MEFTUN, EFTELYA..


Bir akşam vakti Eftelya, Karşıyaka’nın bir kumaş gibi uzanan, insana sonsuzluk hissini veren denizini seyrederken dışarıda fırtınadan eğilip bükülen ağaçların hışırtısını her bir hücresinde hissediyor, gözleri gittikçe maziye dalıyor, ikinci kattaki odasının kapısından bin bir gıcırtıyla sızan rüzgarın onu üşütmesine izin veriyordu.. Henüz ömrünün en körpe zamanlarını yaşıyordu.. 22 yaşındaydı. Bu yaşının aksine kalbinde birikmiş pek çok hatıra ve gözlerinde sakladığı hüzünlü geceleri vardı.. Ağlamaklı, simsiyah badem gözlerini fırça müjganları örtemiyordu. Saçları gece gibiydi. Gece kadar güçlü, gece kadar karanlık.

2001 yılının Aralık ayıydı. Sabahın seherinde koyu bej perdesinden sızan güneş buğday tenini sarartıp yakıyordu. Gözlerini saatinden önce açtı. Başucundaki Ezgi’ye –kırmızı küçük balığına bu ismi geçen yıl vermişti- “Günaydın balım” diyerek hem kendini yeni güne hazırlıyor hem de balığının minik fanusunda hızlı hızlı turlamasına tatlı tatlı bakarak kendisini yeni güne hazırlıyordu. Griyle beyaz arasında bir yerlerde dolaşan battaniyesini yatağının ucuna savurup rüya çelenkli kapıya koştu. Ayakları altında gıcırdayan ahşap merdivenlerin gıcık sesine aldırmadan korkuluklara tutunarak aşağı indi. Annesi her sabah olduğu gibi bu sabah da kahvaltı hazırlarken pencere önündeki fesleğen ve nergislere konserini veriyordu. Ona göre “Ben Gamlı Hazan”ı Müzeyyen Senar’dan sonra en güzel söyleyen annesiydi. Hayranlıkla bakan gözlerle annesinin yanına seğirtti:

-Günaydın anneciğim!

-Günaydın kızım. Nasılsın bu sabah?

Eftelya bir yandan sofradan aşırdığı iki zeytini ağzına atarken bir yandan da annesine cevap verdi:

-Yine alarmdan önce uyandım, harikayım.

Annesi biraz şaka biraz da didikleyici bir ses tonuyla:

-Tek sebep bu değil bence. Ne dersin?

-Meftun’u mu diyorsun?

Meftun, Eftelya’nın tarih öğretmeniydi. Bugün ödevinin sunum günüydü. Eftelya’nın heyecanının sunum dışında bir nedeni daha vardı. Eftelya, ona sırılsıklam aşıktı. Hikayesini en baştan anlatmak icap ediyor belki de. Bu saf sevgiyi hissetmeniz çok da zor olmayacak. Eftelya’nın gözlerine baksanız uçuşan kelebekleri, her şeyin cıvıl cıvıl olduğu bahar bahçelerini görür, hayatın tekdüze akışına karşı Eftelya’nın gözlerindeki bu parıltıya şaşkınlıkla bakardınız.

Yaz ayları o kadar güzel geçmişti ki üniversiteye gitmek için can atmasına rağmen tatilin biteceği fikri ona hiç cazip gelmiyordu. Bütün yazı Menderes taraflarındaki Develiköy’de geçirmişti. Küçük havuzlu, küçük çatılı, pencereli bir yazlıkları vardı. Tüm bu küçüklükler bu küçük malikaneye bol bol şirinlik katıyordu. Eftelya, burayı çok seviyordu. Yaz kadar hızlı gelip geçen ardından gelen bütün mevsimlerde kendisini aratan bir de yaz aşkları tabii ki. Yan komşuları o genç: Ege. Görenlerin gözünü kamaştıran bu kumral genç Eftelya’ya neredeyse iki yıldır tutulmuştu. Aşkını ilan edeli çok olmuştu ama Eftelya, Ege’nin hissettiklerini karşılıksız bırakıyor; onu tatiline, gezmesine, havuzuna eşlik eden bir arkadaş olarak görüyordu. Ege, Arnavut göçmeni, tiyatrocu, zarif ve müziğe ilgili biriydi. Bu kadar renkli biri olmasına rağmen Eftelya’nın derinlerinde bir yerde Ege’ye karşı iyi, sevecen bir arkadaşlığın ötesine geçememe hali vardı.. Yoksa kim hayatına bu kadar rengi birden katmak istemez? Ege için yaz aylarının bitmesi dert değildi çünkü denize girmeyi Eftelya’yı her gün görmeye tercih etmezdi..

