BEDDUA

Onur BİLGE

Azime Hanım’ın sinirden elleri titriyordu. Ara sıra dili dolaşıyor, kendisine yapılanları hatırladıkça, gözleri yuvalarından çıkacak gibi oluyordu. Derdini içinde mayalamamış, çoğaltmıştı. Anlata anlata bitiremiyordu:

“Onca zaman geçti aradan, unutamadı adam beni, çim çiğ yiyecek! Elinden gelse bir kaşık suda boğacak! Dedim:

“Benim kadar taş düşsün kafana!.. Allah sana öyle bir dert versin ki beni unut, kendi derdine düş!.. O kadar kötü bir sıkıntı versin ki sana, aklına getireme, düşüneme beni!.. Her gün hayatımı hücre hücre yedin, ölüp kurtulma, uzun yaşa, her gün bir parçan kopsun! Rahat huzur bulma, hayır kadem görme, bana ettikleri çekmeden ölme, ölmek iste, öleme, sürün!” 

Ağır şeker hastası oldu. Ölümden ödü patlar. Kaç yıl oldu, adam dalımdan inmedi yahu! Oğlanı kurmuş, robot gibi, canıma okuttu!.. Canavar gibi geldi! Melek gibi uyuyor içerde şimdi. Ne içiyor ne hır çıkarıyor. 

Bu çocukların ruhunu bozmaya ne gerek var? Vallaha deli sandım, diyemedim. Adam var ya, meleği delirtir üç günde. Ta oradan yetiyor bana. Ara sıra kız da tavır koyuyor. Son derece uyum içindeydik hâlbuki onunla. Bu aralar sık görüşüyorlar ya telefonda. O nedenle… Neler diyor kim bilir? 

Özellikle Kübra’ya acındırıyor kendini. Onu çok etkiliyor. Bu adam ölmeden, bana rahat huzur yok. 

Kimseye demem ki ben! Demeyecektim ama beni hırs bastığını zannedersin diye söyledim. Keyfimden mi sabaha kadar oturup, dantel örüyorum, sanıyorsun. Örerken, kendi içime kaçıyorum. Her zincir çektikçe bir adım, o âleme… Oralarda gezip, dolaşıp, mutlu oluyorum. Kimsem yok ki benim. Kapım kapandı mı kimsem yok. Kimse giremezdi kapıdan içeriye ve beni alamazdı onun elinden! 

Bitti artık. Kısa sürdü. O zamanlar demedim. Diyemezdim. İşkence devam ederken deseydim, çok üzülürdün. Kübra bile: 

“Anne onu burada tutma, sana bir zarar verecek!..” diyordu. “Evden at bari onu. Babama gönder!” 

O benim yavrum! Deli de olsa, sarhoş da olsa, geri zekâlı da olsa; Allah, onu benim korumama vermiş. Yetiştirdiğim çocuğu sokağa atayım da vampirlere yem mi edeyim? O sokaklarda serseri olsun, ayyaş olsun, park köşelerinde banklar üzerinde sızsın da ben rahat yatağımda mı yatayım? Nasıl uyuyayım? 

Arada çay içiyoruz onunla, sohbet ediyoruz. Artık meşrubat içiyor. Ben meyve suyu içmem aslında. Suni onlar. Sevmem. Sadece ona doğru bir adım gitmek için o ne içerse içiyorum.

Çok iyiyiz, çok! Bir hafta önceden bin kat iyiyiz! Bazen arada kel horozluk yapıyor, o kadar. O da sadece bana. Kuvvetliyim ya ben. Tahammül ederim ya. Kıza kıyamıyor. 

“Allah’ım, benim, senden başka durumumu anlatabileceğim, yardım talep edebileceğim kimsem yok. Tamamen sana teslimim. Sen bilirsin!” diye dua ettim hep. 

O, beni yerlere koyar mı? Yaratanım O! Sahibim O! Herkesten yakınım, geldiğim, gideceğim O! Misafirim burada ben; o yükledi çileyi, mertebe verecektir. Belki de hak etmişimdir, dersimi verdirtmiştir. Belki evlat sevgisi fazla kaçmıştır da: 

“Al da gör evladı!..” diyordur. Çile varken deseydim. Allah’ı kula şikâyet etmiş olurdum. Bitti ya. Dayandım ya, artık bitti; şikâyet olarak anlatmadım. Sadece olayı naklettim. Herkese de demedim, sadece sana dedim ki anla neden sabahlara kadar oturduğumu. Yoksa her gün o kadar oturmak, sabah erken kalkmak mümkün mü normal bir hayat sürmekte olan bir insan için? Gözümü açtım mı işe başlıyordum, yumana kadar… Ev işi, el işi, yemek, çamaşır, bulaşık… Meşguliyet tedavisi… Yoksa aklımı yiyecektim! Dört saat uyku, bazen iki, bazen üç… 

Kıyasıya bir savaş oldu aramızda! Çok uğraştı ama beni alt edemedi. Baba ile oğlun arasını açanın yeri yatağı yok. Bunu bilmesem var ya tamamen aksini ona yaptıracağım da… Aynısının bin beterini!.. Allah’tan korkuyorum ve evladımın ataya isyan edip, günaha girmesini istemiyorum. Allah versin karşılığını! 

O hengâme içinde dedim ki bir akşam:

“Bak oğlum! Bugün ikindi vakti, son namazımı kıldım. Artık beni öldürebilirsin. Madem bu kadar düşmansın bana, durma! Öldür de bitsin!.. Sen de rahat et, ben de! Sen de kurtul, boğuşmaktan, ben de kurtulayım!.. Can çekiştirme bana!..”

