Bir Köyü Olmalı İlla İnsanın
-2-

İrfan teyzemizin yazgısı daha zormuş. Pirinç tarlalarında, suların içinde çalışmaktan romatizmaya yakalanmış. Ayacıklarına bir ağrıdır girmiş, geçmek bilmemiş. O zamanlar doktor imkanı da zordu muhakkak ki çiftlik evinin bodrumunda bir odaya yatırmışlar. Kimbilir kaç zaman ne ağrılar çekmiş, tedavi için çok geç kalınmış. Bacakları kesilmek zorunda kalmış sonunda ne yazık ki. Hatta o yıllarda Salihli’ye gelen Atatürk, hastane ziyaretinde İrfan teyzemizi görmüş, “Nesi var bu güzel küçük kızın?” diyerek yanağını okşamış. Hala sevinçle anlatırdı.

Ablam ve ağabeyimin lisede okuması nedeniyle Salihli’de yaşadığımız 1972- 73 yıllarında tanımıştım onu. Dizlerine yumuşacık dizlikler takılmış, o halde dizlerinin üzerinde yürüyordu. Kıvır kıvır olan koyu kestane saçları hep örülüydü. Yanağındaki beni ve güzel hilal kaşları, kara gözleriyle Belgin Doruk’a benziyordu. Hali, tavrı ile de tam sevimli, tonton masalcı Adile teyze!..

Çocukları yoktu, belki o yüzden bize çok düşkündü. Kuru yemişçi olan eşi yakışıklı bir adamdı, onu çok seviyor olmalıydı. Evlerindeki lavabo, mutfak tezgahları ve tüm eşyalar İrfan teyzenin boyuna göre yapılmıştı. Mutlu görünüyorlardı merdiven çıkması zor olduğu için bodrum katı olan küçücük evlerinde.Uzun kış akşamlarında onlara misafirliğe giderken çok heyecanlı, sevinçli olurdum hep.

Sobanın etrafına toplanır, eniştenin getirdiği kuru yemişleri yer, sobanın üzerinde tısıl tısıl sesler çıkararak iyice demlenen doyumsuz buruk lezzetteki çaylarımızı içerken, İrfan teyzemizin nereden öğrendiğini bilemediğim harika masallarını dinlemeye doyamazdım. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine derken kendisi murada ermiş gibi mutlu, heyecanlı olur, usta bir tiyatrocu kadar anlamlı mimikleri, insanları, hayvanları konuştururken çıkardığı farklı ses efektleriyle süsleyerek neşe içinde anlatırdı tüm masalları.

O yıllarda araba olmadığı için, Ziraat bankasının verdiği traktörlerden alan ilk çiftçi olan babacığımın traktör kasasında köye getirdiğini hatırlıyorum sonraki yıllarda. Küçük bir çocuk gibi kucaklayıp indirişini hiç unutmadım. Hasretle koşup ellerine sarılmıştım. Ne çok mutlu olmuştu ablasını, bizleri gördüğüne. İrfan teyzemizi de yazmak, unutulmamasına vesile olmak nasip olduğu için çok mutluyum. Onlar acıklı hayat hikayelerine rağmen hiç isyana düşmemiş, rızayla, şükürle, mutlu yaşayan çok güzel insanlardı. Nurlar içinde uyusunlar inşallah.

Babalarından hakları olan malları vermemek için başından atan ağabeylerine de hiç kızgın değillerdi. Yıllar sonra sigara bağımlılığı sözde sebebiyle aynen kardeşi gibi iki bacağının da kesilmesi, üstelik onca zenginken eşit kesilmediği için protez de yapılamamasıyla, son yıllarını yatağının içinden çıkamadan yaşayıp ölen ağabeylerinin başına geleni de onlar istememişti muhakkak ama ilahi adaletin hükmü kılıçtan keskindi.

