El HASîB

Kantinde herkes kendi âlemindeydi. Kimisi yanındakine, geciken kız arkadaşının ihmalkâr davranışından yakınıyor, kimisi derslerin sıkıcılığından söz ediyor, kimisi de parasını yetirememekten şikâyet ediyordu.

Hava, mevsim normallerinin dışında, soğuk ve yağışlıydı. Yağmur damlaları, buğulanan camlara yarışırcasına vuruyor, çarptıkları yerde birleşerek aşağıya iniyorlardı.

Mahir, pencerenin önünde ayakta, elleri ceplerinde, bir süre dalgın bakışlarla onları seyrettikten sonra yanımıza döndü, Orçun’un yüzüne bakarak:

“Görüyor musun, damlaları?” dedi. O da başını kaldırarak, ne demek istediğini anlamaya çalışırcasına baktı ve sözün devamını bekler bir pozisyon aldı. Boksör, düşünceli bir biçimde:

“Birkaç dakika içinde şu cama düşen damlaların miktarını tahmin etmeye çalıştım da… Aklım yetmedi! Sonra, yeryüzüne düşen yağış miktarını düşünmeye başladım. Bir metreküpte kaç damla olabileceğini…” Orçun, endişeli görünerek:

“Oğlum, sen kafayı mı yedin? Başka işin mi yok? Sakalına boncuk dizen, pöstekisinin kıllarını sayan Deli İbrahim gibi…” dedi ve buna bir anlam verememiş gibi başını iki yana sallayarak: “Allah Allah! Ya…” diye devam edecekti ki İhsan sözünü kesti:

“Öyle deme arkadaş, ya! Yağmur taneleri gökyüzünden sayıyla iniyormuş. Yeryüzünün ihtiyacına göre… Allah halk ettiklerine merhametinden, birleşmemeleri için onları birbirlerine değdirmeden, onca yolu damlalar halinde kat ettiriyormuş. Bir düşünsene! Bunlar birleşerek gelse ne olur!.. Ne cam kalır ne çerçeve!.. Evlerimizi başlarımıza yıkar, Alimallah!..”

“Kar tanecikleri de öyle… Hem biri diğerine benzemiyormuş. Binlercesi incelenmiş, birbirine tıpatıp benzeyenine rastlanmamış. Bu nasıl bir tasarım!.. Nasıl bir sanat!.. Gözler, parmak izleri, sesler… Bir yaprak, diğerinin; bir çiçek, benzerinin aynı değil!” dedim. Bilmeyen yoktu ama heyecan içinde tekrarlayıverdim işte! Sonra tepkilerini öğrenmek amacıyla olsa gerek, gayri ihtiyari masadakilerin yüzlerine baktığımı fark ettim. Behice, kaşlarını çatıp, kısık gözlerini Mahir’e dikerek:

“Sayısız insan, hayvan, bitki; sayısız çiçek, yaprak var oluyor, yok oluyor. Tabiat ananın işine akıl sır ermez! O sayıları fazla düşünme! Aklını oynatırsın, Maazallah!” dedi. Muhatabı kıpkırmızı oldu. Elini masaya vurarak:

“Elimden bir kaza çıkacak!.. Sen ne biçim kızsın yahu! Hem “Tabiat ana…” diyorsun hem “Maazallah…” İnancına ters düştüğünün farkında mısın? Yani inançsızlığına…”

“Ya, ağız alışkanlığı işte! Ne diyeyim?”

“Madem Allah’a inanmıyorsun, o zaman “Maaztabiat” de! Soyutla kendini, ona sığın! Seni tabiat muhafaza etsin!”

“Maaztabiat mı?”

“Evet… “Tabiata emanet ol! Tabiata ısmarladık! Tabiat razı olsun!” Falan da diyebilirsin.”

“Olur mu öyle şey, ya?”

“Her şeyi yaratan o anansa, olur. Tabiat ananı yaratan kim acaba?”

“…”

“Seni de mostralık yaratmış. Akıllıları fark ettirmek için. Denge sağlansın… İnsanı yarattığı gibi şeytanı da yarattı ya…”

“Ne dedi şimdi bu?”

“Allah akıl fikir versin sana! İzan versin! Islah etsin! İslam’la şereflendirsin! Salihalardan olasın! Daha ne diyeyim?”

“Senin gibi pösteki sayıyorum, değil mi? Onun için akılsızım! Benim aklım bana yeter! Ondan bundan akıl öğrenecek değilim! Aklım almıyorsa almıyor! Ne var bunda?”

“Yedi kat yerin altını üstünü, yedi kat gökyüzünün tamamını molekül molekül, hücre hücre sayıyla yaratan ve her yarattığına dair her şeyi en ince ayrıntısına, atomlarının, elektronlarının sayısına kadar bilen Allah-ü Teala’nın ilmine de sanatına da akıl sır ermez! Düşündüklerimin bir parçasında olanları saymaya, bildiğim sayılar yetmez! Ben saymıyor, sayamıyorum! Sadece tefekkür ediyor, hayretten hayrette geçiyorum!”

