VÜCUD

Onur BİLGE

Allah’ın güzel isimleri hakkında araştırma yaptıktan ve onları kapasitemize göre kavradıktan sonra Zati ve Subiti sıfatları hakkında da bilgi edinmemiz gerektiğini düşündük. Hepimiz onları iyi kötü biliyorduk ama derinliğine incelememiş, üzerinde çok düşünmemiştik. Onlarla ilgili kaynaklara başvurduk. Ön hazırlıktan sonra Virane’de, yine Define başkanlığında oturup konuştuk ve notlar aldık. 

Bu akşam, aldığım notlara baktım. Sonra o bilgileri sıraya koydum. Kendi anlayışımı da ekleyerek bir bütün haline getirdim. Bu yazım da şu anda yazmakta olduğum notla birlikte klasörümde yerini almaya hazır. 

Üç yıl kadar önceydi. Bir akşamüstü Şarampol’den Güllük tarafına doğru yürüyorduk. Yanımda epilepsi hastası bir arkadaşım vardı. Meral… Bahar geliyordu. Aldanmıştı, ağaçlar… Bademler, erikler zamansız çiçek açmış, bahçeler rengârenk olmuştu. Çiçekler, pankart açmış gibiydi ve sanki onlarda birbirini tamamlayan sloganlar vardı. Her birini yüksek sesle okumaya başladım: 

“Allah var! Bir!..” “O var ki biz varız!” “Şüpheniz varsa bize bakın!” “Bizi kim yarattı?” “Kendiliğimizden mi oluştuk?” “Çıktığımız yere bakın!” “Gübrenin kokusuna benziyor mu kokumuz?” “Toprağın içinde renklerimiz var mı?” “Giysimizde bir leke?” “Yaratılışımızda bir noksanlık?” “En küçük bir kusur, üstümüzde?” “Neden çok güzeliz biz?” “Yaratanımız güzel!” “Çok güzel!” “Güzelin güzelliğindeniz!”

O anda, deli gibiydim! Sara hastası arkadaşım artık yaşamıyor. Ara sıra rüyamda görüyorum. Ne zaman baharı müjdeleyen çiçekler görsem, ne zaman bir bahar dalına takılsa bakışlarım, onu ve o zaman dilimini anımsarım. Çılgın gibi haykırarak doğa kitabını okuyuşumu… O anki İlahi heyecanımı… Daha sonra şiirleştirdiğim coşkumu… 

Yol boyu yürüdüm, sevinç içinde. Bağırmak geldi içimden. “Allah Var, Bir!..” diye bağırmak… Sesimin çıkabildiği kadar!.. Tüm insanlar duysun istedim.

Ben, içim coşarak bu sözleri söylemeye başladığımda, aceleyle çantasını açtı. Not defterini ve kalemini bulup çıkardı ve sözcükleri kısaltarak hızla kaydetti. El yazısıyla yazdığı küçük kareli defter sayfalarını, o güzel anımızı ve onu anımsattığı için hatıralarım arasında özenle saklıyorum. 

Allah, vardı. Her şeyden önce vardı ve biz, öncelikle mevcudiyetini anlama çalışmalıydık. Bütün zamanlarda vardı. Evreni yaratmadan önce de… Ashap’tan Ebu Rezîn şöyle nakletmiş:

“Ben: “Ey Allah’ın Resulü! Rabbimiz, mahlûkatı yaratmadan önce neredeydi?” diye sordum.

“Allah, mahlûkatı yaratman önce bir Amâ’da idi. Amâ’nın altında da hava, üstünde de hava vardı. Sonra Arşını su üzerinde yarattı.” diye cevap verdi.”

Amâ’dan kasıt, Allah ile birlikte hiçbir şey yoktu, demektir. “Rabbimizin Arşı neredeydi?” sorusuna verilen cevap: “Allah’ın Arşı su üzerindeydi.” ayetine dayanmaktadır. Amâ, muammadır. 

“Onlar, ancak buluttan gölgeler içinde Allah’ın ve meleklerin gelmesini ve işin bitirilmesinden başka bir şey mi beklerler? Halbuki bütün işler sadece Allah’a döndürülür.” Allah’ın gelmesinden kasıt, Allah’ın “Ol!..” emrinin gelmesidir.

“Ben gizli bir hazine idim, kendimi tanıtmak istedim, mahlûkatı yarattım ki, beni tanısınlar.” “Cinleri ve insanları sırf bana kulluk etsinler diye yarattım.” Mahlûkatı zatına ayna olsun diye yaratmış, kendisini seyretmekte. Fakat bu seyrediş, maddi bir varlığın aksini seyredişine benzemez. Çünkü maddi bir varlığa sahip değildir. 