İbrahim dedem köyün ilk muhtarı olması yanında çok da varlıklı imiş. Eski birkaç fotoğrafından görebildiğim kadarıyla; Atatürk’ün resimlerinde gördüğüm altı dar, üstü bol pantolanlar, dizlerine kadar kırmızı körüklü çizmeler, cepken yelekler giyen, elinde kırbacıyla at üstünde harika duran bir babayiğit, evinde dışardan köye gelen misafirler,yolcular için misafir sofrası eksik olmayan bir deli cömertmiş. Benim hatırladığım dönemlerinde, mal varlığını büyük ölçüde kaybetmişti. Bacağı da kırılmış olduğundan koltuk değnekleriyle yürür, evimizin önündeki pembe on bir ay gülleriyle süslü, taş duvarla çevrili köşesinde otururdu.

Kendi kendine konuşarak gelip geçeni izler, çok az da olsalar gelip halini hatırını soran eski dostlarıyla muhabbet ederdi. Onu hiç gergin, öfkeli görmedim. Kabuğuna çekilmiş kendiyle baş başaydı hep. Hatalarının farkındalığıyla başına gelenlere, takdire razı, bilge bir hali vardı.

Atiye ninemiz aniden felç olduğunda torunlar olarak nöbetleşe bakmıştık onlara. Ninemin başucunda beklerken koltuk değnekleriyle gelip pencereden başını uzatarak “Atiyeee! Herkes seni soruyor, ölme sakın emi! “ deyişini hiç unutmadım. Odasına yemeğini götürdüğümde, hemen “Önce ninene ver kızım.“ derdi. Nineme götürdüğümde ise “Önce dedene verseydin kızım. “ telkini ile karşılaşır, duygularım coşkun çaylar gibi taşardı.

Onlarda görebildiğim, savaş, kıtlık, yoksulluk zamanlarındaki badire dolu hayatlarına, birlikte atlattıkları onca tehlikeye rağmen koruyabildikleri sevginin, vefanın yıllarla, acıyla demlenmiş lezzeti doyumsuzdu. Hemen her insan gibi, sevdiklerini üzmüş olmanın pişmanlığı ile kavrulduğu son dönemlerinde, köyde o yıllarda başlayan yozlaşma sürecinde, pek çok insanımız gibi alkol tuzağına kapılması da yüreğinin acısını bastırabilme gayretiydi belkide.

Yatılı okula gittiğim yıllar son yıllarıymış meğer. Okula gidiş ve tatile gelişlerimde ilk işim gidip onların elini öpmek olurdu. Tatile gelmişsem sevinirler, gideceksem bir daha görür müyüz bilinmez diyerek boyunlarını bükerler, gözleri dolardı. Son vedamızda dedem, “Ne zaman bitecek daha bu okul, ne zaman döneceksin? “ demişti. Az kaldı dedeciğim, son yılım olmuştu cevabım. Meğer o biliyormuş son veda olduğunu.

Bayram için tatile gideceğim arefe günü yatağımda uyanmış ama garip bir hisle kıpırdayamadan uzun zaman dalgın dalgın yatakta kalmış, kalkamamıştım. O anlarda ruhunu teslim etmiş meğer. Gönül bağım olan bazı büyüklerimin vefatının malum olduğunu ilk fark edişim olmuştu. Atiye’sinin ölmesine dayanamayacağını düşündüğünden ondan önce ölmeyi dilemiş olmalıydı.

Dedemden sonra uzun yıllar felçli haliyle yaşadı Atiye ninem. Bahçesindeki çiçeklerine bakamıyor olmasına çok üzülürdü. Oturduğu yerden sardunyaların kurumuş yapraklarını görür, onları temizlemem için bana tarif ederdi. Dipleri nemli ise fazla su verme sakın diye de tembihlerdi. Onun tutmayan elleri olabilmek, arzularını yerine getirmek büyük mutluluktu. Biraz ayağa kalksa da sağ tarafında sekel kalmıştı. Felçli haliyle hiç oturmak istemez tek eliyle çalı süpürgesiyle avluyu süpürmeye çalışırdı. İlk bebeğim kızım için sarılık olmasın diye örtülen, siyah boncuklu iğne oyalı sarı yüz örtüsü bile yapıp göndermişti.

