ÂLEMLERİN SERVERİ (S.A.V.)

İnce uçlu parmağın bir sabır abidesi!
Bir başına İslâm’ın özetidir, simgesi…

Doğar doğmaz, bu parmak: ”Tektir! ” demiş, ”Allah tek! .. ”
Secdeye kapanarak; ilk örneksin, ilk örnek!

Bu parmaklar okşamış süt kokan bebeleri
Bu parmaklar sulamış binlerce cengâveri!

Bu eller, eller tutmuş, söz almış Akabe’de
Bu eller kılıç tutmuş, can almış her darbede!

Bu parmaklar uzanıp ayı bölmüş ikiye!
Bu parmaklar kazanıp dağıtmış ahaliye.

Bu avuçlar açılmış, yağmur boşanmış yere!
Nice gözler açılmış, dokununca bir kere!

Kapanmış yara bere, okşayınca bu eller
Göz nakli yapmış köre, derde deva bu eller!

Nasıl bu kadar güzel olabilir, bir insan? !
Sen seçilmiş, sen özel, bedeninden nur akan…

İri kirpikli gözler; yumuşak, sevgi dolu…
Şefkatle bakan gözler, bu bakış İslam yolu!

Bir damar uzanıyor iki kaş arasından
Yavaş yavaş akıyor içinde mübarek kan…

Dudaklarında Kur’an, yakınlık, gülümseyiş…
Dudaklarından çıkan, en anlamlı özdeyiş!

Görür görmez sevdiğim, sonsuz saygı duyduğum!
Önünde eğildiğim, yoluna baş koyduğum!

Hiç kimse bana öyle sevgiyle bakmamıştı
Konuşan gözleriyle kalbimi yakmamıştı.

Milyarlar, kadın erkek; bir kez görmek isterken
Sen bana lütfederek göründün, kimim ki ben?

Ben, kendini bilmeyen, ümmetinin hakiri
Önünü göremeyen, dini bilgi fakiri…

Sen, İslam Peygamberi, İns-ü Canın Önderi
Kâinat Efendisi, Âlemlerin Serveri! ..

Ben gafil, ben uykuda; ben günahkâr, ben asi…
Bir karanlık kuyuda ışık arayan, aksi…

Sen en merhametlisin, Merhûm’dur diğer adın
Çok ağladım; acıdın, hatamı bağışladın.

Affetmesen gülmezdi herkesten güzel yüzün
Pişmanlığım bitmezdi, yerdi beni bu hüzün!

Anlamlı bir bakışla bambaşka bir tebessüm…
Sonsuz bir anlayışla bir müjde oldu düşüm!

Yirmi yıldır beynimde, gözlerimde nakışsın
İçimdesin, kalbimde sımsıcak bir bakışsın!

Beynim çekmiş resmini, ruhuma işlemişsin
Necip Fazıl’ca beni yazmışsın, fişlemişsin.

Her ne kadar ben lâyık değilsem de Resul’üm
Lütfet, görün bir anlık, bedelse gelsin ölüm!

Onur BİLGE

BU ŞİİRİN ÖYKÜSÜ ÜÇ BÖLÜMDÜR.

1. BÖLÜM:

İLK RÜYAM

Bir şeyleri sormaya ve öğrenmeye başladığımda, beni kimin yarattığını söylemişlerdi. İdrak etmeye çalışıyordum. Herkesi O yaratmıştı. Her şeyi… Ailemde herkes O’ndan saygıyla bahsediyor, sık sık adını söylüyorlardı. Her olmuş olacak O’na bağlıydı ve düşünceler O’na varıyordu. Fakat O’nu bize tanıtandan kimse pek bahsetmiyordu. Bahsedenler de en uç noktalardan nişan alarak, can evinden vurmaya çalışıyorlardı. O nedenle Peygamber Efendimiz hakkında bilgim, yok sayılacak kadar azdı ve yaklaştırıcı değildi.

Tuhaf gelecek belki ama O’nu koyu esmer, çikolata renkli, zenciye yakın sanıyordum. Mezarının nerede olduğunu dahi bilmiyor, Mekke’de, Kâbe’nin içinde yatmakta olduğunu, hacıların da mezarı tavaf ettiklerini zannediyordum. O’ndan söz açıldığında, yakın çevremdeki bazı kişilerden, evlilikleri hakkında yalan yanlış bilgiler işitiyordum. Aklım karışıyordu.

