EL-VARİS 

Güneş de günlük işini bitirmiş, başını alıp gitmişti. Ortalık kararmaya başlamıştı. İçim de öyle… Karardıkça kararmaktaydı. Ev dar gelmeye başlamış, odamla diğer bölümler arasında lüzumlu lüzumsuz gidip gelmelerden, huzursuz kıvranışlarla mekik dokumaktan yorulmuştum. Ölümün eşiğine gelen Ogün değil, sanki bendim. Masamın üstünde bir takvim yaprağı vardı. Adet edindiğim üzere ilk baktığım yer, kısa bir hadisin bulunduğu ön sayfanın altıydı. Hayatımıza yön veren o eşsiz öğütler bazılarında da arka sayfanın üstünde yer alıyordu. Su damlaları gibi küçük ve yumuşak olsalar da her gün muntazaman damlamakta, granite kadar her yapıda yüreği yontarak en güzel şekli vermeye hazırlardı. Yeter ki talep edilsin!

Tevafuk… Bu defaki seslenişiyle içime su dökmekte, derdime derman olmaya çalışmaktaydı. Babam odasına çoktan çekildiğine göre, buraya annem bırakmış olmalıydı. Yine Efendimiz kulağıma fısıldamakta, eğitmeye öğretmeye devam etmekteydi. Allah ne kadar da bizimleydi! Ya biz? Biz kiminle, kimlerleydik?

“Acıya sabredip uğradığı felaketi gizlemesi ve kimseye şikâyet etmemesi, kişinin Allah’ı iyi tanımış olmasındandır.”

Yoksa ben Allah’ı iyi tanıyamamış mıydım? Acımı gizleyemiyor, içimde halledemiyor, aileme, yakınlarıma naklederek arttırıyor, adeta yakınıyor muydum? Farkında değilken bu acı ve endişe dal budak salarak, itiraza, hatta isyana mı varıyordu?

Ne kadar kaçarsak kaçalım, ölümden korunabilmemiz imkânsızdı. Her nerede olursak olalım, ölüm bize yetişecekti. En sağlam kaleler içinde olsak da yine kurtulamayacaktık. İyilik de kötülük de Allah’tandı. Neden anlamak istemiyorduk? Hem, ölümün hakkımızda hayırlı mı hayırsız mı olduğunu kesin olarak bilmiyorduk ki! Şer gibi gelir, hayra vesile olabilirdi, hayır zannederdik, içinden şer çıkabilirdi. O halde telaşımız nedendi?

Her şeyin bilgisi Allah yanındaydı. Ölüm ve kıyamet saatinin de öyle… Yağmuru yağdıran, rüzgârı estiren, güneşe hükmeden, her işi iç içe ve aksatmadan yapan, yaptıran O’ydu. Kim, ne biliyordu? Ogün de kesin kez ölecek değildi. Bu zamana kadar atlattığı nice hastalık, bela ve musibetler gibi bunu da atlatabilirdi. Ölümden öteye köy yoktu. Korkunun ecele faydası da yoktu. Yarın ne olacağını kimse bilmemekteydi. Kimin ne zaman, ne nedenle, nerde ve nasıl can vereceğini… Her şeyden haberdar olan Allah her şeyi hakkıyla bilmekteydi. Kimi kimden korumaya çalışmaktaydık? Giderse, sahibine gidecekti. En güzel yere… Rabb’ine… O halde?

Hepimiz ölümden kaçmaktaydık, neden kaçtığımız bilmeden. Acı olan, sevdiklerimizden ayrılmaktı. Ölüm bizi bulduğunda, görüneni ve görünmeyeni bilen Allah’ın bize bütün yaptıklarımızı haber vermesinden, hesaba çekmesinden ve karşılığını vermesinden mi korkmaktaydık? Kaçmak bize fayda sağlar mıydı? En iyisi, elimizden geldiği kadar güzel işler yapmak ve O’na teslim olmak değil miydi?

Bütün mülk ve servetlerin hakiki sahibi olan Allah, kullarını nimete gark ediyordu. Vermekle bitmiyordu zenginliği. Çocuk veya yetişkin, yaşlı veya genç, kısa sürede sınavını verdiyse, beklemesine gerek var mıydı? Efendimizi, Kur’an tamamlandıktan sonra bir dakika bıraktı mı, burada? Tebliğ görevini yaptıktan sonra bu köhne dünyayla oyaladı mı? Demek ki burada bir şey yok. Görev tamam olduktan sonra daha fazla kalmaya da gerek yok. Yolcu olunda gerek…

