Hilmi Yavuz’un Dizelerinden Bir Şeyh Bedreddin Geçti

Horasan erenleri gezdiler dünya üzerinde; Yesi arifleri, Anadolu dervişleri… Hoca Ahmet Yeseviler, Niyazi-i Mısriler, Mevlana-yı Rumiler, Tebrizli Şemsler gelip geçtiler insan neslinin gönül erleri olarak… Yunus Emreler, Kaygusuz Abdallar, Hacı Bektaş-ı Veliler, Âşık Veyseller, Mahsuni Şerifler, Pir Sultan Abdallar… En çok kendi nefisleriyle cenk eyledi onlar, sonra da kötülükten, karanlıktan, zulümden yana ne varsa onla… Cenkleri bile sulhe çalardı bu gönül erlerinin. ‘İncinsen de incitme’düsturu üzerine kurulmuş bir cengin rengi elbette sulhe çalacaktı.

Hem maddeler âlemimizden hem de mana iklimimizden; bu erenler, bu dervişler, bu garipler, bu abdallar geçtiler ya… Kalplerimizde, canlarımızda izleri kaldı her birinin. Elbette şiirimize de yansıdı bu iz. Onlardan sonra yaşayan hemen her şairimiz –kimi az kimi çok- onların hoş nefeslerini yüreğinde hissetti. Güzeller güzeli bakışlarını dizelerine yansıttı.

‘Sırra vakıf olmak’ ve ölmeden önce ‘terk-i dünya eyleyebilmek’ oldukça zor bir hâldir. ‘Hamdım, piştim, yandım’ diyenler erebilirler ancak bu zor hâle… Bakmayın siz bizlerin her fırsatta dünyanın faniliğinden dem vurmamıza. Çoğumuz ‘hem ağlarım hem giderim’ diyen gelinlere benzeriz bu bahiste. Fenayı görebilsek de, faniliğin varlığını hissedebilsek de ondan hicret edemeyiz. Gelip geçiciliği şüphe götürmeyen bir dünyada kalp kırmaya, hiçbir canı ezmeye lüzum yok, diye haykıranlara kulak versek azıcık, ne olur.

Dizelere hükmü geçen bir ‘söz ehli’, bir şair olarak Hilmi Yavuz; Horasan erenlerinin, Anadolu dervişlerinin ortak lisanı olan ‘tasavvufi gelenek’ten önemli oranda etkilenmiştir. Onların gönülden haykırışlarına kulak vermiştir. ‘Yunus yana yana yürüdüydü /mevlana döne döne / bense kana kana yürüdüydüm’ diyen şair Yunus’un ilahi aşk ateşiyle yana yana, Mevlana’nın kâinatın raksına telmihle döne döne yürüyüşünün kendi gönül havuzundaki yansımasından dem vurur. O da bu sırlı yolda ‘kana kana’ yürümektedir. Yaralı bir insanın kanını dökerek yürüyüşü müdür bu? Yoksa Yunus ile Mevlana’nın da ‘nuş ettikleri’ aşk şarabından içerek ve gönlündeki yangını bu şarapla dindirerek yürüyüşü müdür? Her iki ihtimal de pek yakın gerçeğe…

‘Davete icabet’ müminin en önemli vasfıdır. Hangi davete icabet etmeliyiz? Bu elbette ki çok önemli… Kurtuluş, çarmıhtaki İsa’ya son kez ‘ikrarından dön’ diye seslenen davete değil; iyiye, güzele ve Hakk’a yönelik olan davete icabet etmekte gizlidir. Hilmi Yavuz, ‘ bir tulum şarabı bala çeviren’ İznikli Eşrefoğlu Rumi’ye hitaben yazdığı bir şiirde şunları söylüyor: ‘eşrefoğlu, al haberi / zamanın oğlu! senden beri / duy, gülün tesbih sesini / kim derse ki: ‘davete icabet gerek, haklıdır / bir daha, bir daha / yoksa aşklar var mıdır / göklerin külrengi kuşunda / o bâz ül eşheb bakışında / züleyha’ Kâinata değer bir gül kokusu yayılır kutsal topraklardan. Bu kokuyu alanlar, Malikü’l Mülk’ü tesbih edişin sesini de işitirler. Hem gülün kendisi, hem de gülün tesbih sesini işitip onun davetine icabet edenler zamanın ebedi varisleridir. Hilmi Yavuz sufi bir şairi, Eşrefoğlu Rumi’yi bu kutlu kişilerden sayar. Aslında bizlerin dünya sürgünümüze dair kâr ve zarar hesabımızın temelinde de ‘davete icabet’ fikri yatar. Yukarıdaki dizelerde Züleyha’nın ve onun Yusuf’a yönelik davetinin hatırlatılması da boşuna olmasa gerek.

