AYŞE TATİLE ÇIKSIN

Onur BİLGE

Virane, hareketli günler yaşamaktaydı. Hava gergin, herkes tedirgindi. Öğrenci olayları had safhadaydı. Her ne kadar bu kurtarılmış bölgede emniyette olsak da dışarıda her an bir olaya dâhil edilebilirdik. Ruhsatlı ruhsatsız silah taşıyan kişiler vardı. İş şiddete dayandı mı silaha da gerek kalmazdı. Bu olaylar, yıllar önce yumruklarla, sopalarla başlamıştı. Taşla, bıçakla da zarar verilebilirdi. Nitekim öyle oluyordu. Hiçbirimizin can güvenliği yoktu. 

En güzeli, hep birlikte olmaya çalışmaktı. Birlikten kuvvet doğardı. Beraberken mutlu olduğumuz gibi bir aradayken güçlüydük. Bizim böyle bir avantajımız vardı. Bir de bizi bir arada tutmayı başaran dağ gibi Define’miz…

Hepimiz aynı etnik kökenden ve aynı görüşte değildik. Fakat ne ve nasıl olursak olalım, birbirimizi sevmeyi öğrenmiştik. Zamanla muazzam bir hoşgörü ortamı oluşmuştu. Birbirimize bağlılıktan öte tutkunduk. Hiç tartışmıyor muyduk? Hem de nasıl! Ancak seviyeliydi. Hakaret yoktu. Şiddet asla! 

Balık baştan kokardı. Baş başa, baş padişaha bağlıydı. Bizim padişahımız da Define’ydi. Ucunda onu kaybetmek de vardı. İhraç edilmek… En kötüsü de oydu! Her türlü tembih ve ihtara rağmen haddi aşan olursa, dedenin tepesi atar, kaşlarını çatarak, takma dişlerini sıkarak, gergin dudaklarıyla:

“Kovgunu yemek mi istiyorsun? Kendine gel!..” derdi, bu da ona yeterdi.

Baş bir taneydi. Kurallar belliydi. Aynen uygulanmaktaydı. Onun için Virane’de tam bir asayiş, dirlik ve düzenlik vardı. Fakat her şey Virane’de olduğu gibi değildi. Otorite diye bir şey kalmamıştı. Birlik ve dirlik de öyle… Ankara çalkalandıkça millet çalkalanıyordu. Büyükler atıştıkça, küçükler çatışıyordu. Her yerde kan akmaya, her yerden ağıtlar yükselmeye başlamıştı. Çankaya kalkıp kalkıp oturdukça biz de sarsılıyorduk. Her şey sallantıdaydı. Sallanıyorduk. Daha önce de sallananlar olmuştu. Biz de yakında sal/lanacaktık. Ülke sorunları bizim sorunlarımızdı. Sallayanmıyorduk. Sallayamazdık! 

Gözlerimiz gazete ve televizyonlarda, kulaklarımız radyolardaydı. Dersler falan o kadar önemli değildi. Geleceğimiz de öyle… Ülke güç durumdaydı. Ana dolu Anadolu Kan ağlıyordu. Nazlı kızımız da acı çekiyordu. Onun da sorunları vardı. On yıldır yaralıydı, hastaydı, yastaydı. Kendi toprağında azap çekmekteydi. Özgürlüğe sevdalıydı. Kısıtlanmaya, hele hele hükmedilmeye alışık olmadığı için içinde bulunduğu durumu hiç kabullenemiyordu. Yıllarca süren zulüm onu iyice hırpaladı, yordu. Artık sessiz kalmak mümkün değildi. Mutlaka en kısa zamanda müdahale etmek gerekiyordu. 

Orada belli başlı iki halk vardı. Arası açılmış, açık açık ayrılmış… Burada da benzer bir ayrılık vardı, düşüncel… Sınırları belli olmayan… Halk ikiye ayrılmıştı. Her yer… Gazeteler, kahvehaneler, camiler, mescitler bile… Meclis bile ikiye… Hükümet kurulamıyor, ortaklık konusunda anlaşmalar yapılıyor, uzun ömürlü olamıyordu. Seçilenler başka çözüm bulamıyor, çeşitli birliktelikler deneniyordu. 

Yeryüzünde iki başlı hiçbir canlı yoktu. Siyamlı ikizler gibi hilkat garibeleri haricinde… İşin garip, hatta akıl almaz tarafı, iki kafadarlar değil de düşman kardeşler bir aradaydı. Bir geminin zıt taraflarında iki dümen, iki kaptan gibi… Gemi ayrıldı ayrılacak!.. 

