Medeniyet Savaşçıları



Yüzyıllardır sanat kavramı çeşitli tartışmalara konu olmuş ve genel olarak yaratıcılığın, hayal gücünün dışa vurumu olarak kabul görmüştür. Zaman zaman zanaatla karıştırılmıştır. Zanaat bir amaç ve plan doğrultusunda bir aracın ürüne dönüştürülmesi iken sanat tamamıyla bunun dışında bir olgu olarak karşımıza çıkmıştır. Hayal gücüne dayalıdır. Duygulardan hislerden yola çıkılır. Ortaya çıkan eser yine kişileri duygusal anlamda doyuma ulaştırmayı hedefler. Her zaman amaç bu olmasa da sanatçı eseri icra ederken bunu planlamasa da icra edilen eserin kitlelere hitap ettiği döneme damgasını vurduğu görülmüştür. Dolayısıyla sanatçının doyuma ulaştığı bu noktadaki eserin hedefini şaşmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. İşlenilen konunun toplumla bütünleştirilmesi her ne kadar sanatçının duygusal tutumundan yola çıkmasıyla gerçekleştirilmiş olsa da sanatçının topluma hitap etme kaygısı olmadığı göz önünde bulundurulsa da sanatçıların topluma, toplumlara hitap ettiği gerçeğini kimse göz ardı edememiştir. Buradaki sanatçı kavramı bu sebeple çok önem taşımaktadır. Bu da eserin sanatçının evrenselliği, özgünlüğüyle alakalı bir ritüeldir. Toplumun sorunlarına, acılarına kayıtsız kalmayan bir sanatçının icra ettiği eser, mutlaka topluma hitap edecek, karanlığı aydınlatacaktır. O halde nedir sanatçı? Duyarlılığı ve hayal gücünü bir araya getirerek, hissettiklerinden gördüklerinden ya da tamamıyla zihninde kurguladığı bir olguyu, düşünceyi yaratıcılığıyla birleştirerek sanat alanlarının her hangi birini icra eden kişiye sanatçı diyebiliriz. Dolayısıyla sanat her hangi bir duygunun da dışa vurumu değildir. Eser olarak tanımlanması estetik kaygı gütmesiyle de alakalıdır. Her sanat eseri güzel olamayacağı gibi çirkin de olabilir. Dolayısıyla bu bağlamda estetik olgusu devreye girer ki estetik; kullanılan teknikten, renklere, çizgilere, notalara vs. eserin bütünlüğü içerisindeki ahengin en ustaca sunumuyla bizleri eserde ağırlayan uyumdur. O halde ahenk her zaman güzel olacak diye bir kural da yoktur. Karanlık ruhları, çirkef bir düzeni anlatan sanatçının eseri, günlük güneşlik, gül bahçesi olamayacağı durumdan özetle aşikardır. Korkuyu, endişeyi, bilinmezi ve sonu olmayan bir girdabı icra eden sanatçının renkleri, çizgileri daha farklıdır. Bu farkta bir ahenkle eğer bizlerin karşısına çıkıyorsa ortada bir eser ve bir sanatçı var demektir.


Toplumları peşinde sürükleyen sanatçıları ve yararlandıkları akımları ele alarak sanatçıların toplumlara nasıl yön verdiklerini irdeleyelim. Kübizm 1906’larda Fransa’da ortaya çıkmış; resimde, edebiyatta ve diğer sanat kollarında sanatçıların eser vermelerinde etkili olmuş akımlardan biridir.


Varlıkların dışsal özelliklerinin yan ısıra içsel özelliklerinin (hisler duygular) de yansıtıldığı sanat akımlarındandır. Kübizmde nesneler normal biçimlerinde fakat; konuya ve tabloya göre değişen geometrik bir düzen içinde parçalanmış haldedirler. Kübist ressamların tablolarında insanlar dış görünüşlerinin yanı sıra düşündükleri, hissettikleri ve içinde bulundukları düzeni toplumsal yapıyla birlikte çizilmişlerdir. Dolayısıyla kübizm sanatçıları eserlerinde nesneleri ve insanları tüm ayrıntıları ile birlikte ele almışlardır.