Hilmi Yavuz’un ‘Şarap, Tasavvuf ve Yeni Fetvacılar’ başlıklı yazısındaki şu sözlerine dikkat ediniz:‘Tasavvuf sembolizminin ‘caiz’ olup olmadığı konusunda bir fetva var mıdır, doğrusu bilmiyorum. Ama yüzlerce yıllık bir tasavvuf edebiyatının şarap ve meyhane sembolizminin, bugün, kendilerini her nasılsa, Bab-ı Meşihat (Şeyhülislamlık) makamında görenler tarafından ‘caiz değildir’ diye fetvalandırılmasını, açıkça söylemek gerekirse, fevkalade talihsiz buluyorum. Ne yapalım yani? ‘Mey’den, ‘Aşk şarabı’ndan, ‘meyhane’den, ‘saki’den, ‘pir-i mugan’dan söz ediyor diye, Yunus’tan, Mevlânâ’dan, Niyazi-i Mısri’den, Şeyhülislam Yahya’dan, bütün bir Tasavvuf edebiyatından vaz mı geçelim, yasaklayalım mı? Kadızadeli mantığının bugün de geçerli olduğunu görmek, hem talihsiz hem hazin!’

Bağnaz kişi odur ki Kasım Molla misali her fırsatta ilahi aşkı reddetmeye çalışır. Fakat unutmamız gereken bir hakikat var: Korkan kaçar, seven yaklaşır. Korku ve ümit koyun koyuna olmalı bizlerin yüreğinde yine de. Biri diğerine galip gelirse bütün dengelerimiz alt üst olur. Aklımızdan çıkarmamalıyız ebedi ve ezeli olan ‘hafv ve reca denge’sini. Bununla birlikte Tasavvuf ehli, Peygamber Efendimiz’in ‘Kolaylaştırınız zorlaştırmayınız, sevdiriniz nefret ettirmeyiniz’tavsiyesinden yola çıkarak Allah aşkını ön plana almaya çalışmıştır. ‘Yûnus’ta gövertip Çalab’ı’diyen Hilmi Yavuz gönül atına binip Dost’a varmayı hedef edinen ehli aşka yani sufilere şiirlerinde sahip çıkar. Onlar için ‘bahçesi hüzündü onların’ der. ‘Günleri aşkla karmayı’ salık verir sonra da… Günleri aşkla karanlar daima kârdadır elbet.

Tasavvuf düşüncesi, İslam düşünce tarihinde gelişen yenilikçi ve devrimci kabul edilebilecek bir dünya görüşüdür. Tasavvuf ehli olanlar bağnaz görüşe aykırı duruşlarıyla devirlerinde şimşekleri üzerlerine çekmişlerdir. İşte Hallacı Mansur’un başına gelenler, işte Nesimi’nin yaşadıkları, işte Şemsi Tebrizi’nin gizlice katli… İşte Pir Sultan’ın Sivas illerinde, Şeyh Bedreddin’in Serez’in esnaf çarşısında dara düşürülmesi… Onların katledilişleri karanlık nedenlere bağlı olsa da akılların ve kalplerin ışımasına neden olmuştur çağlar boyunca. Şairler bu kötü hadiselerin ardından destanlar, ağıtlar kaleme almışlardır. Dizelerinde dünyaya garip gelip garip gidenleri sıkça anmışlardır.

Hilmi Yavuz’un tasavvufa olan yatkınlığı meselesinde Şeyh Bedreddin üzerine yazdığı şiirler oldukça önemli oranda dikkatleri çeker. Hilmi Yavuz söze önem veren fakat aynı zamanda da düşünce ağırlıklı bir şairdir. Şiir ve düşünce yolculuğunda böylesine güçlü bir karaktere rastlaması ve ona yakınlık duyması Hilmi Yavuz için kader hükmünde bir sonuçtur. Ondaki Şeyh Bedreddin’e olan ilgi, kaynağını iki önemli sebepten alır. Bunlardan birincisi ve en önemlisi Şeyh Bedreddin’in sufi yanıdır. Diğeri ise bu gönül erinin dünyaya ezilenlerin penceresinden bakmasıdır. Şeyh Bedreddin, öte âlemlerin yanı sıra –belki de zaman zaman daha fazla- faniliğinden emin olsa bile maddi dünyayla da ilgilenir, zalimi bol olan bu kirliler kirlisi mekânı değiştirme kaygısına düşer.