İyi ki Türkiye Cumhuriyeti çürük, köhne bir bina değildi. Üç kıtaya kök salmış koca bir çınardı. Sayısız dal budak salmış olsa da tek gövdeye sahipti. Köklere dallara ayrılmış olsa da gövdede birleşmesini biliyordu. 

Başımızın üstünde bir bela dönüp duruyordu. Bir taraftan üç buçuk ay süren hükümet bunalımları oluyordu. Bir taraftan yolcu uçaklarımız düşüyordu. İzmir yakınlarında Van isimli uçak düşmüş, altmış iki kişi hayatını kaybetmişti. Çok geçmeden Paris’in Orly Havaalanı yakınlarında dünya sivil havacılık tarihinin en büyük kazası meydana gelmiş, Ankara isimli uçak, havalandıktan az sonra düşmüş, üç yüz otuz beş yolcu ve on iki kişilik mürettebatından kurtulan olmamıştı.

Hükümetin bir yanı, sanki daha önemli meselelerimiz yokmuş gibi çıplak heykel diktirtme, diğer tarafı da söktürme gayreti içindeydi. Karaköy Meydanı’na dikilen ’Güzel İstanbul’ adlı çıplak kadın heykeli, valilik kararıyla kaldırılmıştı. 

Birleşmiş Milletler Genel Sekreter Yardımcısı Roberto Guyer, Türkiye’ye gelmişti. Kıbrıs sorunu görüşülecekti. Yunanistan’la Türkiye arasında sorun olmadığını iddia ediyor, saçmalayıp duruyordu. Oysa su uyurdu, düşman uyumazdı. Zayıf anını kollar durur, aniden saldırıya geçerdi. Acze düşmemek, gafil avlanmamak lazımdı. Biz de eli işte gözü oynaşta değildik. Her an tedbirli temkinli, hem de nasıl tecrübeliydik!

Müstehcen romanlar toplattırılıyor, Ankara’ya koca bir cami inşa ettiriliyordu. Haşhaş ekimine ve bir lira ödemek şartıyla Boğaziçi Köprüsü’nden yayaların geçişine izin verilmişti. Amerika, başına gelecekleri biliyor, haşhaş ekimini engellemeye çalışıyordu. Büyükelçisi Macomber’i istişare için Washington’a çağırdı.

Yunanistan’a bağlı subayların yönetimindeki Ulusal Muhafız Gücü Kuvvetleri, Kıbrıs’ta bir darbeyle yönetime el koydu. Lefkoşe Rum Radyosu, Cumhurbaşkanı Makarios’un öldürüldüğünü ilan etti. Ulusal Kurtuluş Hükümeti kurulduğunu bildirdi ve eski ENOSİS’cilerden Nikos Sampson’un Cumhurbaşkanı olarak Kıbrıs’ta bir ’Yunan Cumhuriyeti kurduğunu açıkladı.

Amerika, 6. Filo’yu Kıbrıs’a gönderdi. İngiltere, her iki tarafı sükûnete davet etti. Makarios ölmemişti. Siyasetine devam ediyordu. Bizim bir kanadımız İngiltere’de çözüm ararken diğer kanadımız havalanmaya hazır kararlı bir şekilde bekliyordu. İki elimizin biri barış ararken biri savaş işareti veriyordu. Donanmamız Ege ve Akdeniz’de devriye gezmeye başlamış, zırhlı birliklerimiz Mersin Limanında yerini almıştı. 

İngiltere ipe un serdi. Bizim tarafımızı tutacak değildi ya… Aslı bal olsaydı, koyulacaktı. Yağmış ki koktu. Çünkü anası ekşi ayrandı. Onlar, bizden değildi. Birbirlerine hayrandı. Kabahat, kapısına dayanandaydı! Ondan medet umandaydı!

Yunanistan, yaptı etti, kenara çıktı. Sanki hiç suçu yokmuş gibi… Beş uçak dolusu asker ve silah Yeşil Hat’a Yunanistan’dan gelerek mevzilendi. 

Ülke, en küçüğünden en büyüğüne kadar aynı arzuya kilitlendi. Sağ sol davası askıya alındı. Artık birlik zamanıydı! Bir olma zamanı! Türk Milleti Tek bir yumruk haline geldi! Öyle bir yumruk ki sımsıkı!.. Haksıza tavizsiz, acımasız! Zalime balyoz!..