Eftelya edebiyata, şiire, müziğe kısaca sanatın her alanına ilgi duyuyor; ona hediye alınan bir kitapla dünyadaki en mutlu insan olabiliyordu. Bu yüzden üniversite için de edebiyat bölümünü tercih etmişti. İlk gün uyuşukluğu tutmuş ve okula epey geç kalmıştı. Ne aklındaki makyajı yetiştirebildi ne de dünden planladığı saç modeli. Evden bir rüzgar gibi çıkıp birkaç sokak ilerideki otobüs durağına doğru esti. “Allah’ım! Ne olur gelsin şu otobüs, ilk günden geç kalamam.” Gözü sürekli onu bir zarafet kraliçesi yapan inci detaylı saatine kayıyordu. Üstünde açık şeftali, kahverengi ve bordo tonlarında ayak bileklerine kadar uzanan sıfır kol bir elbise, beyaz çizmeler, saçları dalga dalga ve topuz bir halde, yüzünde sabah pembeliği…

En sonunda yokuşun başında beklediği otobüs göründü. Kendi dışında başka bir ağızdan “Şükürler olsun” mutluluğunu duyunca şaşkınlıkla soluna baktı. Solunda mavi gömleğine siyah kol düğmeleri takmış, sakallı, saçları yaşına nazaran seyrek ve epey uzun boylu bir “İstanbul beyefendisi” duruyordu. Adam Eftelya’yla göz göze gelince elini selam verme maksadıyla yüzünün hizasına kaldırdı. Aralarındaki iki adımlık mesafeyi iri adımıyla kapatıp elini uzattı:”Eftelya selam. Kendimi hatırlatmama gerek yoktur umarım.” Eftelya gözlerini kısarak elini sıkması için uzatan adama uzun uzun baktı ve bir anda kafasında bir şimşek çaktı:”Aaa! Meftun. Meftun değil mi? Meftun Ahzen.” “Evet ta kendisi!” dedi gülümseyerek. Bu konuşmalar sürerken otobüs durağına varmıştı. Eftelya’nın Meftun’la herhangi bir yerde okuyabileceğiniz bir aşk romanında geçen, herhangi bir yerde izleyebileceğiniz bir aşk filminde geçen bir tanışmaları olmuştu yaz aylarında. Eftelya, rafa uzanmak isterken Meftun’un başına iki kitap birden düşürmüş bir de basamaktan inmeye çalışırken yere kapaklanıvermişti. O mahcubiyeti hayatı boyunca hissetmeyeceğine emindi.