Şeyh Bedreddin insanın ruh dünyasına sefer etmekle kalmamış, bu muhteşem dünyadan yola çıkarak maddi âlemi şekillendirmeye ve onu yeniden kurmaya çabalamıştır. Dini duygularla insanları sömürmeye çalışanlara inat gerçekleştirilen bir eylemdir hakikatte bu. Hilmi Yavuz’u ve başka birçok sanatçıyı Bedreddin’e saygı duymaya iten neden kuşkusuz onun gönüllerin imarının yanı sıra eyleme geçmeye cesareti olan tavrı ve tarzıdır. Bedreddin derviştir fakat miskin değildir. Nâzım Hikmet’in ‘Şeyh Bedrettin Destanı’ da onun aksiyon yönünden, sosyal adaleti temin etme niyetinden yola çıkar. Nazım Hikmet, Şeyh Bedreddin destanını şöyle bitirir: ‘Yağmur çiseliyor / korkarak yavaş sesle / bir ihanet konuşması gibi / Yağmur çiseliyor / beyaz ve çıplak mürted ayaklarının / ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi / Yağmur çiseliyor / Serezin esnaf çarsısında / bir bakırcı dükkânının karsısında Bedreddinim bir ağaca asılı / Yağmur çiseliyor / Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir / Ve yağmurda ıslanan / yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin çırılçıplak etidir / Yağmur çiseliyor/ Serez çarsısı dilsiz, Serez çarşısı kör / Havada konuşmamanın/ görmemenin kahrolası hüznü / Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü. Yağmur çiseliyor.’ Şeyh Bedreddin’in öyküsü ona hüzün verir. Nazım’ın da yüreğinde hissettiği bu hüzündür Hilmi Yavuz’un bize yakıştırdığı his.

Ülkemizde değişmeyen bir durum var. Hiçbir olay ya da kişi objektif olarak ele alınamaz bu rengârenk ülkede. Hâlbuki pozitif bilimlerde kolayca uygulanabilen ‘tarafsızlık ilkesi’ sosyal bilim dallarında da uygulanabilse daha sağlam gerçeklere ulaşabilirdik. Siyasi kaygılardan uzakta kalabilseydik Hacı Bektaşı Veli, Şeyh Bedreddin, Pir Sultan Abdal gibi halkın gönlünde taht kurmuş gönül erlerini daha iyi anlayabilir ve anlatabilirdik. Bedreddin tıpkı Yunus gibi Mevlana gibi ya da Hacı Bektaş gibi sevgiyi yola çıkış noktası alır kendisine. İnsanın ancak severek bütün kötülüklerden kurtulacağını, yüceleceğini ve Hakk’ın divanına ereceğini savunur. Eşitlik ve kardeşlik düşüncesini hep ön planda tutar. Bu yönüyle döneminin komünar önderlerindendir, onun aksiyona yönelik karakteri kuşaklar boyunca birçok şairi kendine çeker. Nazım Hikmet’in ve Hilmi Yavuz’un farklı zamanlarda ve farklı yönlerden de olsa ona ilgi duymaları oldukça doğal bir sonuçtur bu anlamda.

Hilmi Yavuz’un ‘Bedreddin olayı’na bakışında tasavvufi öğelere önem vermesi elbette ki Nazım’dan ayrılan yönüdür. Onun şiirinde Bedreddin, tasavvuf yoluyla belli bir kimliğe bürünmüştür. Nazım Hikmet’in aksine Bedrettin’in eylemi değildir, Hilmi Yavuz için asıl önemli olan, tasavvufî karakteridir. Nâzım Hikmet sol ve sosyalist pencereden Bedreddin’e bakar. Hilmi Yavuz ise onun bu siyasi bakış açısına alternatif getirme çabasındadır. Şeyh Bedreddin’in destansı hayatını şiire taşımakla hem düşünce tarihimize bir yolculuk gerçekleştirir Hilmi Yavuz hem de şiirsel bir yolla Şeyh’in hayatına tasavvufi bir meşruluk getirir. Zira Şeyh Bedreddin sosyalist ideolojiye yakın söylemlerine rağmen her şeyden önce bir sufidir. Onun dünyayı hakça paylaşma çabasının kökeninde bile bütün dünyanın hangi dilden, hangi dinden, hangi ırktan oluşu önemli olmadan insanların ortak yurdu olduğu fikri yatar.