Takvim yapraklarında, gazetelerin iç sayfalarında, sözlerine rastlıyor, okuduğumda derin anlamlı çok farklı sözler olduğu kanaatine varıyordum. O’nu, sözlerine hayran olduğum için seviyordum. Bir de… Bir de her dinlediğimde beni ağlatan Mevlit vardı.

Babam, onun şiir olduğunu söylüyordu ama içinde çok güzel bir insan, en güzel insan vardı. “Şiir, söz büyüsüdür! ” diyen için yazılmış, sihirli bir şiirdi içime işleyen, gözlerimden dakikalarca, sebebini bilmediğim yaşlar indiren.

Bir hadisin tesiri altındaydım. “Yetimin saçını okşayan, cennette bana, şu iki parmağım kadar yakın olacaktır! ” diyerek, iki parmağını göstermiş. O’na o kadar yakın olmak istiyor, yetimin saçını okşadığımda huzur duyduğumu hissediyordum.

O da yetimmiş. Tutunduğu her dal elinde kalan bir yetim… Allah’ın kendisine istediği, terbiyesini kimseye bırakmadığı, sadece O’na yönelmesini dilediği bir yetim… Yetimliği bilen, yetime yönelten… İletişimi, okşayışla başlatma yolunu seçen mükemmel insan…

Bir gece babam için ağladım. Ölürse, ibadet borcuyla giderse, diye… Ona namazı aksatmaması için yalvarmaya başladım:

“Ne olur namaz kıl, baba! Ya sen cehenneme gidersen? Ben ne yaparım! ..”

“Kızım, ben hastayım. Her zaman namaz kılamayabilirim ama Allah’ın adını dilimden düşürmem ve her işte rızasını ararım.”

Boynuna sarılıp onun için ne kadar endişelendiğimi uzun uzun anlattıktan sonra arzu ettiğim sonucu alamamanın burukluğu ve huzursuzluğu içinde odama çekildim.

O gece bir rüya gördüm. Odamda yatağım vardı sadece ve ben orada oturuyordum. Sol tarafımdaki kapıdan iki görevli, eski zaman somyaları gibi bir somya getirip odamın ortasına koydu. Ayağa kalkıp merakla sordum:

“O ne? ”

“Peygamber Efendimizin kabri…”

“İçinde ceset yok ama değil mi? Sembolik…”

Odam türbe olacaktı, ben de türbedar…

“İçinde ceset yoksa… Tamam…”

Onlar çıkıp gitti, babam geldi. Onun arkası kapıya, yönü bana dönük. Sağ tarafındayım.

“Geç karşıma! ” diyerek, beni tam karşısına aldı:

“Ne yapacağız? ”

“Okuyarak tavaf edeceğiz.”

“Avuçlarımızı açtık, başladık okumaya ve soldan sağa doğru dönmeye. Ne okuyacağım? Ne biliyorum ki ne okuyacağım? Topu topu iki sure… Üç İhlas, bir Fatiha okumak niyetindeyim. Başladım ama ikinci adımda falan ayağım bir şeye takıldı, gidemiyorum. Bir baktım ki yerde hazırlanmış, yeşil örtülü bir tabut! Aman Allah’ım! .. Ağır mı ağır! .. İçi dolu! Ölüden nefret ederim! Kim olursa olsun! O kadar yakınımda işi ne? Bıraktığım gibi o adamlara kızarak, okumadan, tavaf etmeden kapıdan çıkıp gittim! Geniş bir antremiz var. Oraya… Rüyanın tesiriyle uyandım! Uyandım ama içi dolu tabutu getirip odama koyan ve sembolik olduğunu zannettiren adamlara kızarak…

Küçüklüğümde verem salgındı. Aileler doğru dürüst beslenemiyordu. BCG aşıları yapılıyor, mikroptan çok korkuluyor, hasta ziyaretlerine ve taziyelere çocuklar götürülmüyordu. Babam öğretmen olduğu için hijyen konusundaki hassasiyetiyle bana olan düşkünlüğü birleşince aşırı korumacı olmuş, farkında olmadan bana, yıllarca üzerimden atamayacağım tiksinme duygusunu empoze etmişti.