Kübizm sanatçıları denildiği zaman ilk akla gelen isim aynı zamanda bu akımın öncüsü de olan Pablo Ruiz Picasso’dur. Picasso’nun devrimci, yenilikçi ve tartışmalı Kızlar’ı modernizmin ve başlıca modernist akımlardan kübizmin doğuşunu simgeler. Kübizmde, Picasso tablolarını incelediğimizde ressamın kullandığı renklerin kendi uyumu içerisinde olduğunu görürüz. Ünlü temsilcisi Picasso bu eserlerinde canlı renkleri kullanarak kişilerin iç dünyasını dışa vurmaya çalışmıştır. Korku, endişe, kaygı gibi konuların ele alındığı bu akımda ressam; toplumun içinde bulunduğu kaosu ele almayı başararak kitleleri peşinden de sürüklemeyi başarmış ve dönemine damgasını vurmuş, çok büyük ses getirmiştir. Bu da sanat eserinin evrenselliğinden ileri gelir ki; eserin günümüze kadar ulaşarak zamanın içinde bulunduğu çarpıklıklardan yeni kuşakların, nesillerin eserde kendi dönemlerine ait; kendinden izler bulmasına yol açmış ve eserin ölümsüzleşerek daha nice yüzyılları dolaşmasını garanti altına almıştır.

 

Kübizm esasen empresyonizm akımına karşı çıkmıştır. Empresyonizm akımına ışık gölge oyunları hakim iken; kübizmde geometrik şekillerden yola çıkılmıştır. Nesnelerin boşlukta kapladığı yeri belli etmek amacı ile bunlar parçalanarak, çeşitli cephelerden görünümleriyle ele alınmıştır. Paris’te ortaya çıkan bu akımda Picasso, nesnelerle kişilerin sadece dış görünümünü değil; duygularını, arzularını da yansıtmaya çalışmıştır. Kübizmi ülkemize getiren ve bu akımda eser veren ressamımızsa Nurullah Berk’tir. “Ütü Yapan Kadın, Penceredeki Adam, Padişah …” önemli eserleri arasındadır. Edebiyatta da etkisini gösteren kübizmde ünlü şairimiz Nazım Hikmet Ran eserler vermiştir. “Benerci Kendini Niçin Öldürdü” isimli kitabında “Ayın On Dördü” isimli şiiri kübizme verilecek en güzel örneklerdendir.


Sanat akımlarından bir diğeri empresyonizm akımını ele aldığımızda ise; akımın izlenimcilikle yakından alakalı olduğunu görüyoruz. Yani empresyonizmin izlenimcilik de olduğunu söyleyebiliriz. İzlenimcilikse, çevresindeki varlıkların anlatılması olarak değil daha çok sanatçıda bıraktığı izlenimlerin anlatılması ya da icra edilmesi şeklinde karşımıza çıkıyor. Sanatçı dış dünyada gördüğü varlıkların gerçek, realist yönünü değil; kendinde uyandırdığı duygusal yönünü dışa vuruyor.


Işık ve gölge olaylarının esere tamamıyla hakim olduğunu çok net bir şekilde görebiliriz empresyonizmde. Varlığın sanatçıda içinde bulunulan bağlamda uyandırdığı izlenimler sanatın öğesi olarak kabul edilmiştir. Anlam belirginliğinden çok kapalılık yeğlenmiş, anlamın yoruma uygun olması beklenmiştir. Sanatın amacı birtakım gerçekleri yansıtmak değildir. “Sanat için sanat” ilkesi benimsenmiştir. Gerçekler kişilere göre değişir ve kişisel değer kazanır. Işık ve renk kaynaklı görsel izlenimler, resimde olduğu kadar şiirde, edebiyatta da önemli bir yer tutar. Objenin kendisi değil sanatçıda uyandırdığı duygular önemlidir.


