Çoban Yıldızı

Bir hüzün çöktü İzmir sokaklarına. Günün yorucu koşuşturmaları sonucunda, yorgun, bitkin ve yıkılmış gibiydi Ahmet Bey. Ufukta yorgun ışıklar nasıl zor bir şekilde kendilerine yer bulmaya çalışıyorlarsa; Ahmet Bey’de ufuktaki kararmayı izlemeye başladı yorgun vücuduyla balkondan.

Sabah vakitlerinde; yemyeşil bir yolu andıran, ağaçlar arasından gördüğü Göztepe, Güzelyalı, Üçkuyular, İnciraltı, İzmir Körfezi ve daha ileride Menteş Yarımadasında dağların üzerindeki bulutların kızıllığı, yavaş yavaş yerini koyu karanlığa bırakırken çoban yıldızı kendini göstermişti bile.

Çocukluğu geldi aklına Ahmet Bey’in. Çoban yıldızını uzun zamandır görmüyordu. Hani dört yıl olmuştu çoban yıldızını görmesi. En son Kuşadası Davutlar’da görmüştü. Daha sonraları adres değiştirme, hastalıklar, kazalar, dünya meşgalesi ve şöyle bir gönül rahatlığıyla balkona oturup güneşin batışını seyredememişti. İlk defa bugün hem güneşin batışını, hem de güneşin batar batmaz çoban yıldızının görünmesini ilk defa seyrediyordu yorgun vücuduyla.

Çocukluğunda Gemicikırı köyünde okullar tatil olunca, amcasının yanına gider ve orada amcasının hayvanlarını güderdi Ahmet Bey. Sabah ineklerin sütleri sağıldıktan sonra öküzleri de önüne katarlar, boynuna bir torba koyarlardı. Öğlen acıktığında karnını doyuracak ve akşama kadar idare edecek bir şeyler konurdu torbasına. Köyün bütün çocukları önlerindeki hayvanları ovaya indirir ve orada ortak olarak hayvanları güderlerdi. Ahmet beyin azığı çoğu zaman; domates, biber, peynir, bazen kavun, bazen karpuz olurdu. Bazen de biber, patlıcan, kabak kızartması olurdu.

Köyün gençleri Ahmet Bey’e hayvanlarının güdülmesi konusunda yardım eder, ona akıl verirlerdi. Onları can kulağıyla dinler, öğütlerine kulak verirdi. Kolay değil önünde beş inek, iki öküz vardı. Çoğu zaman yorulurdu. Yorgun düşerdi küçücük bedeni. Bazen uyuya kalırdı oturduğu yerde. Uyandığında kendi hayvanları ile birlikte köyün sürüsü uzakta olurdu. Ama onun hayvanlarını da güderdi köyün gençleri Ahmet Bey’in. Akşam olunca amcasının evinin yolunu tutardı Ahmet Bey. Hayvanlar o kadar uslu ve o kadar sakindi ki, Ahmet Bey’i hiç üzmezlerdi hayvanlar. Evin yolunu şaşırmadan evin dış avlusuna giderlerdi. O nedenle fazla da zorlanmazdı ama yine de geniş bir arazide koşmanın, koşuşturmanın yorgunluğu onu halsiz düşürür, çoğu zaman erkenden uyurdu. Bazen akşam yemeği bile yiyemezdi bitkinlikten.

Yine o çocukluğundaki ilkbahar mevsiminde hayvanların yeşile salındığı o günü asla unutamıyordu. Aslında o kadar acı anıları, şanssızlıkları vardı ki…. İnanın içerisindeki güzel anları parmakla gösterecek kadar azdı diyebilirim. Yine sabah amcası ile birlikte küçük azmak boyundaki çayıra gitmişlerdi. Amcasının çayırında yedi büyük baş hayvan yayılmaya başlamıştı. Amcası Ahmet Bey’e;

– Ben köye gidiyorum. Öğleden sonra gelirim. Akşama beraber döneriz.

– Amca, ben bu hayvanları yalnız başıma burada tutamam.

– Sen bu hayvanları burada tek başına gütmeye alışacaksın. Yalnız dikkat et. Yeşillik

daha yeni büyüyor. Hendek kısımlarında zehirli baldıranlar var. Onlardan yemesinler. Yoksa zehirlenirler. Şimdiden seni yalnız bırakayım ki, yazında bunları sen güdeceksin tek başına. Ben diğer işlerle ilgileneceğim.

– Amca, beni burada yalnız bırakma.

– Ben sonra gelirim dedim. Sen sadece hayvanların hendek içine inmelerini önle.

Hayvanlar zehirli baldıranlardan yemesinler.

– Amca, ben zehirli baldıranları nasıl ayıracağım ki?

– Sen hayvanları şu hendeğe yaklaştırma yeter. Zehirli baldıran yerlerse zehirlenirler.

Bazen geç kalınırsa ölümüne neden olabilir.

– amca, beni burada yalnız bırakma, ne olur?

– Kes. Sana bu hayvanları sen güdeceksin dedim, der ve Ahmet Bey’in ensesine iki de şaplak atar.