Uyanır uyanmaz, kaçırmış olduğum fırsatın pişmanlığıyla yanmaya başladım! Bir ağlamak ki hıçkırıklarla, boğulurcasına! .. Annem babam uyanıp, ne yapacaklarını şaşırdılar! Yer yerinden oynuyor! Çıldırıyorum! ..

“Dur, sus! .. Sakin ol! Anlat! Rüya mı gördün? Hayır olsun! ..”

Neden sonra sakinleştim de anlatabildim ama yine ağlayarak ve bin pişman! .. Hem yaptığıma lanet ediyor hem “Bir daha tiksinmeyeceğim, asla! ..” diye kendimi yiyip bitiriyor hem de babama:

“Sen tavaf ettin, ben edemedim! Sen ne yaptın da tavaf edebildin? Ben neden çıkıp gittim? ” diyip duruyordum. O ise gülümsüyor:

“Yakama yapışır mısın? Sıkboğaz eder misin? Gördün mü babanı? Anlayabildin mi? İyi bir ders olsun sana, kimsenin ibadetine karışma! ” diyordu. Annem:

“Sen çok güzel bir rüya görmüşsün. Böyle rüyalar görülünce bir boy abdesti alınır ve hiç olmazsa iki rekât namaz kılınır. Çünkü tövbe edeceksin. Namaz abdesti yetmez. Haydi, bir boy abdesti al da namaz kıl bakalım! Tövbe et! Dua et! Söz ver! “Bir daha tiksinmeyeceğim! ” de. Olsun bitsin! Allah affeder.” dedi.

Yapacağım tövbenin ciddiyetini, abdestin en mükemmeliyle dengelerken, üzerimdeki perişan halin yok olmasını, negatif elektriğin suyla akıp gitmesini, ferahlamış olarak dönmemi istiyor, namazla iç huzuruna kavuşturmayı amaçlıyormuş ki anne sözü dinleyip hemen dediğini yapıp epey rahatlayınca anladım maksadını.

Bin pişman ve ezik bir halde kıldığım namazdan sonra nedametle tövbe ettim ve böyle bir rüyayı tekrar görebilmek için deliler gibi yalvarmaya başladım. Gizli değil, yüksek sesle…

Annemle babam, ağlama sesimle, neye uğradıklarını şaşırarak uyandıkları için uykuları kaçmış, beni teskin etmeden yatacak gibi değillerdi. Dua ederken, babamın:

“Rüyanın şiddetine bak! .. Sanki gerçek gibi… Kızı ne hale getirmiş! ” dediğini işittim. Acaba ne yapmıştı ki o ibadetini, özellikle namazını aksatmaması için yalvardığım insan orada kalıp Hac yapmıştı da ben yapamamış, hüsrana uğramıştım?

***

BU ŞİİRİN ÖYKÜSÜ ÜÇ BÖLÜMDÜR. 2. BÖLÜM:

KUL HAKKI

Salondaydık. Duamı bitirir bitirmez babama baktım. Annemle beraber içtenlikle: “Âmin! ” demişlerdi. Merakla soran gözlerimi gözlerinin içine diktim:

“Nasıl olur? Nasıl oldu bu? Yoksa sen… Nafile Hac sevabı alacak bir şey mi yaptın? Rüyamda hacı oldun, biliyor musun? Ama ben… Allah kahretsin! .. Allah kahretsin beni! ..”

“Öyle deme! Daha çok gençsin. Neler öğreneceksin zamanla! Böyle böyle idrakin genişleyecek. Dinin, sadece ibadetle sınırlı olmadığını anlayacaksın.”

“Fakat ibadet farz! Emir! Kesin! ..”

“Evet, farz! Farzlar da kesin emirlerdir. Bazı durumlarda devam edilemeyebilir. Borçlanılır, ödenir… Allah ile kulu arasındadır. Her şeyde olduğu gibi ibadette de niyete bakılır. Niyet, Allah rızası değilse, gösteriş ve beğenilmek içinse makbul olacağı şüphelidir. İçine riya girmiştir. Şirkin ayak sesi duyulamayacak kadar hafiftir.”