Otobüse binerken Meftun Eftelya’ya eliyle kapıyı işaret edip öncelik verdi. Kütüphanede yere düştüğünde onu kaldırmak için yere eğilip uzattığı eldi bu.. Eftelya da başını yere eğip teşekkür ederken tam bir hanımefendiydi. Otobüse adımını atar atmaz Eftelya’nın telefonu çaldı. Arayan annesiydi ve sesi tıknefesti. “Kızım geç mi kaldın? Uyandırmayı unuttum seni. Ben de geç kalmıştım işe.” Cümleleri bir nefeste, alelacele söylemişti annesi. Peş peşe sıralanan bu cümlelere Eftelya’nın tepkisi dingindi: ”Önemli değil anneciğim. Otobüsteyim. Geç kalacağım muhtemelen ama olsun. Sıkıntı değil. “ Tamam kızım. Dikkat et. Güle güle.” Telefon kapandı ama ekran hala açıktı. Gece en son dinlediği şarkının ismi ekranda sola doğru kayıyordu. Meftun yavaş bir şekilde, hecelemeye yakın bir tonda ekranı okumaya başladı. “Keman öğretmeni, Özdemir Erdoğan.” Seninle birlikte göz göze geldiğimiz anlarda bir garip oluyorum. Bilmem ne olacak sonum? Sana ders vermek için günleri sayıyorum. Aşık mı oluyorum 20 yaş farka rağmen? Her dinlediğinde “Hayır olamazsın.” deyip cevap verirdi Özdemir’e. Ona göre aşık olmak, bir çift göze karşın kalbin taşikardi geçirmesiydi evet ama 20 yaş farkı olan biriyle bu taşikardinin gerçek olabileceğine inanmıyordu. “Mutlaka bir çıkar yol vardır.” diye düşünürdü. Meftun şarkının ismini hecelerken yine bunları düşündü. O aşkı bilirdi. Şairdi nihayetinde. Aşkı görüp geçirmişti. İlk aşkı lisede kalmıştı. Yıllar o ilk aşkına dair birçok şiir ve hatırası olan birkaç şarkı dışında bir şey bırakmamıştı. İlkti ve üniversitenin ilk gününe kadar sondu. Meftun:” Bayılırım ben bu şarkıya.” “Ah! Ne güzel.” İnsanlarda kendine ait şeyler arayıp bulduğunda, tesadüfen rastladığında yüzünde cennetle müjdelenmiş bir ifade ortaya çıkardı. Yine o tatlı masum gülücüğü ve gamzeleri yüzündeydi.

-Bu şarkıyı bir sahafta duymuştum. İsmini sorup orada öğrenmiştim. Keman çalıyorum ismi de dikkatimi çekti. O günden beri aralıksız dinliyorum.

-Keman demek, ben de çalıyorum. Yan flüt ve piyanoyu da ekleyebiliriz peşine, dedi çabasına tepeden bakarken.

-Çok güzel, dedi Meftun’un şakasına eşlik ederek. İnmesi gereken durağa varmıştı.

Eftelya:

-Güzel bir tanışma olmasa da sohbet güzeldi. Burada iniyorum, dedi ve elini uzattı.

Meftun:

-Eee ben de burada iniyorum, vedalaşmak için erken henüz, dedi Eftelya’nın uzattığı elini tutarak. Eftelya şaşkındı ve şaşkınlığını saklamıyor, saklayamıyordu.

-Burası üniversite durağı, yoksa öğrenci misin?

-O kadar genç duruyorsam beni öğrenci olarak tanımaya devam et lütfen.

Eftelya dört gözle onu izliyordu. Yere doğru bakıp gülümsediğinde bu adam gerçekten de inanılmaz güzel görünüyordu.

-E neden burada indiniz o halde?

-Öğretmenim ben. Edebiyat fakültesinde tarih derslerine giriyorum.

Eftelya şoke olmuştu.

-Öğretmen mi? Edebiyat fakültesi mi?

-Evet! Neden?

-Ben edebiyat okuyorum. Bu ilk senem.

Meftun kahkaha atıyordu.

-Demek ikimiz de geç kaldık. Hangi blokta sınıfın?

-B blokta.

-Süper. İlk dersin benimle, dedi göz kırpıp. Koşar adım turnikeleri aşıp okula girdiler. Neyse ki edebiyat binası girişte solda kalıyordu. Karşıda otopark, biraz daha ileride kocaman bir kantin. Merdivenleri çıkmak üzerelerdi ki içeriden sürüyle öğrenci kendini sıkıntıyla dışarı attı. Meftun saatine baktı.

-Görünüşe bakılırsa ilk dersi kaçırdık.

Eftelya bir anda sessizleşti ve yüzü asıldı. Meftun aralarındaki renkli taşları yine tek adımıyla aşıp Eftelya’ya yaklaştı.