Bir yaratıcının varlığını kabul etmeyen yoktur. Hangi akıl sahibi, bu kadar mükemmel ve muazzam tasarlanıp inşa edilmiş olan kâinatın kendiliğinden meydana geldiğine inanabilir ki?

Gözlerimize bakalım! Işık, renkler ve göz… Üçünü de uyumla yaratan Allah’tır.

Evrende tesadüf diye bir şey yoktur. Her yaratılan ve her olan, tartışmasız Külli Aklın tasarımı, Allah’ın sınırsız ilim ve sanatının eseridir. Güzellik namına ne varsa, kusursuz güzelliğinin yansımasıdır. Her şey, akla zarar bir düşüncenin isabetle verdiği kararla kesinleşmiş, “Kün!..” emriyle kayda geçmiştir. 

Yaratanı anımsatan her güzel görüntü, en ufak bir hatasız, eksiksiz, defosuz, en mükemmel biçimde Allah’ın Cemal’inin bir tecellisi… “Süphanallah! Maşallah!..” dedirten, insanı hayretten delirten…

Neden on parmak, iki göz, iki kulak var da bir fazlası yok? Gerek yok da ondan… Her organ için düşünebiliriz bunu… Her şey, yetecek kadar. Bir fazla ya da bir eksik değil.

Her şey ihtiyaca uygun büyüklükte… Ne büyük, ne küçük… Tam gerektiği ölçüde… Gezegenler neden bu kadar büyük? Gökyüzü neden sonsuz görünümlü ve genişletilmeye devam edilmekte? Bence, Allahü Teâlâ, ilminin sonsuzluğunu sergilemekte… Fakat onları lüzumsuz, fazla ya da eksik yarattığını sanmıyorum. Her yaratılmışın bir, birkaç, belki de pek çok görevi var. Ben diyeyim bir, siz deyin binlerce… Beynimizin ayarı kısılmış haliyle kavrayabildiğimiz kadarı için kesin bilgi dememiz imkânsız. Doğrusunu yalnız ve tam anlamıyla ancak O bilir.

Yaratan o denli yüce ki; göklerin böyle yaratılması onun nelere kadir olduğunu bir nebze anlatmakta. Kuran’da Semavati vel Ard, yani gökler ve yer olarak yüzlerce defa zikredilmekte, dikkatimiz evrene ve yaratılışa çekilmektedir. 

Gök cisimlerinin her birinin yörüngelerinde döndüklerine, gece ve gündüzün oluşumuna değinilmekte… Dünyanın dönüş şekli de yün yumağının sarılışıyla tarif edilmiş. Kullarına işaret ettiği her yer, her şey, her olay ve her konuda muazzam bir ilim sergilenmiş.

Zerreden küreye aynı formül… Tek sanatkâr elinden çıkmışçasına… Düzen, aynı düzen… Bir molekül neyse, bir sistem de o… Gökleri yaratmak neyse, atomu yaratmak da o… Hangisi akıl işi değil? Hangisi hesap işi değil? Hepsi Âlim olan Allah’ın ilmiyle var ve ayakta.

Vücud sözcüğü, içindeki sessiz harflerinden türemiştir, Varlık demektir. Felsefede, zihin ve zihnin dışında gerçek bir varlığa sahip, akıl ve tahlille belirlenen bir mahiyet ve zatı olmak anlamında bir terimdir. Bir şeyin vücut bulması, onun özünün yani zatının dış dünyada fiilen gerçekleşmesi, mevcut ise var demektir. 

Allah için, varlığı zorunlu olan anlamında Vâcibü’l-Vücûd denmesinin sebebi, zâtıyla kaim olması ve zâtının vâcib bir sıfat taşımasındandır. Vücud sıfatına, sıfat-ı nefsiyye, yani nefsi sıfat da denir. Kainattaki her şeyi yaratan O’dur, her şey O’nunla var ve ayaktadır.

Allah’ın varlığı kendinden, yani bizatihidir. Lizatihi de aynı anlamdadır. O’ndan gayrı ne varsa varlıkları kendi dışlarında, yani Allah’tandır. Buna da bigayrihi veya ligayrihi denir.

Herkes, hayatının bir yerinde kendisini kimin yarattığını düşünmüştür. Sadece kendisinin değil, evrenin nasıl yaratıldığını da mutlaka merak etmiştir. 