“Ya borçlar? ”

“Yaparak gururla kasılmak, kibirlenmek de o borcun ağırlığı altında ezilmek, mahvolmak da var! İçimin rahat olduğunu mu sanıyorsun? Tek tesellim, kibir belasından uzak kalabildiğimdir. Dağlar kadar ibadeti, hardal tanesi kadar kibir yok eder! Kibir, sadece Allah’a mahsustur. “Büyüklük ridam, azamet izarımdır! ” buyuruyor.”

“Onlar da ne? ”

“Rida; belden yukarı örtülen örtü… İzar; belden aşağı… Peştamal…”

“Sen ne yaptın da bu bana malum edildi? Dün ne oldu? ”

“Sadece dün değil… Her zamanki halim bu benim. Fakat dün de güzel bir şey oldu. Olmadı değil.”

“Anlatsana! Haydi, anlat! Ne oldu? ”

“Arka sokakta ayakkabıcı var ya… Arkadaş olduk, gelip geçerken selamlaşa selamlaşa. Ara sıra dükkânına uğruyor, birkaç dakika oturuyordum. Havadan sudan konuşuyorduk. Geçim sıkıntısından bahsediyordu çoğunlukla. Oğlunu evlendiriyormuş. Onun telaşı içindeydi. Bir gün sıkışmış, borç para istedi, hemen çıkarıp verdim. Ne senet ne sepet… Ne gereği var? Öder, eli bollaşınca…

Aylar geçti üzerinden. Ses seda yok. Ben de bir şey demedim. Arkadaşlığımız aynı minval üzere devam etmekte… Bu defa kızını evlendirme aşamasında…

Arada uğrayıp alışveriş yapıyorum, biraz faydam olur düşüncesiyle. Gerekli gereksiz bir şeyler alıyorum annene, sana… Biliyorsun.

Dün de her zamanki gibi uğradım ve laf arasında, Antalya’ya dönme kararı aldığımızı söyledim. Kızardı bozardı, terledi ve ellerini ovuşturarak:

“Hocam, sana borçluyum. Bir türlü ödeyemedim. Oğlanı evlendirdim, kız çıkarıyorum. Ne yapacağım, bilmiyorum! Kul hakkı! .. Bak! Burada ne kadar mal varsa, işine yarayanları al ama benden para isteme! ”

“Senden para isteyen kim? Dur, telaşlanma! ” diyerek bir kâğıt kalem çıkardım ve hesap numaramı, adresimi, telefonumu yazdım, uzattım: “Al bunu! Ödeme durumun olursa bu hesaba yatır ya da bu adrese gönder! Ödeyemezsen, ananın ak sütü gibi helal olsun! ” dedim.

Koskoca adam çocuk gibi ağlamaya başladı. Boynuma sarıldı. Sırtını sıvazladım. Beni de ağlattı.

Kayda değer bir şey olmadı, dün. Sadece o adamcağızın hassasiyeti, gözyaşları ve hayır duası…”

***

3. BÖLÜM

O RÜYAM ve HASRETLE BEKLENEN SEVGİLİ

Öyle zamanlar vardır ki ağır ağır ilerlerken, bir anda tay-i zaman tay-i mekân etmişçesine aşama yapılabilir. Belki kısa süreli de olsa, derin bir pişmanlıkla yapılan tövbe, yıllarca geceleri kaim, gündüzleri saim olarak yapılan tüm nafile ibadetlerden daha makbul ve yürekten edilen dualar kabul oluverir! Mübarek gecelerden, Muhammet Ümmetinden başka hiçbir ümmete verilmeyen Kadir Gecesi de akıl almayacak kadar gizemli ve bin aydan değerlidir. Allah’ın Rahmeti sonsuzdur. Huzuruna nedametle çıkarak af dileyen, öyle bir geceyi ihya eden kadar asla kârlı olamaz ama yine de eli boş dönmez, uygun bir şekilde ödüllendirilir.

O geceki sıkıntım, derin pişmanlığım epey devam etti. İçimde bir umut vardı, Allah’ın beni affettiğine dair bir zan… “Kulumun zannı üzereyim! ” demiyor muydu? Duam kabul olmuş olabilirdi. Bir kere daha benzer bir düş görebilir, denenebilirdim. Ödüllendirilebilirdim belki de! Hak etmesem de Fazlından… Ben, bana düşeni yapmalı, verdiğim sözü tutmaya çalışmalı, gerisini Allah’a havale etmeliydim. Zaten başka yapılacak bir şey de yoktu.