Şairlerden vatan haini çıkmaz, bununla birlikte radikal düşüncelere mensup birçok kişi çıkar onların aralarından. Ezen, ezilen, zulmeden, zülüm gören kavramlarının dünya üzerinden silinmesinin hayalini kurmuş; sömürüye karşı tavır geliştirmiştir birçoğu. Sömürü ve kölelik insanlık tarihi kadar kadimdir. Oysa bilinir ki, köle kadar efendi de mutsuzdur kendi iç dünyasında. Mazlum kadar zalim de güçsüzdür. Zulmü ortadan kaldırabilmek ancak güç dengesinin adil bir şekilde düzenlenmesiyle gerçekleştirilebilir. Şeyh Bedreddin’in ve onun talebeleri olan Börklüce Mustafa’nın, Torlak Hu Kemal’in Anadolu’da başlattıkları fakat başarısızlıkla son bulan eylemin ruhu bu dengeyi temin etmeye yöneliktir. Onlar eşitlikçi bir gözle çevrelerini düzenlemeye çalışmışlardır. Elbette ki bu eşitlikçi bakış Anadolu mayasının biz olabilme, yetmiş iki millete bir gözle bakabilme düsturunun bir yansımasıdır.

Şeyh Bedreddin’in tasavvuf görüşü mealen şöyledir: ‘İbadet etmekten amaç, gönüllerin Allah’a yönelmesi ve kapılmasıdır. Kişi ibadetlerinde her şeyden önce öze önem vermelidir. Görünürde yapılan ibadet kulun kurtuluşuna sebep olamaz. İnsanların bir kısmı başka insanlara kul olmuş vaziyettedir, bir kısmı gümüş ve altına veya büyüklüğe, ihtişama, bir kısmı da yenilecek ve içilecek şeylere tapıyorlar. Bunlar kendilerinin Allah’a ibadet etmekte olduklarını sanıyorlar. Hakk’ı isteyen kişi hastaya, kemal ise sağlığa benzer. Cehalet bir hastalıktır, mürşid ise usta bir hekim gibidir. ‘Kamil insan’ hem olgundur, hem mazhardır. Cenab-ı Hak ilim, kudret, işitme, görme, istek ve dilek ve emsali isimlerine mazhar olmak üzere melekleri değil insanı yaratmıştır. İnsanın asıl şerefi de o ilahi isimlere mazhar olabilmesidir. Ondan başka canlı ve cansız hiçbir mahluk böyle bir özellik göstermez. Ben Allah’ım (Enel Hak), denilebilir mi? Mademki bütün âlem Hakk’ın suretinden ibarettir. O halde her kim ve hangi şey ‘Ben O’yum’ dese, yalan söylemiş olmaz. Çünkü buradaki (Ben) sözcüğü âlemin bir parçası olan şahsa değil, âlem suretinin gerçek sahibi bulunan Hakka işarettir… İnsan her yönüyle âlemin özeti niteliğindedir. Resulü Ekrem’in sözü uyarınca ‘Ölmezden önce ölmek’ dünyanın zevklerinden ve hayvani hırs ve şehvetlerden sakınmaktır. Onu yapabilen insan, Şüphesiz ki, hakiki varlık ile birleşir. Ve sonsuz hayat ile diri olur. Ancak insanlar dünyanın bin bir türlü çekici ve aldatıcı zevkinden, çeşit çeşit yakıcı hırslarından ayrılmadıkları için buna gönül vermezler. Ölmezden önce ölmenin bir anlamı da Allah’ın ahlakı ile bezenmektir. O aşamaya ulaşmış bir insan için hakikatte ölmek yoktur. Görünüşte ölse dahi, güzel sıfatları her zaman anılacağından gerçekte ölmemiş sayılır. Kendi benliğini ortadan kaldırıp Tanrı’dan başka hiçbir şey mevcut görmemek, Allah yolunda yok ve onunla birlikte var olmak da önceden ölmektir. Kendisinin ayrı bir şahsiyeti olmayıp hak kaynaklarından bir pınar olduğunu bilen ve ikilikten sıyrılarak Hak’la bitişiveren bir kimse daima diridir. Çünkü onun gözünde ancak bir varlık kalmıştır. Bu varlığın yokluk ile sıfatlanması ise imkânsızdır. Sofi, geçmişi düşünüp eseflenmediği gibi, geleceği de asla göz önüne getirmez. Bütün zamanını yönelime, içini temizlemeye ve haline uygun şeyler düşünmeye harcar. Sofi, tek yol tutmaz. Onun için hepsi birdir. Her zaman Hakk’a uyar. Hak’tan başka hiçbir şeye bakmaz. Bazen gönül hoşluğu için halk ile uğraşırsa da, gerek o sırada, gerek diğer zamanlarda hep Hak ile meşgul olur. Kısacası, Sofi zaman adamıdır.’ Tam da burada Hilmi Yavuz’un Eşrefoğlu’na ‘zamanın oğlu’ deyişini hatırlayalım. Mevlana’nın ‘Bu da geçer ya Hu’ sözünü işitip uyanlar zamanın hükmünden çıkıp onun oğulları ya da kızları olacaklardır elbette. Sufilik yolunda yürüyenlerin bu tarzda bazı bazı karşılaşmaları ne hoş.