-Emin ol ki birkaç ay sonra okula gelmemek için bahane arayacaksın. Badem gözlerin gülüp kısıldığında, yumuk yumuk olduğunda daha güzel görünüyor, dedi eli omzundayken.

Meftun Eftelya’yı kütüphanede gördüğünden beri ona aşıktı. Yaş farkları, Eftelya’nın hala ondan bihaber olması, bu aşkı hem imkansız hem de daha yoğun hissetmesine neden oluyordu.Bu karşılıksız duygular belki de karşılığını bulmak üzereydi. Meftun’un eli Eftelya’nın omuzlarındayken yanakları alev alıyor, gözleri büyüyor ve teni kızarıyordu. Aşık olabileceği fikri aklına gelmiyor, belki de gelmesini istemiyordu. Tenine de ruhuna da söz geçiremezken bir de gözünün kararacağı tutmasın mı?

Meftun boyuyla orantılı çok hızlı ve çok büyük adımlar atıyordu. Eftelya’nın geride kaldığını yanından eksilen orkide ve karışık meyveli rüzgardan anladı. Koşup koluna girdi.

-İyi misin; ne oldu birdenbire?

-İyiyim. İlk kez oluyor. Hızlı yürüdüm sanırım.

-Şekerin düşmüştür canım. Sabahtan beri bir şey yemedin ki..

Canım mı? Bu ne hız. Kulaklarına inanamıyor, gözlerini alamıyordu. Yuvarlak, kahverengi gözler…İpek gibi sıralanmış kirpikler.. Aşık olmayı reddediyordu. İçinden, çok derinden bir ses “Eftelya aşık oluyordun” dedikçe başka bir yanı da buna direniyordu. Meftun’un kolunda hiç olmadığı kadar rahattı ama ayakta kalabilecek kadar kendindeydi. Kantine vardıklarında yağmur başlamıştı.

Meftun:

-Hadi bir şeyler yiyelim de gitsin üstümüzden bu halsizlik, dedi Eftelya’nın sandalyesini çekerken. Oturmadan kantin tarafına, yiyecek bir şeyler almaya gitti. Eftelya sakinleşmiş, hala çokça şaşkın, çokça aşık ve çokça güzeldi. Yağmurun kantinin camlarına “Aşık oluyorsun, aşık oluyorsun.” diye çarpıyor oluşunu sadece Eftelya duymuyor, Meftun da duyuyor gibiydi çünkü Eftelya yağmura dalmışken o da Eftelya’nın her santimini bir daha göremeyecek gibi izliyordu. Eftelya’dan tek farkı onun aşkından emin olmasıydı. Kütüphaneye gittiği günlerin çetelesini tutmasından, dolaştığı raflarda Eftelya’nın okuduğu kitapları almasından belliydi. Kabul etmişti artık bunu. Aşkını alıp göğsüne basmıştı.

Meftun nihayet elinde bir tepsiyle yanına geldi.

-Evet. Şimdi nasılsın?

-İyiyim. Çok mahcubum.

-Tamam şu utangaçlığı bırak da şu demlenmiş güzel çayı iç bakalım, dedi Meftun babacan bir tavırla. Aklına bir anda bir şey gelmiş, bir şeyi keşfetmiş gibi konuşmasına devam etti:

-Ha Eftelya. Bu arada bana ‘hocam’ ya da ‘siz’ diye hitap etmeni istemiyorum. Yaş farkını gözüme sokmaları hoş olmuyor, dedi gülümseyerek.

Birkaç poğaça yedikten ve biraz daha utandıktan sonra Eftelya:

-Artık kalkalım. İkinci ders başlayacak Zaten bugün üç ders vardı, dedi. Öfkeli bir yağmurun ardından dingin ve tatlı bir güneş doğmuş, gökkuşağının yedi rengi de her yerden görünmeye başlamıştı.