Gerçekten de dedim ki içimden: ‘Bu delirmiş.’ Evlattır. Atsan atılmaz, satsan satılmaz! Kıldım namazı, son namazımı kılar gibi… Delirmiş miydi, sarhoş muydu? Adam fitlemiş, onun etkisiyle mi? Bilmiyorum ki! Bir milim öteye gitmiyordu! Dikiliyor: “Ben kendimi öldüreceğim, sana hediye vereceğim! Şöyle bir kutuda getirecekler cesedimi sana, pakette, armağan olarak… Daha neler neler…” 

O gün, intihar tehdidi altındaydım. Beni, evlat acısı çektirerek cezalandıracak, ya da olacakmış gibi kuşkular içinde yaşatıp, sürekli üzecek. 

Ben de içime kapandım. Ne yapsaydım? Üstüne varsaydım da, içmeye gitseydi, sokaklara çıkıp gece üçlerde dörtlerde meyhanelerde oğlan mı arasaydım? 

Ölümü düşündüm. Ölümümüzü… Böyle rezil bir hayat yaşayacaksa; hani derler ya: ‘Olursa el beğensin, ölürse yer beğensin!’ Bir ara razı bile oldum, onu kaybetmeye ki en kötü şey evlat acısıdır! Neyse… Allah kimseye evlat acısı vermesin! Bu da bir ana evlat öyküsü… Bir anı olarak kalacak. Harp etmekten yoruldum. Tansiyonum düşük. Ayağa kalkınca başım dönüyor. 

“Bir dokun, bin ah işit, kâse-yi fağfurdan.” derler ya, geçti o günler. İyiyim şimdi. Hamd secdesi yapıyorum. Çile bitti. Hamdolsun! Vardır bin sebebi. Ne gelirse Sevgilim’dendir. O merhamet etti mi, biter. Kimse bir şey yapamaz bana! Birazcık çekiverdim.”

“Demek ki tam vaktinde müdahale etmişsin. Aksi halde, önünü alamazdın. Çocuk da uyumluymuş ki o akıl gideren nesneden uzaklaşmayı istemiş. Her şey beyinde biter. O istemeseydi, sen de zıddına gitseydin, bu başarıya ulaşamazdın. Yalnız, iyi olmayan bir şey var. Beddua…

Beddua, iki tarafı keskin kılıca benzer. Her iki tarafı da keser! O nedenle sadece Allah’a bıraksan da beddua etmesen… Allah, bire bir öç alma hakkımızın olduğunu, fakat kendisine havale edersek, bire on alacağını söylüyor. ‘Allah’ım, Sana havale ettim, Sen bilirsin!’ de! Ne yapacağını O bilir. Senin şöyle yap, böyle yap demene gerek yok. Allah ıslah etsin! Başta beni, sonra onu ve burada adı geçen geçmeyen herkesi…”

“Âmin! Bak ben bunu bilmiyordum. Bundan sonra öyle diyeyim. Bedduam tuttu; adam şeker komasına girdi, ağır hasta şimdi ve her gün her organı hücre hücre erimekte ama bana da musibetler geldi. Demek ki ondanmış. Belki bu çektiğimin sebebi de odur. Zararın neresinden dönülse, kârdır. Tövbeler tövbesi! Demem bir daha!”

“Allah’a havale edilmesi yeterlidir. Davanı avukata veriyorsun, sonra onun işine karışıyor musun? ‘Şöyle yap, böyle yap, şunu şöyle yaz’ diye? Duada da öyledir. Allah’ın her şeye kadir olduğu bilinciyle dua edilir ve O’na sonsuz güvenilirse, O bilir neyi, niçin, nasıl ve ne zaman ihsan edeceğini… Yok, eğer içinde şüphe varsa kabul olmayacağına dair, bu O’na tam güvenmediğinin işaretidir. O zaman, kabulü de şüphelidir. İslamiyet teslimiyettir. Tam bir teslimiyetle dua edilir ve işin içinden çıkılır. Duan çok güzeldi. İçinde teslimiyet ifadesi vardı. Dilde kalmamış, gönülden denmiş demek ki sonuç hayırlı olmuş.”

“Derin bir dini bilgimiz yok. Oradan buradan duyduklarımız… Okumak lazım tabi de bir de anlayacak kafa lazım. Unutuyordum; bir de duamda ‘Önce Peygamber Efendimizin ve tüm sevgili kullarının ve özellikle Emir Sultan Hazretleri’nin hürmetine’ de diyorum. Onun için, ‘Bursa’nın manevi koruyucusu’ derler. Peygamber Efendimizin, dokuzuncu göbekten evladıymış.”

“Öyledir. Emir Buhari Hazretleri’nin kerametleri çoktur. Yüzyıllardır anılmakta, yaşatılmaktadır. Onun hocası, Somuncu Baba’dır. Himmetleri hazır olsun! Kabirlerini ziyaret ederiz, onlar için okuruz, ‘Allah Rahmet Eylesin!’ deriz ve ahlaklarıyla ahlaklanmaya çalışırız. Örnek insanlardır. Kerametleri çoktur ama en önemli kerametleri, insan yetiştirmektir. Bir çömlekçi, bir padişahı yönlendiriyor. Bir padişah irşat edeni, bir ekmekçi yetiştiriyor. El elden üstün. Dinimiz bu zamanlara böyle bozulmadan, ilim devredile devredile gelmiş. Bilen, bilmeyene öğretmiş. ‘Müslüman, eller gibidir; biri birini yıkar.’ Galiba bu bir hadisti.”

“Ağabey, senin yanına geldim mi, sükûnetin, birkaç sözün içimi ferahlatıyor. Hay Allah razı olsun senden!”

“Senden de… Haydi, kahveni iç bakalım. Biz de getirdiklerini götürelim.”

“Afiyet olsun, ağabey.”

***
Onur BİLGE 
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 35
www.kafiye.net