Herkes maddeye dayanmayan ibadetleri, Allah rızası için veya gösteriş kabilinden yapıyordu yapmasına da iş paraya geldi mi eller cebe girmiyordu. Kolay mı zekâtı vermek? Sadakayı vermek kolay mı? Alacaktan vazgeçmek, her babayiğidin harcı mı?

“Camiye gidiyor.” ya da “Hacı…” desinler diye görevlerini yerine getirenler, yetimin saçını okşamaya yani onun ihtiyaçlarını gidermeye yanaşmıyorlardı. Oysa Allah, şart kıldığı ibadetlerde kullarını, bedenen olduğu kadar parasal olarak da denemekteydi. Sahabe, sahip olduğu bir avuç hurmayı tasadduk ederek yücelmişti. Gelir eşitliğinin sağlanması için gereken zekât, sadaka ve bağış şeklinde yapılan yardımlaşma, İslam’ının temel ilkelerinden olan sosyal adaletin işlemesi için son derece önemliydi.

Para sayıyorduk bankalarda. Hesap bir kuruş tutmasa, gece yarılarına kadar çıkamıyor, o bir kuruşu arıyorduk. Dünya, madde dünyasıydı. Ya manevi dünya? Ya oradaki hesaplar? Varlıklı olandaki yoksulun hakkı? Neticede kul hakkı…

İslamiyet’i sadece bedenen yapılan ibadetlerle sınırlı değil, daha kapsamlı düşünmeye başladığım, ekonomik düşüncemi mikro boyuttan makro boyuta geçmeyi başardığım günlerdi. Baba evinin rahatlığıyla henüz geçim derdinden habersiz oluşum, bu oluşumu geciktirmişti.

Bir gece O’nu gördüm. Odama getirilen somyanın benzeri bir yerde, Mübarek Başı yüksekçe bir yastığa dayalı halde ölü gibi yatıyordu. Aramızda, ancak bir karışlık mesafe vardı. Bembeyaz bir kefen içindeydi, ölüydü. Evet, ölüydü ama asla kaçmamalıydım! Hem O, o kadar tarifi imkânsız bir güzellik ve letafete sahipti ki en küçük bir ürküntü vermediği gibi tövbe ettiğim istenmeyen nahoş duyguları değil, aksine; temizlik, berraklık, arılık duruluk yansıtarak son derece çekiciliği ile tam anlamıyla aşırı bir saygı ve sevgi uyandırıyordu. Rahatsızlık duymak ne demek? Hayranlıkla seyrediyordum. Ölü müydü gerçekten? Bana hiç öyle gelmiyordu. Ölü taklidi mi yapıyordu yoksa? Yine kaçar gider miyim diye beni mi deniyordu? Şaka mı yapıyordu? Bu kadar canlı bir ceset olabilir miydi? Bu kadar güzel…

Sol tarafındaydım. Aramızda, yatmakta olduğu yatağın çevresini dolanan, iki santim genişliğinde, yassı, siyah boyalı ve biraz tozlanmış demiri vardı. Elleri açıkta, göbek üzerinde, sağ eli üste gelecek şekilde birleştirilmişti. İşaret parmağı dikkat çekiciydi. Bütün parmakları kalınca, uzun, uca doğru incelen, çok ama çok zarifti. Tırnakları sedef gibi ve yaratılıştan uzundu.

Ellerini koyduğu yerin sol tarafında, el kadar bir açıklık vardı ve teni görünüyordu. O açıklığa anlam verememiştim. Başı, yüzü açıkta kalacak şekilde örtülüydü. O hasretiyle yanmakta olduğum siması karşımdaydı ve sima nurdu. Uyuyor gibi gözleri kapalıydı.

Ölü olduğuna inanamıyor, sözümde durduğum, kaçmadığım ve O’na bu kadar yaklaşmakla şereflendirildiğim için seviniyordum. Önce hürmet, akabinde sevgi uyandırmıştı. Önümdeydi. Hemen karşımda…

Kaşları simsiyah değil ama siyah ve yay gibi geliyor, şakaklara doğru hafifçe kavisleniyordu. Burnu birazcık iri, çok değil, yüzüne uyumlu; üst tarafı hafifçe kemerliydi. Ten rengi açık, beyaza yakın buğdaysı, kumral denebilir; dudakları pembemsi, harika kıvrımlara sahip, üst dudağı, alt dudağına oranla bir milim kadar kalıncaydı.