Şeyh Bedreddin hareketi, Osmanlının Fetret döneminde Anadolu’da var olan sosyo ekonomik bunalımın bir sonucu niteliğinde ortaya çıkmıştır. Timur ordusunun Anadolu’yu tahrip etmesi sonrası oluşan iç çekişmeler ve fetihlerin durmasından kaynaklanan ekonomik buhran Anadolu halkını zor durumda bırakmıştır. Yoğun İşsizlik, akınların durmasının yol açtığı ekonomik sıkıntı ve nüfus baskısı Bedreddin hareketinin başlıca sebepleri olarak değerlendirilebilir. Şeyh’in ve talebelerinin savunduğu görüşler bu sosyal ve kültürel ortama uygun olarak şekillenmiştir. ‘Yarin yanağından gayrısının ortak olması’, evrensel bir bakış açısıyla millet ve din farklılıklarının reddedilmesi gibi görüşler sosyalist görüşün çağlar öncesindeki bir resmi geçidi niteliğindedir. Bu özellikler aslında İslam tasavvufunun genel geçer söylemleriydi her zaman. Irk, renk, dil hatta din farklılıklarından doğan kıyımlara bir karşı duruştu. Oysa hiçbir devirde çıkar sahipleri bu söylemlerin yayılmasına izin vermedi, kendilerine karşı çıkanları da kanlı müdahalelerle durdurdu. Eşitlikten, sevgiden ve insani özellikten yola çıkan şairlerin Bedreddin gibi halk önderlerine ilgi duyma nedenleri de bu bakış açısıdır.

Her şair sıradan söz’e karşı duran yönüyle bir parça Bedreddin’dir. ‘Ben de halümce Bedreddinem’diyerek söze başlar Hilmi Yavuz, ‘Bedreddin Üzerine Şiirler’ adlı destansı uzunluktaki ve söyleyişteki şiirine. ‘Gizli abdal diliyle sevda’dan, hepimize anayurt olan ölümden, Bedreddin’in solgun ölüm fermanından söz eder. Serez’in esnaf çarşısında halka ibret olsun diye üryan idam edilen Şeyh’e seslenir ve ona: ‘sen ey yaz günlerini / top top ak çuhaya tebdil eyleyip / ve bir solgun gülümseme olarak / eğnine giyen şaman / buyur otur / şeyhim / samanyollarının ılık sedirine uzan /uzun, görklü ve sof / yüzünü bizden yana döndür / bize buğdayın ateşini / gözlerin timârını / ve hüznün vâridâtını anlat’ der. Varidat, Şeyh Bedreddin’in en önemli eseridir. Bu eserde Bedreddin tasavvufa, insana, Allah’a dair görüşlerini beyan etmektedir. Hilmi Yavuz, yaz günleriyle özdeşleştirdiği, yüzündeki solgun gülümseyişi hayal ettiği bu Anadolu bilgesinden gözlerimizi nasıl tımar edeceğimizi ve soyut bir kavram olan hüznü anlatmasını ister.