Kıbrıs, hiçbir zaman Yunanistan’a ait olmamıştı. Şair Rigos’un Megalo İdeası hiçbir zaman gerçekleşmeyecekti! O büyük ülküleriyle Yunanistan asla büyümeyecekti! Gölgemizde cılız bir bitki gibi kalacak, hiçbir zaman eselemeyecek, hatta gün gelip kuruyup gidecekti! Göz koydukları yerler, içlerine ukde olacak, gözlerinde kalacaktı! 

Yavru Vatan, yıllardır kanayan yaramızdı. Kıbrıs’ımız… Nazlı kızımız… İşkence, dayanılmaz boyuta varınca müdahale gerekmişti. Çıkartmadan başka çözüm kalmadığına karar verilince: “Ayşe tatile çıksın!” parolasıyla çıkartma başladı. 

Dört mevsim bahar yaşayan Kıbrıslı Türkler kan ağlıyordu. Onların huzur ve güvenliği, azapla kaplanmış ülke toprağının müdafaası için askerlerimiz, hayatlarının baharında, gözlerini kırpmadan can vermeye hazır vaziyette adaya çıktılar. 

En değerli insanlar, en verimli çağlarında, eşleri ve küçücük yavrularıyla birlikte katlediliyor, üzerleri sadizmle örtülüyordu. Ekonomik yönden de sarsıntıdaydılar. Üretim durma noktasına varmış, azap gören insanımız evlerinden çıkamaz hale gelmiş, duvarlar arasına sıkışıp kalmıştı. Gelişme çabaları içinde güllük gülistanlık yurt, baharı yaşamaktayken kışa dönmüştü. Özellikle genç nesil zarar görüyor, kıyıma uğruyordu. 

Binlerce yıllık geçmişe sahip, medeniyetler beşiği ülkemiz bu durumdan acı çekerek zarar görüyordu. Yavrusu darda olan ana ıstırap içindeydi. Onların derdi bizim derdimizdi. Kıbrıs, elimiz kolumuz gibiydi. Yarasının sızısını yüreğimizde duyuyorduk. Onlar orada o haldeyken biz rahat yataklarımızda uyuyamıyorduk. Olanlara tahammül edemiyorduk!

Radyolarda cenk havaları çalınıyor, Hasan Mutlucan, üstünde efe kıyafetiyle ekranlarda boy gösteriyor, kahramanlık türküleri okuyordu. Serap Akın yanık şarkılar söylüyordu. Gazetelerde bir telaş!.. Halkta bir ateş!.. Ana, yavrusunu müdafaaya hazırlanıyordu. 

Güneşi kaybeden insanlar yapay ışıklar altında yavaş yavaş canlılıklarını yitiriyor, günden güne soluyorlardı. Gün ışığı yerine yaş doluyordu gözlerine. Kirpiklerine azap yağıyordu. 

Bağrı yanık Türk halkı ne istiyordu? Aza kanaat etmeyi, belaya sabretmeyi biliyordu. Onca haksızlık, işkence ve zulme rağmen susuyordu. Sevmeye sevilmeye aç yüreği en çok aşka susuyordu. Sevdasıyla mutlu oluyor, hastalığı ve yaşlılığıyla hüzünleniyordu. O kadar… Böyle kanaatkâr bir parçamızdı o bizim! 

Türk gençleriydik! Uğruna canlarımızı feda edebilirdik! Onun için toprağından uzakta şehit düşen ilk biz olmayacaktık. Denizlerimizde kim bilir kaç adsız kahraman vardı! Magosa Kalesi için can veren kaç kişi vardı, kim bilir! Hangi mücadeleyi, hangi müdafaayı dile getireyim? Baştan sona bütün tarihini anlatmak lazım…

Kıbrıs, hiçbir zaman Yunanistan’a ait bir ada olmadı, olmayacaktı da! Rigos’un Megalo’su hiçbir zaman gerçekleşmeyecekti! Büyük ülkü kim, Yunanistan kim!.. O ancak gölgemizde cılız bir çalı gibi kalacak, hiçbir zaman eselemeyecek, savaşla değilse de zamanla ekonomik yönden çökecek, kuruyup gidecekti. Göz koydukları bütün yerler gözlerinde kalacaktı! 

Bayrağımız sadece Ana ve Yavru Vatanda değil, tüm dünyada sonsuza kadar dalgalanacaktı! Sonsuza kadar!.. O kadar!.. 

*** 
Onur BİLGE
www.kafiye.net