Yavaşça bana doğru dönerek: “Sen beni ölü mü sandın? Benden mi kaçtın? Bak sen! Sen beni bilmiyor olabilirsin ama ben seni biliyor ve seviyorum.” dercesine gülümseyerek, yavaşça kirpiklerini kaldırdı, gözlerime anlamlı anlamlı baktı. Gözleri, o zamana kadar ve o zamandan sonrada hiç kimsede görmediğim, görmeden hayal bile edilemeyecek güzellik ve parlaklıkta, iri, badem gibi olup akı fazla, karası ışıklı; uzun, gür ve hafif kıvrık kirpiklerle çevriliydi. Bakışı, akıldan çıkacak gibi değil, can alıcıydı! İletişim kuruşu, tek kelimeyle muhteşemdi! Nazar ettiği kişinin ondan kopması imkânsızdı! Ben de gülümsedim.

Sağdaki daha belirgin olmak üzere gözlerinin içine sürme çekilmişti. Hayretle baktım. Peygamberler gözlerini boyarlar mıydı?

O anda elini öpmek istedim. Sonra kalbini ve yanağını… Öyle heybetliydi ki yaklaşmak, dokunmak ne mümkün! .. Fakat karşı konulmaz bir istek vardı içimde, O’nu bu saydığım üç yerinden öpmek için. Dokunmadan öperdim ben de… Tozlu siyah demirden… Tozuna aldırmadan… Öyle yaptım. Saygıyla eğildim, ellerinin hizasından demiri öptüm, elini öpercesine. Sonra tam kalbinin ve yanağının hizasından… Demirde dudak izlerim, beynimde şahane görüntüsü kaldı. Hem de ne kalış! .. Şu anda bile tüm canlılığıyla karşımda…

Kibir mi? Yok… Anlayamadığım şeyler vardı aklımda. Doluya koysam almıyor, boşa koysam dolmuyordu. Peygamberimiz Arap’tı. O ırkın ten rengi koyuydu. Gördüğüm zat kumraldı. Teninin parlaklığıyla beyaza yakındı. Gözleri sürmeliydi.

Bir gün, bembeyaz sakallı birisine anlattım rüyamı kısaca. Sonra da:

“O mu değil mi? O olsaydı, esmer olurdu, değil mi? Başka birini mi gördüm acaba? Bana O’nun Peygamber Efendimiz olduğu malum oldu halbuki…” dedim.

“Sus, kimseye söyleme! Böyle rüyalar kimseye anlatılmaz. Bir daha göremezsin sonra! ” dedi.

“Sol yanı neden açıktı? Birisini giydirmem falan mı isteniyor? ”

“Allah bilir. Bilmem ki kızım! ”

Aradan yıllar geçti. Eşkali aynen hatırımdaydı ama bahsettiğim nedenle kesin emin değildim O olduğundan. Bir Siyer kitabı okudum. Okurken halden hale geçtim! Aynen gördüğüm gibi tasvir ediliyordu. O’nu görmüş olduğuma o zaman kesin olarak inandım.

Yine seneler sonra Kemer’de tanıştığım Antalya’da, Muratpaşa Camisi’nde müezzinlik yapan birisine anlattım. Sürmeyi ve sol tarafındaki açıklığın ne anlama geldiğini sordum. Dedi ki:

“O’nu gördüğünü söyleyen, O’nu görmüştür. O’nu gören, mutlaka görecektir. Sağ gözüne iki, sol gözüne bir defa sürme çekermiş. Göz hastalıkları salgınmış. Gözlerini, aşırı güneş ışığından ve kum fırtınasından öyle korurlarmış. Metal tozundan elde edilen gri renkli sürmenin, geceleri sürülüp yatıldığında, bir süre sonra gözdeki ‘katarakt’ denilen perdeyi erittiği, görüşü netleştirdiği kesinleşmiş. O’nda kusur olmaz. O’nda gördüğün kusur, senin kusurundur.”

“Örtünmem mi gerekiyor? ”

“Bilemem. Onu sen bilirsin. Allah’ın emri nasılsa, rızası nerdeyse öyle yap.”

***

Onur BİLGE
www.kafiye.net