Yine empresyonizme örnek verilecek değerlerimiz arasında resimde, İbrahim Çallı ve Çallı kuşağın temsilcileridir. Çallı’nın “Adada Gezintiye Çıkan Kadınlar, Manolyalar, Kadın Portresi” empresyonizme verilecek en güzel eserleri arasındadır.Yine edebiyatta etkilerine baktığımızda, empresyonizm akımının en önemli temsilcileri arasında Ahmet Haşim ve Cenap Şahabettin icralarını görmemiz mümkündür. Dünyadaki en önemli temsilcileri arasında resimde Claude Monet, Vincent ,Van Gogh eserlerini görmekteyiz. İzlenimcilikte en başarılı isimlerden biri kabul edilen Monet’in “Gün Doğumu, Gezinti, Nilüfer Gölü…” en önemli eserlerinden bazılarıdır. Yaşıyorken resimleri rağbet görmeyen ancak; öldükten sonra eserleri umulmadık bir etkiyle ta günümüze kadar ulaşan Van Gogh’un “Yıldızlı Gece,Tohum Ekici, Yıldızların Altında Servili Yol” en önemli eserleri arasındadır. Sanatçı dış dünyada gördüğü varlıkların gerçek yönünü değil; kendinde uyandırdığı duyguları dışa vurmuştur. Güneş, ışık, sarı renk eserlerinde en baskın bazı karakterlerden bir kaçını simgeler. İçseldir dünyanın hayalleriyle bezenmiş izlenimlerden ibaret eserler vermiştir.


1906’larda ortaya çıkan kübizm akımına baktığımızdaysa toplumsal yapıdan da az çok haberdar olabildiğimizi görüyoruz. Kübizm akımının dünyadaki en önemli ismi Picasso’nun, öncesinde Japon ressamlardan etkilendiğini bir empresyonist olduğunu; sonrasında bu yola girdiğini görmekteyiz. O halde öncesinde baktığımızda nesnelerin sanatçıda bıraktığı izlenimlerin dışa vurumunu izlediğimiz (empresyonizm) Picasso, sonrasında nesnelerin hem içsel hem dışsal yönünün hakim olduğu eserler verdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Empresyonizmden sonra kübizmi seçmesinde ise Picasso’nun içinde yaşanılan toplumsal zevklerin, ihtiyaçların, istek ve arzuların etkili olduğunu özellikle Afrika’da insan topluluklarından da etkilendiğini gözlemlemekteyiz.19.Yüzyılda başlayan ve 20. yüzyıla kadar devam baskı ve sömürü düzenini, Picasso’nun “Avigonlu Kızlar” eserinde görüyoruz. Modern sanat akımının da başlamasına yol açan tabloda insan yüzünün temsili kurallarının bozulması uç noktalardadır. Ve Picasso’nun ilk kübist eseri olan “Avigonlu Kızlar” (Avigonlu Genelev ) bir resmin görüldüğü gibi deği; görülmek istendiği gibi çizilmesinden yana olduğunu bu tablo ile vurgulamak istemiştir.

O dönem Afrika’ya bakıldığında, sırf Avrupa’daki insanları eğlendirmek için Afrika’dan getirilen insanlarla, hayvanat bahçelerinde Avrupalıları eğlendirmek amacı güdüldüğü bilinmektedir. Yine Afrika’dan, uzak doğudan ve dünyanın bir çok yerinden getirilen kızların, kadınların seks kölesi olarak Avrupa’da, Amerika’da, Avusturalya’da çalıştırıldıkları ve çoğunun kötü yaşam koşullarına, kötü muameleye maruz kaldıkları için kısa süre içinde hayatını kaybettiği de bilinmektedir. O zamanın şartlarında artık sanatsal ihtiyaçların da değiştiğini göz önünde bulundurursak toplumsal yapıyı da analiz edebildiğimizi görüyoruz. İnsan Hayvanat bahçelerinde Filipinli bir kız çocuğundan tutun da, Kızılderili bir kabileye, “Evrimin eksik halkası” olarak tanımlanan “Ota Benga” adındaki bir adamın insan hayvanat bahçesinde sergilendiğine, neredeyse her gün ziyaretine gelen 40.000 kişi tarafından dalga geçildiğine, kötü muameleye maruz kaldığına; bunun da kübizm sanatçılarının bir çok eserine yansıdığını görmekteyiz. New York’ta durum böyleyken Avrupa’da farksız değildi. Ve bu durumların hatta; bohem yaşam tarzı içinde(Picasso) olan sanatçıların eserlerine bir şekilde yansıdığını görmekteyiz. Bu da sanatın, sanatçının duyarlılığının bir diğer kanıtı olarak karşımıza çıkmaktadır. Hatta Picasso “Avigonlu Kızlar” tablosunun isminin değiştirildiğini ve Picasso’nun bundan hiç hoşnut olmadığını biliyoruz. Avigonlu Genel Kadınlar isim olarak da Avrupa’nın içinde bulunduğu çirkefliğin, sömürünün bir diğer şeklini dünyaya sunuyordu. Avigonlu Kızlar olarak değiştirilen isimde bir bakıma hedef şaşırtılmak istenmiş; belki de dönemin yönetim anlayışından çekinilmiştir. Picasso tablolarında; “Cezayirli Kadınlar, Ağlayan Kadın, Ayna Karşısındaki Kız, Oturan Kadın” kadın bedenlerinin geometrik şekillerle kesişmelere indirgenecek kadar sert bir biçimde ele aldığını görüyoruz. Eser görenleri “Avigonlu Kızlar” dehşete düşürür, sanat tarihinde devrim yapan kompozisyon olarak da ün kazanır.