Çocuklarımla birlikte ziyaret etmek de nasip olmuştu son yıllarında çok şükür. Doksan yaşın üzerindeki yaşlıların bebeksi yüz ifadesini, masumluğunu ilk onda görmüştüm. Televizyonda duyduğu şehit haberlerine ağlıyordu gittiğimizde. Karaslan ailemizin polis şehiti Mert’imizin cenazesinde ben dururken gençler ölüyor diyerek bebek gibi içini çeke çeke ağlayışı unutulur gibi değildi. Nurlar içinde uyusunlar inşallah.

Anneciğimin anne babası olan Zehra ninem ve Akif dedemle çok birlikte olamamış olsak da evlerine gidip geldiğim kısa sürelerde onları da çok iyi gözlemler, asil davranışları, özel kişiliklerine ayrı bir hayranlık duyardım. Rumeli Türklerinin bütün güzel özellikleri onlarda fazlasıyla mevcuttu. Çok temiz, kimseye bulaşmayan, seviyelerini koruyabilen güzel insanlardı. Köyümüzdeki en güzel iki katlı hanay evlerden ilki onlarındı. Her saat başı çalan guguklu duvar saatlerinin çıkardığı tik tak sese, ceviz mobilyalı eşyalarını, kahveci güzeli desenli duvar halılarını seyre doyamazdım.

Çocuklarıma da aktardığım muhacir böreği ile süt, yumurta ve un karışımının odun ateşi ocakta, sac üzerinde pişirilmesiyle yapılan akıtmayı ilk Zehra ninemin ellerinden yemiş, o lezzeti ömrümce unutamamıştım.
Atiye ninemin tam tersine Zehra ninemi bunun dışında hiç iş yaparken görmemiştim. Küçük kızı Ayşe teyzemin eşini iç güveysi aldıklarından hep teyzem yapardı işleri. Zehra ninem pencere önündeki sedirdeki yerinde elinde tespihi ile oturur olurdu.

Babam dedemle bitmek bilmez parti ve arsa sorunları nedeniyle anneciğimi çok sık göndermediği için gözleri yaşlı bizim evimize doğru bakardı hep. Bayramlarda babamın gitmememiz telkinine rağmen arka sokaklardan dolaşıp giderdim mutlaka. Gelemeyen torunlarına vermek üzere hazırladığı paraları dizinin dibine sıralamış, yine elinde tespihi, evlat hasreti ile ağlar bulurdum onu. Yine kaçtın geldin mi sarı kızım derdi. Elini öper boynuna sarılırdım. Beyaz yaşmacığı ne güzel kokardı. En çok isimlerini sevdiğim kocaman ailemde, her an abdestli olabilmek için olmalı ayacıklarında mesi, elinden düşmeyen tespihi, asil, vakur duruşu, merhamet dolu yüreği ile tam bir hazreti Fatıma kızı, bir güzel evladı Zehra idi o!

Mutlaka yazmak istediğim bir güzel özelliği de alkol kullanılmasına karşı tavizsizliği idi. Kendisi ve Akif dedem namazında niyazında, insanlarla çok fazla yüz göz olmayan ağır başlı insanlardı. Kendileri gibi olan iç güveysi damatları Sadık eniştemizi babam arkadaşları ile içkili muhabbet toplantılarına götürerek iyice sarhoş etmiş. Gece yarısı yatırmak üzere evlerine götürdüğünde kapıyı Zehra ninem açmış, kör kütük sarhoş olduklarını görünce bir saniye bile tereddüt etmeden, “Bu eşikten içeri sarhoş girmedi bugüne kadar çok şükür, bundan sonra da giremez, git nerede içtiysen orada yat! “ diyerek kapıyı sertçe yüzlerine kapamış. Kendisi namazında niyazında olduğu halde sürekli sarhoş kahrı, kokusu çeken pek çok kadına özellikle anlatırım bu muhteşem tavrını. Hiçbirimiz onun gibi olamadık derim.