Sınıfa girdiler. Eftelya sınıfların büyük, tavanların yüksek olacağını biliyordu ama yine de bu sınıfı görünce şaşkınlığını gizleyemedi. Serseri gibi ıslık çaldı. Meftun sesi duyunca gülüp:

-O kadar beğendin demek ha, dedi.

-Yakışık almadı değil mi ilk günden. Afedersiniz.

-Yok. Siz yok.

Eftelya aynı mahcubiyetle gülümseme arasında bir yerde:

-Peki peki.

Sınıf gitgide doluyordu. Her giren Meftun’a selam veriyordu. Direkt “Meftun” demelerinden sınıfta kalanları da ayırt edebiliyordu. Meftun önündeki kağıtları incelerken sınıfa Ege girdi. Eftelya’nın cam kenarındaki o sırada olduğunu biliyormuş gibi gözü direkt ona gitti. Yanına oturdu. Meftun onu gözleriyle takip ediyordu. Eftelya’nın yanına oturduğunu görünce de duraksadı. Eftelya, Meftun’un yüzünü dikkatlice izliyordu. Bu yüzden de bu kıskançlık mimiklerini anlamaması imkansızdı. İçinden ”Bir de beni kıskanacak mı bu adam. Yok artık” diye geçirdi. Bazen insan kendisini bile kandırabilirdi. Eftelya da öyle bir anındaydı. Kıskanıldığının farkındaydı.

Ege:

-Eftelya günaydın. İlk derste yoktun ama hoca da yoktu, dedi ve beklenmedik bir şekilde sarıldı. Tam o esnada Meftun kürsüsünden kalktı ve gür bir sesle bir şeylere kızıyormuş gibi, Eftelya’ya kızıyormuş gibi, o anda Eftelya’ya kızamadığı için herkese ve her şeye kızıyormuş gibi sınıfa seslendi:

-Gençler toplanın artık. Çok öfkeli görünüyordu. Kıskanması bir noktaya kadar tatlıydı ve anlaşılabilirdi ama öfkesindeki tonu anlayamamıştı Eftelya. İrkilmişti.

-Adım Meftun Ahzen. Tarih derslerini birlikte işleyeceğiz. Eskilerden aşina olduğum yüzler görüyorum aranızda. Onlar bilir. Bana ‘hocam’ demezler. ‘Meftun’ derseniz sevinirim.

Eftelya bu son cümleye üzülmüştü. Artık Meftun’a sadece ismiyle hitap etmek, ona özgü olmaktan çıkacaktı. Kendini özel hissedememek çok acınası bir durumdu. Özellikle içinde büyüyen, hakimiyeti altına girdiği o duygular iyice ruh dünyasını karıştırıyordu. Meftun’un her sözünde kendisiyle ilgili bir anlam, kendisinden bir şeyler arıyordu.

Meftun, masaya yaslanıp kahvesinden bir yudum aldıktan sonra sözüne devam etmiş olsa da Eftelya, hiçbirini duymadı çünkü bu adam her açıdan çok güzeldi. Eftelya’nın aklını dolduran tek şey buydu.

-Dersler 30 dakika olacak, aralar on dakika. İmza atayım gideyim diyecek olanlar çoktur. Hiç kısa günün karı diye geçmesin o aklınızdan. Çünkü yoklamayı ben alıyorum.

Sınıftan birtakım homurtular duyuldu. Meftun’un açıklamasından kaynaklanan kısık sesli rahatsızlıklar, sızlanma sesleri. İtirazlar ve Meftun’un şikayetleri savuşturma şakalarıyla ders bitti.

Sınıftakiler teneffüsün bir dakikasından bile kaybetmemek için alelacele çıktı. Ege ve Eftelya sıralarındaydı. Ege, Eftelya’ya neden geç kaldığını sorarken bir yandan da aynı okula birlikte gelme teklifinin reddedilişini sitemle hatırlatıyordu. Meftun büyük bir ustalıkla onlar orada yokmuş gibi davranırken bakışlarını alt alta üst üste dizdiği kağıtlardan ayırmadan:

-Eftelya Uraz, gelir misin?

