ZAMAN ZEMHERİDE DOĞAN GÜNEŞ

Korunmasız ve savunmasızca sevmek gözlerin derinliğinde kaybolurken ruhumun, bedenimin eriyip akmasıydı seninle olmak.

Yitik zamanın ardından koşarken ağustos geceleri iner üzerime. Dört bir yanımı hüzün sarar. Önce sayısız harfler susar, sonra sayılı sözcüklerle konuşmaya başlarım. Zamanın çarkları arasında ezilirken dilim, ağzımın içinde cümleler üretmeye çalışırım.

Keman tenlinde ağlayan yay gibi yüreğimin telleri üzerinde dolanır zaman. Zamanı dondurup, yalnızlık rotasını değiştirir, geçmişin dehlizlerine demir atar yalnız kalmış duygular.

Zaman mıydı beni azaltan, yoksa ben miydim zamanı yutan? Ne kadar geriye sardıysam da, geriye baktığımda hepsini eyleme dönüştürdüğümü gördüm. Çevremde bana benzeyen gölge kahramanlara ne kadar hoşça kal dediysem, o kadar geri döndüm. Kapattığım gözlerimden hayata dönüşümle düştüğüm yerden aldığım nefesi iliklerime kadar çektim.

Karanlıklar içinde beni gölgeler karşıladı. Geriye dönüp baktığımda, artık duvara düşen gölgelerden biriydim. Arkamda hatıralar önümde hayat vardı. Giderek örselenen bir yüreğin taşımakta zorlanacağı kadar hayat…

Küçük sebepler için alınan büyük kararların kılavuzluğunda, koparılan büyük fırtınalar. Her biten şeyin ardından geriye kalan hüzünlerin Leylasıda, son çığlık, son sancı oda son sessizliğine bürünüyordu.

Refakatle ihanet arasında kalıp alınan ilk ölümcül yaranın içinden geçerken zamanın girdabına dolanıyordum. Zaman zemheride doğan güneş, kalbimde bir ürperdi, sürekli ilerleyen ve akan. Üzerinden bir kez geçildiğinde bir daha geri gelmeyen bir olgu. Saçıma konan yıldız, gözaltlarımda keskinleşen derin çizginin adıdır zaman. O zaman ben zamanım.

Yaşanmışlarımın ötesinde yaşatmaya çalışan. Zaman içinde yitirmenin, bulmanın bedeli olduğunu anlatan.

Gözlerimin nemine gizleniyorum. Turuncu siz lambalarının şemsiyesinde toprağa dökülen sağanağın ortasında iliklerime kadar ıslanarak yürüyorum. Yitirdiğim zamanlara inat. Kulakları tırmalasa bile şimdiki zamanla çekeceğim tümcelerimi. Sunak kalıntıları üzerinde mermere düşen inci tanelerinin yankılarında kendimi arıyorum.Ertelenmiş bir ağrı, iki üşüme arasındaki ateşleniş gibi yanan bedenimi kirpiklerimin örtüsüne gizliyorum.

Bana ait evin kapısında kalıyorum. Ne anahtarlarımla açıp girebiliyorum, ne de bana ait evi gezebiliyorum. Kapı, benimle evin arasında gardiyan. Hüzünlerim ise içeri aldığım refakatçim oluyor. Kendi kapımın önünde zamanın acımasızlığını yaşarken mevsimlerin en ayazında kalıyorum. Hiçbir yerden gelip, hiçbir yere giden bakışların topluluğunda yaşıyorum.

Boşlukta yuvarlanıyorum. Kaçacak, sığınacak bir yer ararken bütün yollarım sana çıkıyor. Umarsız bir tutsaklıkla çöl ortasında sanal bir vahaya koşuyorum. Işık haleleri gibi başımın üzerinden eksilmiyor acılar. Gözlerin gölgeler arasından bembeyaz bir elbiseye sarılmış ölümün yüzü gibi bakıyor. Gözbebeğim titrerken gözyaşlarım içime akıyor. Yitirilmiş zamanların yaşanmamış duyguların acımasızlığıyla.

Artık zaman kavramını derinlere gömüyorum. Beni nasıl ağırlayacağını bilmediğim yeni yaşamın kapısını aralıyorum. Acıların, hüzünlerin üzerini ölü toprağı ile örterek. Sağır bir karanlığa gömülüyorum. Batan günün son ışıkları gökyüzü ile kucaklaşırken zamanın acımasızlığına bırakıyorum kendimi. Bana hayallerimi ne yaptığım sorulduğunda ise onları israf ettiğimi söylemek mecburiyetinde kalıyorum.

Akrep ile yelkovan arasına sıkışmış zamana geçmişimi gömüyorum. Ne ilerleyip, ne de geri kalıyor, kururmuş yaprakların hışırtılarına karışıyor umutlarım, hayallerim. Göçmen kuşun kanadında yolcu ediyorum vefasızlıkları. Kaç şafakta kaç gün gömüp, kaybolmuşluklar içinde ben bu dünyaya ait değilim diyorum. Yol ayrımında durup bekliyorum. Kendim ile cebelleşirken beynimden sorular sağanak gibi geçiyor. Zamanın ortasında ruhsuz ceset gibi dolaşıyorum.

Ceplerime koyduğum yalnızlığımla, ne gidebiliyor, ne de kalabiliyorum.

10.03.2011
Fatma AVCI
www.kafiye.net