İslami kuralları her konuda eksiksiz uygulardı Zehra ninemiz. Sofrada azıcık yer, doymadan kalkardı. Üzümlere hormon kullanılmaya başlandığından itibaren hiç üzüm yemedi. İbadetiyle, eviyle meşgul, sakin, huzurlu bir yaşam sürdü ve öylece, o da doksan yaşın üzerinde iken hiç hafızasını kaybetmeden, tertemiz ruhunu teslim etti. Kızları ona aynen bir bebek gibi baktılar. Ağzını silmek, terlediğinde sırtına koymak için tülbentten mendiller, havlular yapıp oyaladıklarını hatırlıyorum. Ne götürüp yoğun bakıma bırakıp kaçtılar, ne de sen bak ben bakmam kavgası ettiler Allah onlardan,özellikle hep yanında yaşadığı Ayşe teyzemizden razı olsun. Hepimize ibret olsun inşallah.

Çok küçükken kaybettiğimiz Akif dedem kucağına alıp sevmezdi bizi ama bir gidişimde odasına girecekken kapıda durup öyle güzel bir tebessümle uzun uzun yüzüme bakmıştı ki bana ömrümce yetmişti beni çok sevdiğini en güzel yolla anlattığı o sevgi dolu bakışı. Masmavi gözlerindeki mana denizler kadar derindi. Sadece mal varlığı ile değil, tüm torunlarını, hatta akrabadan yetimleri topluca sünnet ettirecek kadar da gönül zenginiydi. Nurlar içinde uyusunlar inşallah.

Akraba düğünü nedeniyle köye son gidişimde annemle birlikte kalmamız gerekiyordu. Büyük bir heyecanla onların çok şükür hala kapanmamış olan evlerinde kalmak istedim. Dedemle aynı adı taşıyan kuzenimin yaşadığı ikinci kattaki odalarının önüne geldiğimde kalbim heyecanla çırpınmaya başladı. Sanki Akif dedem hala o kapının önünden sevgiyle bana bakıyordu. Soldaki oturma odalarına girdiğimde sanki yıllar öncesine gittim. Yine bir bayram sabahıydı. Zehra ninemi pencere önündeki sedirde, başında bulutlar gibi bembeyaz,cennet kokulu yaşmağı,elinde tespihiyle, gözleri yaşlı bizi bekliyor bulacaktım. Yoklukları dayanılır gibi değildi.

Gözlerim duvardaki kahveci güzeli halıyı, guguklu duvar saatini, diğer eşyalarını aradı ancak onlar da yoktu ne yazık ki. İki damla gözyaşıyla hatıralara sığınmak, hiç unutmadığım gözlerindeki sevgi dolu bakışları, kokularıyla yetinmek zorundaydım. Harman olmuş duygularla geç vakitte evlerinde kalabilmenin şükrüyle, ruhlarının memnuniyeti hissiyle teselli bularak uyudum. Sabah olduğunda, onları hayırla yad edip, kitabımda güzellikleriyle anlatmış olmamın ödülü olduğu gönlüme doğan çok güzel bir sürpriz bekliyordu beni…

