ZEHR-İ ZAKKUM

Sarı sıcak her yeri her şeyi yakar kavurur temmuz da ağustos da. Akdeniz kıyıları adeta yeşile hasret sararır, kurur. Yol boyunca insanın gözleri bir renk, bir gülümseyiş tanıdık bir şeyler arar. Çok sürmez bu arayış, bir dere kenarında, bir çeşme başında gülen bir yüz gibi sizi selamlar, pembe beyaz renkleriyle. Tutup, okşayasınız gelir. Onunla unutuverirsiniz bunaltıcı sıcağı. Parklarda bahçelerde de rastlarsınız onlara, hatta plajlarda bile. Ama hiç biri dere kenarında ya da çeşme başındaki haliyle kıyaslanamaz. Orada doğal halleriyle, sıcağa belki de susuzluğa direnerek var olma mücadelesi sonrası size en güzel çiçeklerini sunarlar.
Parkları, villaların bahçelerini, tatil köylerini süsleyenleri de bulundukları yere renk verirler. Fakat hiç çaba göstermeden, yaşamak için mücadele etmeden her şeyi hazır bularak gururla salınırlar. Hatta biraz sıcakta buruşuverirler.
İşte Zakkum’da adını aldığı çiçek gibi hiç ummadığım anda karşıma çıkıveren bir güzellik, bir renk, tanıdık bir gülümseyişti benim için. Gülen gözlerine rağmen bir yerlerde derin bir hüzün saklıyordu sanki. Getirdiği buz gibi bir bardak ayranı içerken içime dolan serinlik Zakkum’un yüzüne bakınca sarıyordu beni. Başındaki yazmanın pembesi eriyip dökülmüştü adeta yüzüne. Gömleği yeşilini gözlerinden almıştı. Pembe yazmanın altından dökülen simsiyah saçlar gür bir şelale gibi dökülüyordu omuzlarından aşağı. Az ilerideki kayanın yanı başında açan zakkumlar kadar doğal, onlar kadar gerçekti.
Kıl çadırın yanında oturup gözlememi yerken yanıma gelip oturdu. Adını sordum, bildiğim kadarıyla ’zakkum’ zehir demekti. Neden adı ’zakkum’du. Gözleri buğulanır gibi oldu. Ya da bana öyle geldi. Anlatmak istiyordu ama anlatamıyor gibiydi.
’İstemiyorsan anlatma ’dedim. ’Anlatacağım, hem ben de bir parça rahatlarım’ dedi ve anlatmaya başladı…
Bundan yıllar önce (yamaçtan aşağılarda zor görülen bir köyü işaret ederek) şu karşı ki köyde bir kız yaşarmış. Kız öyle güzelmiş ki köyün bütün gençleri hatta komşu köyün gençleri de yanıp tutuşurlarmış onun için. Ama kız öyle narin, öyle kibarmış ki annesi kıyıp kimselere verememiş. Köyde heder olmasın kızım der dururmuş hep. Kız da annesinin sözünü dinlemiş kimselere meyil vermemiş. Ender bulunan bir çiçek gibi serpilip geliştikçe daha güzelleşmiş. Güzelliği dilden dile dolaşıyormuş. Günlerden bir gün kız çeşme başında su doldururken bir otomobil durmuş yanı başında. Kızdan su istemiş, testiyle kendine uzatılan suyu değil sanki kızın gözlerini içmiş genç adam yanındakilere aldırmadan. Kız da buradaki gençlere benzemeyen bu delikanlıdan fena etkilenmiş. Testiyi yeniden doldurup evin yolunu tuttuğunda ayakları yere değmiyor, kelebekler gibi uçuyormuş. Eve gidince annesine anlatmış olanları. Ne dediyse dinlememiş kız, yüreği pır pır hep bu şehirli genci bekler olmuş. Pencerenin önüne bir ’zakkum’ dikmiş. O testiyle her gün su dökmüş dibine. Ve bir gün geleceğini düşleyerek geçirmiş günleri. Ne gelen olmuş, ne soran. Filmlerdeki, romanlardaki son yaşanmamış ne yazık ki. Beklerken kızın yanakları solmuş, gözlerindeki parıltı sönmüş. Hatta saçlarına aklar düşmüş. Artık köyün gençleri dönüp bakmaz olmuş. Zaten yaşıtı gençler de evlenip çoluk çocuğa karışmış birer ikişer.
Pencerenin önünde içerde o dışarı da zakkum beklerken geçip gitmiş yıllar. Umutları tükenirken bir otomobil durmuş evin önünde. Arabadan bir adam, kadın ve iki kız çocuğu inmiş gülüşerek. Kızlar hemen zakkuma koşmuşlar. ’Ne güzel çiçek’ deyip, kırmışlar dallarını. İçeriden koşup gelmiş ama iş işten geçmiş. Kızgınlıkla bakmış arabadan inenlere.