Aslında varlık ülkesi gibi görünen bu gezegen, yokluk ülkesinden başka bir şey değil. Sadece eren evliya ve peygamber gönüllerinde gerçek anlamdaki varlık. Yani her anlamda… Her türlü zenginlik ve var gibi görünenlere inat yok gibi görünen Tek Var Olan… Tek Gerçek…

Yokluktan kasıt, sadece yoksulluk mu? Paraya, mala mülke, herhangi birine tanrı gibi tapar, maddeyi put eder, bir nevi putperest olur, insan. Para kazanmaktan, para saymaktan, Allah’ı aklına bile getirmez ya da getirmek istemez. Ya da tapınmaktan maddeye…

Bitip tükenmek bilmeyen istekleri, sayılmayacak kadar beklentileri vardır. Haram helal deme, ver Allah’ım, ver! .. Lütuf ve keremiyle bahşettiği her çeşit zenginlik; ilim, duyu, duygu, mal mülk, eş, evlat emanettir. Onlar, bir zaman kadar bizimledir. Hepsi Gani sıfatının tecellileri olup, can verdiğimiz anda muvakkat varislerimize kalırlar.

Biz, servetlerin emanetçileri, bahşedilenlerin bir kısmından vazgeçmeyi adet haline getirerek yaşarsak, kalanlar bereketlenir, ahirette karşılığı verilir. Nasip etmedikçe elde edemeyeceğimiz gibi, elde etsek bile Allah dilemedikçe hayrını da göremeyiz. Belki mirasçılarımıza yarar. Çatır çatır yerler. Belki onlar da hayrını görmez. Neticede Hay’dan gelen, Hu’ya gider. Her şeyin asıl sahibi Allah’tır. Mülkün mutlak sahibi, hakiki maliki… Mülkün tek varisi O’dur. Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Kazananların mirasları cennettedir. Yani ellerinin emeğiyle kazanılanlar… Onlar, orada varislerine teslim edilecektir. Ateş kazananlar da olacaktır. Azap kazananlar… Ona da kazanç denirse… Onlar da cehennem varisleri olup, miraslarını mutlaka ellerine geçirecekler.

Sahip olma isteğim ne kadar güçlü! Beraber yaşadığım herkesi ve yararlandığım her şeyi sahiplenmişim. Ogün, dün bir bugün iki… Bursa’ya geldiğimde tanıştığım bir kız arkadaşım. Arkadaş neticede… Ne denli sahiplenmeliyim aslında? Herhalde bu kadar olmamalı! İlhan da öyle… Hele İlhan!.. Hele ona sahiplenişim!.. Beni kahreden bu duygulardan bir kurtulabilsem!.. Halbuki ben, yardımı ve paylaşmayı ne kadar seversem seveyim, eski giysilerimden bile kolay kolay vazgeçebilen biri değilim. Galiba henüz ruhsal zenginliğe ve güçlülüğe erişememişim. Benliğimden vazgeçememişim.

Ne kadar çok şeye ihtiyacım var! Mal mülk, şöhret, insan, bilgi… Bunun sonu yok! Ya sahiplenmekle birlikte yılan gibi çöreklenen kıskançlık!.. Söz konuşu sevgili olunca… Biliyorum, mecazi sevgili o. Biliyorum ki emanet, sahip olduğumu sandığım her şey gibi…

Duygularımı nesneye dönüştürmede üstüme yok! Duygularımı ve hayallerimi… Şimdi de onların adını İlhan koymuşum, kısaca. O, tasavvur ettiğim sevgili hayalini giydirdiğim kişi değil mi? Onun için de ben… Yaşamak, hayatta kalma isteğimiz ne kadar kuvvetli! Ölümsüzlük arzusu verilmiş. Onun için dört elle sarılmışız dünyaya. Bu nasıl bir ihtiras!..

Hamlık, pişmek, olmak, ölmek… Bilmek, bulmak ve olmak… Taalluk, tahalluk ve tahakkuk. İlim ve ibadetle eşyanın hakikatine ulaşmak… Olmak… Nefsin yedi mertebesi… Onları birer birer kat etmek… Her mertebede daha güzel davranışlar sergiler duruma geçmek… Sülûk etmek… Tırmanmak… Rüyalar… Zuhuratlar…

Olmak… Sahip olduklarımız olmamıza engel olduğuna göre… Heva ve heveslere ram olmamak… Egoistlikten, hırstan kurtulmak… İhtiraslarının esiri olmamak… Var sanılan varlığa bağımlılıktan kurtulmak, yalnız Allah’a bağlanmak… O’nun sahip olduğu vasıflarla insani ölçüde bezenmeye çalışmak…