“Yahu, bırak şimdi şu kızla uğraşmayı! O, o çamurlu sudan çok içmiş. İmanı bulanmış. Zamanla durulur. Gökyüzündeki görebildiğimiz yıldızları bile saymamız mümkün değil! Sadece Samanyolu’nda, tahminen kaç yıldız var, biliyor musun?”

“Binlerce…”

“Ne bini, ne milyonu… Bir galakside, ortalama bir milyar yıldız var! Bir de onların molekülleri, elekronları… Allah, her şeyin hesabını bilir, yarattıklarının bütün ihtiyaçlarını karşılar. Hesabı seri olarak görendir. Her şeyi saymışçasına bilen, insanları hesaba çeken… Hasîb…”

“Sayma sayıları yetişir mi bütün bunları saymaya? Akıllara durgunluk!”

”Allah, sayısal değerlerin tamamını, sonucu hesaplanarak kavranacak ne kadar miktar varsa tamamını, hiçbir işlem yapmaya gerek duymadan, doğrudan doğruya ve apaçık bilir.”

“Biz, her gün ders almakta olduğumuz ve o kadar çalıştığımız halde matematikten yaka silkiyoruz!”

“O’nun ilmi, kayda şarta, öğrenme sürecine, tefekküre veya başka bir işleme bağlı değil, doğrudandır. Hem, Allah Seri-ul Hisaptır! Hesabı, seri bir şekilde gören…”

“Hasib ismi, hesaba çekileceğimizi mi gösterir?”

“Allah bu sıfatıyla, zatını üç şekilde vasıflandırıyor. Hasib, yani hesaba çeken… Seriul-hisab, hesabı çok çabuk gören… Esrau’l-Hâsbin, hesab görenlerin en çabuk olanı…”

”Bu hesaba çekme, ahrette olacak, değil mi?”

“Hayır. Sadece ahrette değil… Her an her yaratığının hesabını görmekte, başka bir merhaleye geçirmektedir. Çünkü O, kimin ne yaptığını ve ne yapacağını, en ince teferruatına kadar bilir. Bizi hesaba çekecek, karşılığını adil bir biçimde verecektir. Hesap görücü olarak Allah yeter.”

”Nefeslerimiz sayılı… Attığımız her adımdan haberdar…” Elindeki sözlüğü karıştırmakta olan Orçun:

“Hasîb; ‘kâfi gelen, yeten’ anlamına da geliyormuş.” diye mırıldandı.

”Evet. Bir anlamı da odur. “Hasbiyallahu lâ ilâhe illa hu” demek, “Allah bana yeter, O’ndan başka ilâh yoktur.” demektir. “Yâ Hasib” demeye devam eden, kötü gözden ve zalimin zulmünden korunur, duası geçkin olur.” Behice:

“Ya, öyle mi? Ben de söyleyeyim bari! Belki matematiğim kuvvetlenir. Aklım başıma gelir de inananlardan olurum.” diye gülerek tekrarlamaya başladı: “Ya Hasip, Ya hasip, Ya Hasip…” Arada kendi kendisine konuşuyordu: “Her şeyin hesabını biliyormuş. Nasıl biliyor? O kadar çok şey var ki! Hangi birini… Allah Allah!..”

“Ölünceye kadar izinlisin! Sorgu sual yok! İstediğin gibi konuş! Ağzına geleni söyle!.. İstersen inkâr et!.. O’nun ilahlığından bir şey eksilmez! Kendine edersin!.. Ne zamana kadar inanmayacaksın? O’nu, tüm haşmetiyle gördüğün zamana, en fazla haşre kadar… O zaman, artık inanmak zorunda değilsin, zaten göreceksin! Göreceksin o zaman! Göreceğiz…” diyordu ki Mahir, Behice, aklına bir şey gelivermiş gibi dikkat kesildi:

“Ya çocuklar… Şimdi hatırladım!.. Benim mahkemem ne gündü? Gelecek ayın beşinde diye biliyorum. Bir bakayım da… Sakın yarın olmasın! Bugün dördü…” diye çantasını açıp, not defterini çıkardı ve karıştırmaya başladı. Birkaç saniye sonra kısık gözlerini zorlayıp kocaman kocaman açarak:

“A!.. Tesadüfe bakın!.. İnanacağım neredeyse!.. Hatırlattı, ya! Yarınmış! Bak sen şu işe! Hiç aklımda değildi! Külliyen unutmuştum!” dedi. Sonra aynı yüz ifadesiyle Mahir’in gözlerinin içine bakarak sordu: “Zaman da mı hesaba dâhil?” Sözleşmiş gibi hep bir ağızdan tek kelimeyle cevapladık:

“Nasılmış?”

Onur BİLGE
www.kafiye.net