Gözlerine inanamamış, yıllar önce testisiyle su verdiği yabancının ta kendisiymiş kızların babası. Hiçbir şey demeden kapıyı kapatıp, çekmiş pencereleri. Dışarıda kalanlar ne yaptılar, nereye gittiler, hiç ilgilenmeden kapatmış kendini içerine, gönlünü de aşka.
Gün boyu odasından dışarı çıkmayan kızcağız akşam babasının eve gelmesiyle dışarı çıkmış ve karşılarına geçip ’artık zamanım geçiyor, ben de çoluk çocuğa karışmak isterim, uygun bir kısmetim olursa bana sormayın’ demiş. Yemek hazırlamak için mutfağa giderken penceren dalları kırılan zakkumuna da bakmış. İçi acımış ama kırılan dallara mı, yıllardır bir hayal uğruna en güzel günlerinin geçip gitmesine mi kendisi de bilmiyormuş.
Birkaç hafta sonra babası telaşla eve gelir, komşu köyün muhtarı haber göndermiş görücü geleceklermiş. Gelini bir trafik kazasında ölmüş. Methini duydukları ve hiç kimseyi beğenmeyen bu kıza talip olmuşlar. O akşam biraz heyecanlı, biraz hüzünlü ikramlarda bulunmuş misafirlerine. Biraz yaşı vardı ama fena değildi muhtarın oğlu. Anne ve babasının sormasını beklemeden kabul ettiğini bildirmiş kız. Bir ay içinde düğün dernek kurulur ve evlenirler. Gözlerinde hep bir hüzün olsa da mutlu olmuş kız. Eşine hamile olduğunu söylerken amansız bir hastalığın pençesinde olduğunu bilmiyormuş. Birkaç ay sonra ebe kontrole geldiğinde durumundan şüphelenip doktora gitmesini söylemiş. Önce önemsememişler ama gün geçtikçe solması meraklandırmış eşini. Doktora gittiklerinde öğrenmişler acı gerçekleri. Doktor, doğum yapmasının sakıncalı olacağını, doğum sırasında ölebileceğini söylemiş ama dinletememiş.
Kimseyi dinlemeyen genç kadın, çocuğunu doğurmayı aklına koymuş bir kez. Ve sonunda beklenen olmuş, küçük kızını doğururken hayata da gözlerini yummuş, talihsiz kadın. Hem de ardında dünyalar güzeli bir bebek bırakarak. Acıları bir yanda küçük bebek bir yanda, bir kez daha yıkılmış muhtarın oğlu. Kızını bağrına basarak acısını dindirmeye çalışmış. Ama unuttukları bir şey varmış: ’henüz bebeğin adı konmamış.’ Her iki ailede acısını bir yana bırakıp isim düşünmeye başlamışlar. Öyle bir isim olmalıymış ki hem güzel olsun, hem değişik olsun, hem de bir anlam ifade etsin. Bir türlü bir şey gelmemiş akıllarına.
Muhtarın oğlu ertesi sabah kızını öpüp koklayıp işinin yolunu tutmuş. Tam dışarı çıktığında evin karşısındaki zakkumların çiçek açtığını görmüş. Karısının penceresinin önündeki zakkum aklına gelmiş. Hemen içeri koşmuş, ’kızımın adı Zakkum ’ diye bağırmış. Muhtar önce anlamsız bulmuş ama oğlunu kırmamış. Ezan okuyarak bebeğin kulağına adını söylemiş.’ Zakkum, hem dayanıklılığın, hem zorluklara dayanmanın sembolü değil mi? Kızım da dayanıklı ve güçlü olsun. Pembe zakkum gibi dudakları, beyazı gibi teni olsun’ demiş.
İsim alışılmış bir isim olmasa da güzelliğin, dayanmanın, güzelliğin simgesi oluvermiş bu küçük kızla birlikte.
Sözleri bittiğinde derin bir nefes aldı Zakkum. Ağlıyor muydu, yoksa bana mı öyle gelmişti? Adı gibi güçlü ve güzel bu kız beni çok etkiledi. Annesinin hikayesi de. Nerede bir zakkum görsem, gidip yapraklarını okşamak geçer içimden. Yıllar sonra yine oralara düştü yolum. Zakkum’un köyüne kadar gidip buldum onu. Beni görünce hemen tanıdı. Gözlerinin içi gülüyordu. Artık hüzün yoktu göz bebeklerinde. Bu kez mutlu bir hikaye anlattı bana. Köye gelen bir öğretmenle evlenmiş. Mutluymuş. En önemlisi eşinin yarımıyla dışarıdan liseyi de bitirmiş. Kültürlü, aydın, modern bir genç kadın duruyordu karşımda.
O, her zaman ummadığım bir anda bir dere kenarında ya da çeşme başında karşıma çıkan pembe bir zakkum olarak kaldı anılarımda.

Ayşe Sönmez Bulut – ANTALYA
www.kafiye.net