Ben de duygu ve düşüncelerimi yazıyorum. Kaybetmemek için kaydediyorum. Onlara sahip olmak arzumu engelleyemiyorum. Hayatımı kaleme alış sebebim de mutlaka o! Ölümsüzleşemeyeceğimi bildiğim için deneme ve şiirlerimin ortaya çıkış sebebi, yakalayabildiğim duyguları tekrar tekrar yaşama arzusundan başka bir şey değil. Öykülerim, doğum ve ecelle sınırlı bir ömürle yetinemeyişimin, hayal ettiğim kadar, çeşit çeşit hayat tasarlayarak dünyaya yayılma isteğimin belirtisi değil de nedir? Ya tasavvufa merakım? Sonsuz yaşama programlı oluşumdan doğmuyor mu? Sınır, sadece bir kereye mahsus ve burada…

Orada ölüm yok! Mademki ihtiyaçlar sonsuzdur ve asla tatmin edilemez, mademki hiçbir şey gerçekten benim olmayacak ve hayatımda olanların varlıkları faydadan çok zarar verecek, o halde benim sandığım her şeyi yok sayarak yaşamaya çalışmalı, ancak Allah ve aşkıyla mutlu olmayı sağlamanın yollarını arayıp bulmalı, beklentilerimi ukbaya yönlendirmeli, sınırları zorlayarak sonsuzluğa uzanmayı başarmalıyım.

Ah, kalbim! Sevmeye ayarlanmış, aşka kurulmuş kalbim! İlhan’ı tanımak isteyen, görür görmez sevinç dolan kalbim! Ah, yumruk kadar et parçası! Bedenimin, ruhuma hükmeden en canlı parçası! “Allah! Allah!” diye zikrettirmeye çalışırken ilk fırsatta kurtuluveren ve: “İlhan! İlhan!” diye tempo tutmaya başlayan anarşist! Ne arıyorsun? Ne bulacaksın? Elbet bir gün yorulacaksın ve tamamen boşalacak ve bana kalacaksın. Henüz tam anlamıyla sağlanamamış bir dayanışmanın, imzalanamamış bir uzlaşmanın nereye kadar gideceğini sanıyorsun?

Sahip olma arzusu değil midir resmetmek? Heykel yapmak, put yapmak… Altın buzağı, ikon, yapılan, tapılan veya araya konulan her neyse… Her türlü çoğaltma, araya engel, sütre… İbrahim olabilmek, marifet! Malik olduktan sonra mallanmamak… Kurban edebilmek, İsmail’i… Yokluk ülkesinin çöllerinde dosdoğru yolu bulabilmek… Hacer olabilmek, marifet! Araya araya bulabilmek, azimle ve kana kana içebilmek zemzemi…

Arafat’a çıkmadan hacı olunmaz! Her şeyi, herkesi terk edip, uçsuz bucaksız bir çölde baş başa kalmadan ârif olunmaz. Hiçbir şeyin ve kimsenin olmadığı yer… Mirasın, sahibine iade edildiği, bedenin ve ruhun sahibine teslim edildiği yer… Bir ötesi, İbrahim’in İsmail’i Rabb’ine uzattığı, anında karşılığını gördüğü yer…

Biliyorum, Allah sahip anlamında varistir. Varis olduğu için Murîs’tir. Bizdeki de anlam verilemeyen bir hırstır. Biliyorum, bir sevgiliden vazgeçmeden başka sevgili bulunmaz. Yine de ne yârdan geçebiliyorum, ne serden… Ne bu diyardan, ne o diyardan, ne de Yâr’dan…

Evcilik oynamayı hiç sevemedim. Hiç oynamadığımı da söyleyemem. Bebeklerimle oynadım, kendi kendime… O, bir hayal oyunuydu, bile bile kanmaya çalıştığım. Şimdi yine öyle yapmakta, küçüklüğümdeki gibi evcilik oynamaktayım. Gereken her şeyi bir araya toplamış, dilediğim yere koymuşum. Hayal ettiğim şekilde bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Dalmış gitmişim, öylesine… Annem çağırıncaya kadar, o arada mutluluktan yana kendime ait ne varsa… O sesi duyduğumda oyun bitecek, bitiverecek! Neyim varsa orada öyle, olduğu gibi bırakacağım, evimize doğru koşacağım. Bağrıma bastığım, sımsıkı sarıldığım en güzel, en kıymetli bebeğimi, uyuyuncaya kadar kimse elimden alamayacak. Uyku gelince parmaklarım gevşeyiverecek, kayıverecek usulca yere… İşte hayat öylesi bir emanet… Düşünün bir kere…

Düşünün bin kere…

Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 365
www.kafiye.net