İnsan, yaratılış itibarıyla zayıftır. Hayatının zor virajlarında sığınma ihtiyacı duyar. Allah’ı, duyuları yardımıyla algılaması mümkün değildir. Çünkü madde değildir. O’nu ancak aklen bulabilir ve ruhen hissedebilir. Kuran’da tefekkür, teakkul, tezekkür ve tedebbür fiilleriyle insana hitap edilmektedir. Ademoğlu, dikkat çekilen olay ve konular hakkında tekrar tekrar düşünmeye sevk edilmekte, “Akıl etmez misiniz?” şeklinde uyarılmaktadır. Çünkü Kâinat kitabı okununca, her yaratılanın: “Allah var, bir!..” diye haykırdığı duyulmaktadır. Bilim de her bir dalıyla bir yaratıcının var olduğunu ilan etmektedir.

Evrende, dağınıklıklar içinde bile öylesine muazzam bir uyum ve ahenk vardır ki onu tasarlayan bir akıl, düzenleyen bir el olduğu aşikârdır. Kar tanelerine kadar özgünlük, birbirine temas ettirilmeden onca yükseklikten indirilen yağmur tanelerine kadar itina, matematik ilmini acze düşürecek kadar mükemmel bir sayısal örgü, Yaratan’ın ne kadar yüce bir zat olduğunu göstermektedir. 

Her bir yarattığında, bir değil birçok sıfatıyla tecelli eden bir Var vardır ki O’ndan bağımsız hiçbir şey yoktur! Toprak, su, hava, ateş namına ne varsa belli amaç ve ihtiyaç için yaratılmış, ölçü ne cimrice kıt, ne müsrifçe çok tutulmuş, bol bol yetecek kadar bahşedilmiştir. Yaratılan her şey bir ibret içindir ve nimettir. Nimetler, saymakla bitirilebilecek kadar değildir. Sevgi ve aşk gibi güzel duyguları yaratan, kalplere yükleyen de O’dur. Her şeyi ve her dilediğini yapar, her şeye gücü yeter. 

Allah’ın var olmadığı hiçbir zaman yoktur. Zamanı yaratan da O’dur. El Hak ismi, mevcut anlamındadır. Allah’ın, zatı nedeniyle Hak oluşu, O’nun dışındaki varlıkların gerçekliklerinin kaynağıdır. En Nur, Ez Zahir, El Batın, El Evvel, El Ahir ve El Baki isimleri de Vücut sıfatını vurgulamaktadır. Varlığının başı sonu yoktur. İçte ve dışta hep ve yalnız O vardır. 

Allah’ın varlığı dünya şartlarında duyusal olarak algılanamaz. Zatına ait gerçeklik ve mahiyeti de aklen anlaşılamaz ama varlığı, zihinde ve zihinsel çıkarımlarla kanıtlanır. 

Allah’ın varlığı hakkında bilgi sahibi olmak için ille de vahye gerek yoktur. İnsanın, akli ve keşfi bilgilere sahip olması gerekir. Yaradılış, yaratılışın amaç ve düzeni tetkik edilmeli, varlıkların oluşumundaki yapısal özelliklerin yanı sıra matematiksel hesaplamalar da incelenip üzerinde düşünülmelidir. 

“Vücut, zatın hakikat ve mahiyetiyle aynıdır, farklı bir anlam ve sıfat değildir. Bunlar farklı olsaydı, iki ayrı varlıktan bahsedilmesi gerekirdi. Varlığı zorunlu, yani zatı vacip olduğundan varlığı zatındandır, zatıyla aynıdır.” diyenler der:

“Vücut, Allah’ın zatına ait bir mana sıfatıdır, zatıyla aynı değildir. Vücut, kemal sıfatı olup üstünlük ifade eder, bütün varlıkların ortak niteliğidir. Vacip varlıkta vücut, zatın mahiyetinde ortaya çıkan bir sıfattır. Yani, Vacibu’l vücud’un zatı mevcuttur. Allah’ın zati varlığını gerektirdiğinden ilk sıfat Vücud’tur. Allah’ın, zatına ait gerçeği bilmek imkânsızdır. Varlığı akli bilgilerle kavranabilir.” diyenler der vardır.

Sonuç olarak, tek Vacip varlık Allah’tır. Yaratılanların mevcudiyetleri, Allah’ın var etmesiyle var, yok etmesiyle yoktur. 

Allah vardır ve en büyük varlık O’dur. Vücudu, Zatın gereğidir. Vücudu zatının icabı olduğu için O’na “Vâcibu’l Vücud” denmiştir. Varlığı, her şeyin varlığından daha belirgindir. Allah olmasaydı hiç bir şey var olmazdı. Kâinatın varlığı O’nun varlığına en büyük şahittir. Vücud’un zıddı yokluk olup, Allah için muhaldir.

***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 372
www.kafiye.net