‘Sen ki öldüğü yere / bir kök sümbül bırakır gibi / usulca sevdalar bırakan / ovaların ve kartalların musahibi / ne zaman diye sorma, ne zaman / yaprağın fetreti gülün kıyâmına / gülün kıyâmı ağacın isyanına / dönerse işte o zaman / mübalâğa aksam olur/ güz, neftî dolaklarını çıkarır da gelir / elini elimize dokundurmadan’ dizeleriyle kemale erer şairin Bedreddin’e dair hissiyatı. Çoğu insan bir iz dahi bırakamadan ayrılır dünyadan. Fakat Bedreddin öldüğü yerin toprağına ‘köklü bir sümbül’ bırakır gibi usulca bırakır sevdasını. Ne zaman bu sevdalar sümbül kokularıyla mevcelenecektir? ‘Yaprağın fetreti gülün kıyamına’, ‘gülün kıyamı ağacın isyanına’tebdil edince… Gül de sümbül de güzel kokulu, hoş endamlı birer çiçektir. Hak, bu güzel sembollerle tecelli eder âşıkların gönüllerinde. Masum bir çocuğun, bir gönül sultanının türbesinde onun kokusunu almasındaki sır da bu hoş sembollerde gizlidir.

Bedreddin’e ağıt niteliğindeki şu dizelerde onun bilgeliğini ve cesaretini şöylece över Hilmi Yavuz.‘yelkenler mutasavvıf / ve boynu büküktüler / ve bedreddin büyük fırtınalarla /uğuldayan kaftanı giydi / ve işte kırmızı ve sahtiyan /bir kuşak gibi / duyuyor tanyerini etinde / ilkyaz, koynumuzda bir resimdi / o isyân ki kana kana rumeli / ve yıkık bir ayazma suretinde / onda belirdi.’ Büyük davalar için mücadele eden insanların ölümleri de bir başka manalıydı ona göre: ‘ölümün bir toy gibi kurulduğunu / hiç görmemişiz hayli zamandır’ demesi bundandır.

Börklüce Mustafa’yı, Torlak Kemal’i de unutmaz Hilmi Yavuz Şeyh Bedreddin’in bahsi geçince. Bu iki kişi Şeyh’in iki müridi, iki sadık öğrencisidir. Bunlardan biri Aydın’da, diğeri Manisa’da çıkardıkları halk isyanları başarısız olunca asılarak öldürülmüşlerdir. ‘Yetiş Dede Sultan’ nidalarına rağmen Aydın’da çarmıha gerilen Börklüce Mustafa ‘yarin yanağından gayri paylaşmak her şeyi’öğretisiyle yola koyulmuştur. Maddeten akıbeti darda olsa da onu sevgiyle ve saygıyla ananlar mevcut hâlâ Anadolu’da. Börklüce’yi, ‘börklüce mustafa, yonca / ve hançerlerin pîri ölümü masmavi bir hamayıl / gibi boynunda taşıyıp / gözleriyle bir acıya kalebent / olmanın korkunç şiiri’ diye tanımlayan şair, ‘biz ki sevdamızı, alaca / kıl bir heybe gibi sunduk / aba terlikle denizi yürüyenlere /şavkımız dağlara vurunca’ diye teselli eder. Torlak Kemal için ise: ‘sen ey böğürtlenlerin / ve umutsuzluğun mülkü / ve bir hüzünden huruc eder / gibi kalın bir türkü / ile dağları düz eden abdal / Ellerin ovalara üzengi / denizin tuğu, ağacın börkü / ve dahi ölümü bir yılkı / gibi bırakıp gidensin / torlak kemal’ betimlemesinde bulunur.