Eftelya ürkek adımlarla amfinin merdivenlerini iniyordu. Ege de onunla birlikte “Efendim!” dedi ama sesi duyulamayacak kadar cılızdı. Meftun, elleri kağıtlardan uzaklaşırken Ege’ye baktı.

-Bizi yalnız bırakır mısın, dedi kaba davrandığını belli etmemeye çalışarak. Ege, Meftun’a ifrit olmuş bir şekilde bakarken göz ucuyla Eftelya’ya “Sınıfta bekliyorum.” dedi. Meftun’dan hemen sert ve buyurgan bir karşılık geldi: “Bekleme, işimiz uzun.” Ege, dişlerini gıcırdatarak gitti.

Eftelya:

-Dinliyorum.

-Neyi?

-Sizi, pardon yani seni.

-Dinleyecek bir şey yok.Uzaklaşsın diye yanıma çağırdım seni. İlk günden kendisine sevgili arayan tipleri gözünden tanırım.

-Ee.. Sana ne bundan peki.Ayrıca ben Ege’yle iki yıldır tanışıyorum.Yakın arkadaşız.

-Anladım. Peki sen bilirsin.Eftelya üstelemedi ve orayı hızlıca terk etti. Tam kapıdan çıkmak üzereydi ki Meftun tekrar seslendi:”Eftelya!”Sınıftan çıkmadan kolunu tuttu. Çıkışına kadar seni bekliyor olacağım, kendimi açıklamama izin ver lütfen.

Eftelya burnundan soluyordu. Kolunu Meftun’dan kurtarıp kapıdan çıktı, kendini bahçeye attı. Kuytu bir bankta buldu kendini. Ağlıyordu ve daha kötüsü nedenini kendisi bile açıklayamıyordu, aşık oluyordu, Ege’ye umut vermekten korkuyordu. Hava çok soğuktu ve sis gözlerini yakıyordu. Yağmur da tekrar başlamışken ağlamayıp ne yapacaktı? Saat geçiyordu ve o farkında bile değildi. Belki derse yine de girmezdi ama en azından geçen dakikaların arkasından bir el, bir mendil sallayabilirdi.

Meftun elindeki iki karton bardakla Eftelya’ya yaklaştı. Bunu anlayınca gözünden akan üç damla yaşı parmaklarıyla yanağından -uçsuz bucaksız vadiden- itti. Meftun konuştu:

-Ağlaman benim yüzümdense, pembe yanakların benim yüzümden ıslaksa, gözlerin benim yüzümden ıslanmışsa ne kadar özür dilesem de, sen kaç kere özrümü kabul etsen de kendimi affedemem. Lütfen başka bir sebep söyle Eftelya, neden ağlıyorsun?

Eftelya konuştu ama ömründe ilk kez bu kadar bağırıyordu.

-Neden Meftun, neden bu kadar iyisin, neden bu kadar ilgilisin?

Meftun sözünü kesti.

-Sadece beni dinle. Hatırlıyor musun sabah keman öğretmenini dinlerken sahafta o şarkının ismini sorduğunu söylemiştin. Arkanda ben vardım. O şarkıyı hangi sahafta, hangi gün, saat kaçta sorduğunu biliyordum. Sadece bu kadar mı? Hayır, başıma kitap devirdiğin gün kasten ordaydım. Başıma kitap düşsün diye değil belki ama beni gör, beni tanı, seni tanıyayım diye oradaydım. Ya duraktaki o karşılaşma? Bilerek oradaydım. Kütüphaneye gide gele bindiğin farklı otobüslerde hangi duraklarda indiğini öğrendim. Ege’yi tanıtıyorsun bana. Sence tanımıyor muyum? Ona doğum gününde “ İyi ki doğdun Egecik” yazılı pastalarla geldiğini bilmiyor muyum? Hep yanındaydım.. Hep seni izledim.. Sen bilmedin..

Meftun’un sesi titriyordu.. Ağlıyor muydu? Eftelya gözlerini açmıştı. Anlaşılan Meftun’un bu hızlı konuşmasındaki hiçbir kelimeyi atlamamıştı.

