Bir Kaç Damla Gözyaşı
Beklediğim cüsse bu değildi.
Onu ilk kez gördüğümde karantinaya alınmış odasındaki yatağın ortasında kırk kiloluk küçücük cüssesiyle iki büklüm olmuş vaziyette üstü açık, yüzünde acı dolu bir ifadeyle uyuyordu. Belli ki yeni bir ortamdan, yeni insanlardan yorgun düşmüştü. Sessizce üstünü beyaz çarşafla kapatıp gece boyunca bir kaç kez kontrol etmek üzere odasının kapısını aralık bırakarak yanından ayrıldım.
….
İkinci akşam tanışma anı gelmişti. Bu kez yatmamış elektrikli sürme arabasının içinde beni bekliyordu. İki kapı arasından sızan loş ışıkta bir an durup gözlemlediğimde orada tereddütlü ama dik oturuşlu bir kadın vardı. Beş metrelik mesafeden göz göze geldiğimizde çocuk gibi gülümsedi. Belli ki bir şeyler onu rahatlatmıştı.
Arkamı dönüp kenardaki karantina için kullanılan eldiven ve önlüğümü giyerek hemen yanına varıp aynı bakış hizasında olmak için bir dizimin üstüne eğildiğimde tekrar gözlerinin içine bakarak elimi uzattım. Ufacık eli elimin içinde ’ Türk’ müsün’ dedi.
Bir an dilimin kenarına gelen evet kelimesini yutup Hollandalıyım dedim. Mahcupca gülümsedi. Hayır sen yabancısın dedi bozuk şivesiyle.
Sözü hemen değiştirerek başka şeyleri araya katarak konuştuktan sonra pekala ’ sen kimsin’ dedim. -Aslında dosyasından onun Rus olduğunu vs geçmiş hastalığı ve servisimize yatış sebebini ön bilgi olarak biliyordum-
Ben Ermeniyim, Azarbeycan’da doğdum, esirgeme kurumunda yetiştim, orada Ermenistan ve Azarbeycan arasında savaş husumeti çıkınca güvenlik açısından Rusya’ya yerleştim ve ordanda buraya geldim ama kimsem yok dedi ellerini de kullanarak kendini anlatmaya çabalıyordu. Garipliği, kimsesizliği belli oluyordu zaten.
Yatağın kenarındaki masanın üstünde siyah saçlı çok güzel bir çocuk resmi çerçevelenmiş duruyordu. Türk çocuklarına benziyordu. Kim bu derken bir yandan da pijamasını giydirmeye yardım ediyordum. ’Oğlum’ dedi. İçimden sakın Türk olmasın diye bir sızı geçti. Babası Türk mü dedim. Hayır Ermeni dedi ama ayrıyız, şu an babasıyla kalıyor ve beni çok özlüyor dedi. Daha başka şeylerden konuştuktan bir süre sonra yardımımla arabasından zorlanarak kalktı ve yatağın kenarına otudu. Anlaşılma ümidiyle ’yatağa gitmek istemiyorum’ dedi. Neden dedim. Çok ağrılarım var ondan dedi. Yüzüne baktığımda onun diliyle söyleyemediği ama iç dünyasındaki kargaşayı, hayatla savaşını, insanlara güvensizliğini, itilmiş kakılmışlığını, her türlü bataklıklara sokuluğunu, yatak denilen mekanın, dünya denilen hanenin darlığını ona vermiş olduğu eziyeti, böbreklerini kaybediş mazisinin sebeplerini, görünen ve gürünmeyen yaralarını tüm çıplaklığıyla seyirdeydim adeta. Yüreğim yandıkça yandı… Sanki tanıdığım ya da bir yakınımdı. O hisler içindeydim. Onu korumak istiyordum. İçimden şimdilik ona Türk olduğumu söylememiştim ama ona bir kaç gün sonra mutlaka esas uyruğumun Türk olduğunu da söylemeliydim diye geçirdim.
Onu bir çocuk gibi söz ve hareketlerimle okşayarak yerine aldım, yarına kadar uyuması ve erkenden diyalize gitmesi dinlenmesi gerektiğini en basit kelimelerle vargücümle anlatarak odasından çıktım.
….
Adetimdir, servise geldiğimde hemşire istasyonuna uğramadan hemen mutfağın iki tarafında sağlı sollu bulunan oturma odasında kimler ayakta diye bakarım.
Gelişimi, sevinçli sesiyle elektikli arabasını yanıma doğru sürerken yine o gülen çocuk yüzü karşıladı. Hemen eliyle sağ tarafını gösterip böbrek drenlerinin temizlenmesi gerektiğini ve benim yapmamı söyledi. Ona mümkün olan en kısa zamanda yanında olacağımın sözünü verdikten sonra hemşire odasına yöneldim.
Onun yanına gitmeyi, diğer hastalarda acele ederken en sonraya bıraktım . Biliyordum ki her bakımdan daha çok zamana ihtiyacı vardı. Yine sandalyesinin üstünde uyuyordu. Gerekli bakımlarından sonra bana odanın bir kenarında bulunan çantaların içinde henüz toplanmamış eşyalarını gösterdi. Yiyecek poşetini beraber boşaltmamızı önerdi. Bozulmuş olanların çoğunu attık. Dikkatimi çekense bütün o yiyeceklerin hazır Türk yemekleri ve kahvaltılıkları olduğuydu. Nar ekşisine kadar hepsi bizimdi. Zaten bana söylenenlerse ise onun buradaki yemeği yemediği, aşağı kantine gidip bir şeyler yediğiydi. Yine biliyordum ki aslında o kantinde değil elinde ne varsa onlardan yemişti gizli gizli. Ne çok benziyordu bize. Ağlamam gelmişti. Tutmalıydım kendimi. Ve hatta ağlama derken onun yarasını temizlerken ağlaması, ay ay demesi bile başkaydı Hollandalılardan. Ve sabah 6 da erken dahi olsa benim onu yıkamamı istiyordu.
Davranışlarından bana duyduğu güvenle her bir şeyini yerleştirdikten sonra exta bir yorganı döşeğinin üstüne serip yatağına yatması gerektiğini ve yarım saat sonra gelip kontrol edeceğimi söyledim.
Gecenin içinde sakin bir zamanda diğer arkadaşların, onun davranışlarının anlaşılmazlığından doğan olumsuz yazılanlarını okuyunca yüzüme doğru alev topu gibi akan bir kaç damla düştüğünde onu daha da iyi anlıyordum.
Bende ki o bir kaç damla gözyaşı onun hayatı boyunca gözlerinden, yüreğinden akmıştı. Akmaya da devam edecekti…
 
 
 
Nezahat YILDIZ KAYA