Sanatçı karanlığa ışıyan sonsuz bir ışık selidir. Ve eserlerindeki içsellikler, görsellikler toplumların karanlık yanlarını ışığıyla yıkayan yakan güneşidir. Sanatçıların New York’tan Danimarka’ya, Fransa’dan Avusturalya’ya kadar tüm dünyada yaşanılan sömürü gerçeğini, toplumun iç sesini haykırmıştır. Kullandıkları akımlar eserlerindeki tek savunma metoduydu. Savaşlarla, sömürüyle başa çıkmanın; insan haklarını haykırmanın, kanla besleniyor oluşlarını yüzlerine vurmanın, medeniyeti haykırmanın tek yoluydu bu onlar için. Bunu kimi zaman bilinçli yaptılar, kimi zaman içlerinde ağlayan o çocuğun sesiyle… yüreğiyle. Öldürmeye, yok etmeye, insana yakışmayan muamelelere karşı tek silahları onların sanatsal yetileriydi. O yeti, o duyarlılık sonradan kazanılan bir şey de değildi. Ancak daha güçlendirildiği, geliştirildiği; çeşitli teknik ve yöntemlerle daha değer arz edildiği de göz ardı edilemez bir gerçekti. Onlar elçileriydiler insanlığın. Müzikte, edebiyatta, resimde, heykelde, minyatürde vb. birçok disiplinde onlar insanlığın korkusuz savunucuları melekleriydiler. Hiç kan dökmediler. Hep nefes verdiler zira yaşamak ne güzel şeydi nefes alabilmek… Bunu başardılar .Kendileri nefessiz kaldılar, öldüler, yağmalandılar, sürüldüler, vatanlarından koparıldılar, sevdiklerinden ayrı düştüler lakin masmavi ırmaklarda yıkanmış ruhlarıyla bizlere nefes olmayı; nefes vermeyi başardılar. Bu gücü onları sanatçı kılan, hep çırpınan yürekleriyle yeniden dirilerek buldular. Zira sanatçı ölümsüzdü bunu biliyorlardı, yürek son nefesini verinceye değin kavrulan ateşlerde diri diri yanan dokularının damlacıklarıyla ruhumuza üflemeye acılarımızdan deniz olup; küllerimize dökülmeye, yeşertmeye, yaşatmaya devam ettiler. Onları insafsızca harcayan, yıpratmaya, yok etmeye çalışanlar bunu bilemediler.


Kanı yürekleriyle yıkadılar, güneşi çağırdılar; kah yağmuru… Notalar aktı ırmak ırmak, dizeler sürüklendi sonsuzluk denizine… Hep başardılar, hep sevmeyi, paylaşmayı, yaşamayı, dostluğu haykırdılar bizlere bıraktıklarıyla. Evet sanata, sanatçıya değer vermeyen; sanatı, sanatçıyı yok etmeye çalışan toplumlar asla medeniyetler seviyesine ulaşamaz, refaha kavuşamaz, sosyalleşemezler. Sadece zengini zenginleştirerek toplumun tepesine çökmüş bir karabasan gibi kendi halkından başlayarak; tüm dünyayı, insanlığı kendi karanlığına hapsederek vicdanları sustururlar. Böylesi zenginlik karanlığın sömürüsü kadardır. Toplumların milletlerin tek hayat damarı sanatın sanatçının incinmemesi dileğiyle nice aydınlık yarınlara…



Filiz Kalkışım ÇOLAK

”Vesselam Dergisi sayı 11”
www.kafiye.net