Kahvaltı için çağrıldığım alt katta oturan Ayşe teyzem, eşi Sadık eniştem ve annemle birlikte yaptığımız lezzetli köy kahvaltısı sonrası hatıralardan konuşurken, dedemin ömrünce düzenli olarak her gün okuduğu Kur’an’ını ölmeden evvel Zehra nineme bıraktığını, yirmi yıl da o okuduktan sonra ölümüyle Ayşe teyzemize kaldığını, yirmi yıldır da teyzemin okuduğunu öğrendim. Heyecanla görmek istedim. Dolabın üstündeki yerinden alıp getiren teyzem, yıllardır kaç kişi istedi kimseye vermedim ama sana vermek geliyor içimden dedi birden. O anlarda dünyanın en mutlu insanı kesinlikle bendim. Sevinç gözyaşları içinde çantasından özenle çıkarıp, besmeleyle açtığımda sararmış yapraklarından gelen koku duygularımı doruğa çıkardı. Yıllardır diyar diyar türbeleri dolaşma sebebim olan o doyumsuz, ağlatan uhrevi kokuydu çünkü. Ömrümce okuyarak, özenle saklayıp, kısmeti olan torunuma aktaracağım inşallah ben de…

-Canım Annem-

Onların kızı olduğu çok belli olan, sabır, şefkat timsali, imanı temizliğinden görünen, güzeller güzeli muhacir anneciğim, temizlik için evin ayağa kalkmış olmasından hiç hoşlanmayan babam Alaşehir’e gittiğinde fırsat bulmuşken; Çiçekli kanepe örtüleri, kilimler, el örgüsü dantel perdeler, patiska çarşaflar, kirli giysilerimiz dahil kaldırıp avluya çıkarır; İçine mor çivit toz boya karıştırdığı mis kokulu kireçle kapısı hanımelilerden taçlı, altından dere akan, küçük kerpiç evimizi misler gibi badana yapıverir; Avluya sabahtan odun ateşiyle kurulan kazanda kaynayan su ile çıkardığı her şeyi elleriyle yıkar, kurutur, akşam babam Alaşehir’den dönmeden de yeniden her şeyi evimize sererdi.

Nasıl olduğunu hala aklım almaz, onca iş arasında nasıl yaparsa mutlaka akşam yemeğinde de çoğunlukla yaprak sarması, muhacir böreği, üzüm hoşafı ya da Boz dağın eşsiz kuru fasulyesi, şehriyeli pilav ve irmik helvası, bazen de buğdaydan kendi çıkardığı nişasta ile yapılmış pelteden oluşan tam tekmil, doyumsuz lezzetli yemekler olurdu. Kiraz mevsimi, yine Boz dağdan gelen iri iri kıpkırmızı kirazları o zaman da en sevdiğim meyve olduğundan yemeye doyamaz, yedi kardeş olduğumuzdan çabucak biter bana kalmaz korkusuyla çaktırmadan birkaçını kulaklarıma küpe gibi asar, hep belime kadar upuzun olan saçlarımla örterek sonra yemek üzere saklardım.

Yemekten sonra akraba ya da komşularımız olan misafirler ağırlanıp çaylar içilirken, radyodan yurttan sesler topluluğundan türküler dinlenir, sırayla hepimize türküler tutulurdu. Kimin türküsünün daha güzel ve türküyü söyleyen sanatçının kim olduğu tartışmaları yaşanırdı. O zamanlar gidilemediği gibi televizyon da olmadığından çok merak edilen uzak diyarları, babam başta olmak üzere askerlik sebebiyle görmüş olanlar ballandıra ballandıra anlatırdı. Yatma vakti geldiğinde yorgunluğu yüzünden akan anneciğim acısı, ağrısı dinsin diye ak elcezlerine cennet kokulu yeşil kınalar yakardı. Yatağa bulaşmaması için sardığı bezden eldivenlerini ben bağlardım. Yatmadan önce boynuna sarılıp öperken kokusunu içime çekerdim. Anneciğim de aynen su ile karıp elcezlerine yaktığı yeşil kına gibi cennet kokardı…

İlla Aşk / Adevviye Şeyda

Devamı yarın…



Adevviye Şeyda Karaslan
www.kafiye.net