonra ne mi oldu ?
Derinden gelen bir zil sesi kulakları tırmalıyordu. Epeyce çaldı ve sustu. Pelin duymuş; ama kolunu uzatıp telefonu alamamıştı. Ne olduğunu bile tam anlayamamıştı hatta.
Beş dakika kadar geçti ve tekrar aynı zil çaldı. Gözlerini açtı Pelin. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Hala Tarık’ın söylediği o sözde idi. ‘İşte kadın böyle olur…’ sözü kulağında çınlıyordu Pelin’in. Ayşe için bu lafı söylemişti ha Tarık!
Sabah saat sekizi çeyrek geçe uyanmıştı Pelin. Hala mahmurdu. Gerindi bir süre. Birden aklına mesaisinin saat dokuzda başlayacağı geldi. Tarık’a doğru döndü; o da mışıl mışıl uyuyordu. Oysa aynı saatte başlıyordu mesaileri. Kendisi fırladı yataktan. Lavaboya gidecekti ki; kocasını da uyandırması gerektiğini düşündü. Sertçe sarstı birkaç kez. O da homurdanarak gözlerini açtı.
-Böyle devam edersen, senin yüzünden onlarla görüşmeyeceğim Tarık…
-Ne oldu yine hayatım? Ne bahaneler üreteceksin bakalım gecenin bu saatinde?
-Ne olacak sence? Hadi kadını övmelerini anladık; ya o bakışların neyin nesiydi?
Duvarda asılı kalmış bir saatli maarif takvimi. Sararan yapraklarından birini kopardım. 30 Haziran 1975.
Bu duvar, bu takvim ve bu ev çürümeye sıcacık bir yaz günü terk edilmiş. Vazgeçmek, bir şeylerden umudunu kesmek böyle bir haldir zaten. Arkana bakmadan çekip gittiğinde hayal bile edemeyeceğin ayrıntıları da geride bırakıverirsin bir çırpıda.
Sarı Çiçek yaylasından bir sarı gelin geçti. Ben o gelini çok sevdim. Sarışın bir aya benziyordu güldüğünde. Ağladığında yıldızlarca saçılıyordu kederi gökyüzüne. Etekleri değdikçe yayla toprağının esmer yüzüne yüreği kanıyordu geçmiş yazlar için.
Geniş bir alana dikip yaprak yeşili gözlerini içindeki ırmaklara benzer gözyaşlarını akıttı göğsünün yangın yerine. “Burada amcam çadır kurardı.” dedi. “Nerede şimdi amcam, hani onun kara çadırı? Nereye gittin amca? Bir daha bu yaylaya konmayacak mısın?”
Aman Ali, namı diğer İşte Öyle Ali, henüz üç yaşında… Her iki lakabını da ben yakıştırdım ona. Aman Ali, meşhur bir İstanbul türküsünden esinlenerek verilmiş bir isim. İşte Öyle’nin macerası da pek hoş! Bir gün Ali’ye sordum -ki o da sorar bu soruyu herkese hem de pek sık-
Erkek arkadaşlarımdan biri Müslüman olduğunu söylüyor, Allah’a ve Resulüne inanıyor, meleklere inanmıyordu. Oysa meleklere iman, Peygamberlere imandan önce geliyordu. Meleklere inanmayan için Efendimize inanmak söz konusu olamazdı. Peygamber olmak için emaneti teslim alması gerekiyordu ki bu doğrudan değil, melek aracılığıyla olmuştu.