Ahmet Bey çaresiz, gözleri yaşlı, hayvanların başında tek başına kalır. Aslında amcasının işi yoktur. Köyün kahvesine gidecek, çayını, sigarasını içecek, dedi kodu yapacaktı. Eve hiç uğramayacaktı amcası. Akşam onun yanına gelecek, sanki bütün gün onun yanındaymış gibi eve dönecekti. Ama olan yine Ahmet Bey’e oluyordu. Akşam eve vardığında babaannesine söylese, amcasına kızacaktı babaanne ama sonraki günü de vardı bunun. Ovada yine amcası ile o kalacaktı.

Hayvanlarla yalnız kalmıştı Ahmet Bey. Aksi gibi o gün çayırda kendisine arkadaş olabilecek gibi tanıdıkta yoktu. Hendeğe öküzleri ve inekleri yaklaştırmamak için hendek boyunca aşağı yukarı koşuşturdu durdu. Bir taraftan ağlıyor, bir taraftan da hayvanlara yalvarıyordu; “ Ne olur inekler, öküzler. Allah aşkına şu zehirli otlardan yemeyin, olmaz mı?” Bir ara yorgunluktan olduğu yerde dalmıştı. Kendisi henüz dokuz yaşındaydı.

Kendine geldiğinde akşam yaklaşıyordu. Öküz ve inekler çayırda doymuş olarak ayakta geviş getirmeye başlamışlardı. Güneş yavaş yavaş ufka yaklaşıyordu. Hayvanları önüne kattı. Fakat öküzün biri neşesiz ve zor yürüyordu. Köye yaklaşırken amcası karşısına çıktı. Koşa koşa Ahmet Bey’in yanına geldi. Bir Taraftan da öküzü göstererek;

– Sen ne yaptın? Hayvanları neden dikkatli gütmedin? Bak koca öküz şişmiş. Zehirli

baldıranı yemiş hayvan.

– Amca, ben sana hepsini birden güdemem dedim. Yani öküz ölecek şimdi, değil mi?

– Ulan…. Yedi hayvanı güdemedin! Sadece başlarında duracaktın. Senin gibi bir veledin…. der ve Ahmet Bey’in ensesine iki şaplak daha yapışır.

Eve geldiler. Diğer hayvanlar dama girdiler. Ancak koca öküz avlunun ortasında ayakta durmaya devam etti. Zaten ayakta zor duruyordu. Gevişte getirmiyordu artık. Karnı davul gibi şişmişti. Amcası evin içinden elinde büyük bir bıçakla çıktı. Öküzün arka ayaklarına yakın sırt kemiğine doğru bulunan karın boşluğuna bıçağı soktu çıkardı. Bıçak çıktığında hayvanın karnından büyük bir hava çıktı. Sanki hayvan kendisine gelir gibi oldu. Hayvana bir şeyler içirdi amcası. Ancak yarım saat sonra hayvan yere yıkıldı. Avluda koşuşturmalar başladı. Hemen amcası bıçağı hayvanın gırtlağına dayadı ve koca öküzü kesti. Artık öküzün kurtuluşu mındar gitmeden onu kurtarmaktı.

Koca öküz kesilmişti. Etinin bir kısmını kıyma olarak, bir kısmını parça et olarak 3 liradan sattılar komşulara. Geri kalan kısmını da kavurulmuş kıyma ve kavurulmuş kuş başı et olarak küplere doldurdular.

Gece yarısı olmuş, herkes yatma saatine geldiğinde sofra kurulmuştu. O saate kadar Ahmet Bey, ne konuştu, ne bir şikayette bulundu. Korkudan sanki köşe bucak kaçıyor gibiydi. Akşam yemeği için sofranın çevresinde toplandı ev halkı. Tam yemeğe başlayacaklardı ki, amcası;

– Sen sofraya oturma. Koca öküz senin yüzünden öldü. Bir öküzü güdemedin. Şimdi hangi yüzle bu öküzün etinden yiyeceksin?

Baba anne devreye girdi.

– Amcası, sen Ahmet ile beraber çayırda durmadın mı?

– Ben bir ara köye geldim.

– Bacak kadar çocuğa nasıl güvenirsin yedi baş hayvanı. Şuncazın

zaten kendine hayrı yok, bu hayvanlarla nasıl baş etsin? Bu konuyu seninle artıca konuşacağız. Dur hele sen… Asıl bu hayvanın etinden yemek sana yasak olmalı.

Ancak Ahmet Bey daha sonra konuşmaları duymak istememişti. Bir taraftan birkaç yudum alıp yer sofrasından kalkmalıydı. Çünkü yemek mi onu, o mu yemeği yiyecekti hala karar verememişti. Oysaki Ahmet Bey, o gün eve biraz geç geliyordu. Eve gelirken güneşin batmaya yüz tuttuğu ufuk tarafında sonradan öğrendiği Çoban Yıldızını ilk defa görmüş ve o gün de ismini öğrenmişti. O kadar parlak bir yıldızdı ki….

Körfezde hava iyi kararmış, ortalık şehrin ışıkları ve gökyüzünde tek tük görünen yıldızların görüntülerini ıslanan yanaklarının eşliğinde izlemeye devam ediyordu. Bir taraftan radyoda “ Gökyüzünde yalnız gezen yıldır.” Şarkısını dinliyordu. Bu bir tesadüftü sanki. Bardağındaki çayını yudumladı. Artık Çoban Yıldızı da diğer yıldızların arasında kaybolup gitmişti.

İzmir/ 16.06.2009
Hüseyin DURMUŞ