– Neden, neden peki?

-”Aşığım Eftelya. Sana uzun zamandır, bana göre asırlardır aşığım. Uzun zamandır seni tanıyorum, uzun zamandır tanışıyormuşuz, bir yerlerde buluşmuşuz ve bunu kimse bilmemiş gibi.. Arkanı dönüp gitsen yeri.. Yaş farkımız aklıma geldikçe gözlerimi doluyor. Beni sever misin onu bile düşünmedim. Sadece sevdim.

Bu itiraf Eftelya’yı şoka uğratmıştı. Evet ortada sadece bir günlük belli belirsiz çok şey olmuştu ama bunu tabii ki beklemiyordu. Meftun’un kahverengi, yusyuvarlak gözlerine öylesine dalmıştı ki deli gibi ağladığının farkında değildi. 10 dakikayı aşkın orada öylece kaldılar. Sessizlikte nefeslerinin sesleri duyulmaya başlamıştı. Tam bu sırada Meftun “Soluklarından çıkan o fısıltı bile çok güzel.” dedi iç çekerek. Eftelya bir anda gülmeye başladı. Meftuna söz hakkı verir gibi baktı.

– Seni senin bile haberin olmayan şeylerden dolayı seviyorum.

Aradan birkaç dakika daha geçti. Eftelya bir konuşma yapması gerektiğini düşündü ve söze Meftun için en olmayacak şekilde başladı.

– Meftun, olmaz böyle, şu an olmaz. Eve gidiyorum hoşça kal.

-Araba otoparkta 2 dakika beklersen seni ben bırakayım.

-Hayır teşekkür ederim, hoşça kal.

Resmen kendine gelemiyordu. Aşık olmaya başladığı adam ona çoktan aşık olmuştu. Bu nezaketi, tesadüfler hepsi bu yüzdendi. Çok mutluydu ama Meftun’da da olduğu gibi yaş farkları daha şimdiden gözlerini dolduruyordu. Aklı tıka basa Meftunla, Meftunun gözleriyle, sesiyle, bankta dedikleriyle doluyken sabah onunla konuştuğu durakta indi. İnerken gözünde elini sıkması için elini uzattığı an canlandı. İşte yine ağlıyordu. Neyse ki eve varana kadar gözyaşları kurumuştu.

Anahtarla kapıyı açıyordu ki annesiyle babası kapıda belirdi. “Hoş geldin kızım” diye bir çığlık koptu. Olduğu yerde titredi. Annesi bir yandan babası bir yandan soru soruyor, odasına çıkana kadar Eftelya’ya eşlik ediyorlardı. Kolay vardın mı kızım, yemekhane girişin onaylanmış mı kızım, arkadaşlarınla kaynaştın mı kızım, hocaların nasıl kızım… Arda arkası kesilmeyen soruları sabırla cevaplıyordu ki en son soruda birden parladı. “Her şey iyi, sormayın bir şey, aç da değilim yorgun da.” Aslında öylesine yorgun ve açtı ki 60 gündür yürüyor gibiydi. Sadece yalnız kalmak için durgun cevaplar veriyordu.

Odasında yalnızdı, Ege arıyordu. Açmak istemese de her zamanki gibi ayıp olur düşüncesiyle telefonu yanıtladı.

-Efendim Ege?

-Eftelya, ne dedi bugün o adam sana?

-Ne diyorsun Ege? Bunun için mi aradın akşamın bu saati? Kendinde misin sen? Yarın birlikte gidelim diyecektin sanırım. Hayır gitmeyelim, iyi geceler.

İyiden iyiye hırçınlaşıyordu. Kendini hiç böyle bilmezdi. Telefonu kapatıp yatağa atarken boy aynasından kendiyle göz göze geldi. Derin bir nefes alıp kendini yatağa bıraktı. Bugünün bitip yitişi oldu…


Tuğba ARAS
24.02.2025 / Pazartesi / Karabağlar
www.kafiye.net