Musa Çelebi Osmanlıdaki taht kavgasında Bedreddin’in yanında olduğu şehzadeydi. Onun yenilgisi Bedreddin’in de trajik sonunun başlangıcı olmuştu. Hilmi Yavuz Musa Çelebi’den şu dizelerle bahseder: ‘musa çelebi / devlet solgundu / güya ki yaprağın biri / düşmüş de, ağaç / kökünden sarsılmış gibi / elmalar akikti, üzümler canfes / ve ölümü bir hasbahçe belleyip / musa çelebi / nicedir sırmalı bir düşü /yağlı bir kemend gibi / boynuna dolamış’

Birinci Memed, Bedreddin’in kaltline ferman kılan sultan… O kadar korkuyordu ki Bedreddin’den; ölümüne ferman kılarken de titredi, ölümünden sonra da. Bu Anadolu ereninin ölümüne uzun süre inanamadı. ‘bedreddin yaşıyor mu hâlâ? / ben ki yazmalara ve bala / hükmedendim; ihaneti gül diye / resmedendim; denizin gönderine ölümü / çektirendim ben, lala / bedreddin yaşıyor mu hâlâ?’ diye feveran eyledi. Tam da sorduğu gibi Birinci Memed öldü de bir zaman sonra, belki de Bedreddin hiç ölmedi. Peki, bu şehzade neden korkuyordu Bedreddin’den? İşte bu sorunun Hilmi Yavuzca cevabı: ‘dersin ki onu, mülhidlerini / ormandan ayırmak olası değil / boynu lâleden geçilmez / saçları taflandır ve çağla / ve alnı ak ketende yaban çileği / gibi dağılan onlardı, lala / bedreddin yaşıyor mu hâlâ?’ Yüreği ezilmiş olmalı Bedreddin’e ve talebelerine kıyıldıktan sonra Şehzade Memed’in… ‘kuşlarla akan ipeği / göllerde uçan çiniyi / ve sevdayı, umarsız kına çiçeği / gibi bölüşen onlardı, lala / bedreddin yaşıyor hâlâ’ İçimizdeki ses ‘her şeyi sahiplen’ derken ona inat bölüşebilmektir oysa en insan yanımız. Ve melekleri kıskandıran yeteneğimiz.

Beyazıd Paşa, muazzam ordusuyla Bedreddin’in ve talebelerinin katili… Şehzade Memed onu siper, onu maşa bilmişti kendine dokunmaya korktuğu dervişlere saldırıda. Bakınız Hilmi Yavuz onun dilinden ölümün hepimize olduğunu hatırlatıyor: ‘gün akşamlıdır devletlim / elbet biz de ölürüz / gözüm hep o asılmışta kaldı / sanki karanfil zülfünü dökmüş de / şimşir topuzlu bir gürz / indirilmiş gibi tanyerine /bir beden, asılmış’ Sadece mazlumlar için değil ya ölüm! Onlardan daha çok zalimlerin alın yazısıdır vakti ecel gelmeden ölmek. Yatağında korkular ve kâbuslar içinde uyanıp şaşıran cellâdın kederini bir başka şair, Ataol Behramoğlu şöyle dile getirir: ‘Cellat yatağında uyandı bir gece / Tanrı’m dedi bu ne zor bilmece / Öldükçe çoğalıyor insanlar / Bense tükenmekteyim öldürdükçe.’

‘Ölüm, uysal bir mesnevî gibi / aktı gider, döne döne’ diyen Hilmi Yavuz, ölümün bizlere yanaşma durumunu hatırlatır. Ölüm türlü hâllerde yaklaşır bizlere ve tutar ellerimizden. Halk arasında ölümün kötülere korkuta korkuta, iyilere bir sevgili gibi hoş yanaştığı söylenir. Zamanın hızlıca akışının asıl nedeni belki de ölümün varlığıdır. Bugün Bedreddin’in ölümünün üzerinden yüzlerce yıl geçti. Sayısız fani, ruhunu teslim etti bu arada. Bedreddin’in ve arkadaşlarının trajik serencamı kuşaktan kuşağa aktarıldı, dilden dile anlatıldı. Kimisi lanetler yağdırdı, hakaretler etti onlara. Kimisi göklere yükseltti şanını onların. Kimdi onlar, neydi amaçları; iyilerden miydiler, yoksa kötülerden mi? Bu sorular birçok soru gibi onlarca renge bulandı karmakarışık akıllı insanların güzeller güzeli yurdunda. Acılar da umutlar da kâh unutuldu kâh kabuk bağladı. Hilmi Yavuz’un dizelerinde rastladığımız hoş bir seda -aslında kötü akıbeti itibariyle nahoş bir seda- kaldı bizlere yadigâr bu derviş ve talebelerinden. Hâsılı kelam bir Bedreddin geldi geçti Hilmi Yavuz’un dizelerinden ve de bizim hüzne meyyal gönüllerimizden…

Hatice Eğilmez KAYA
www.kafiye.net