HÜSEYİN DURMUŞ
ÇOCUK OLAMAMAK!

Yıllar ne de çabuk geçmişti. Ahmet Bey, terasta oturmuş denizin sakinliğini, çarşaf gibi dümdüz oluşunu izliyordu. Burayı cennetin bir köşesi diyordu Ahmet Bey. Gerçektende cennetin bir köşesiydi burası. Geçmişi düşündü ister istemez, gözlerinden birkaç inci tanesi döküldü istemeyerek. Aslında kendisi o kadar duygusal biri ki, onun gözlerinin nemlenmesini etkileyecek bir çok nedenler de vardı. Ama yine de gülümsemeye başladı. Bir taraftan da büyük kulplu cam bardağından çayını yudumlamaya çalışıyordu.

Gülümseyen yüzünde bir durgunlaşma oldu. Yıllar öncesine gitti Ahmet Bey. Hüzünlendi yine, aslında hüzünlenmeyi, gözlerindeki o incileri asla akıtmayı istemiyordu. Ama elinde değil oluyordu işte. Evet, Ahmet Beyin elinde değildi incileri hapsetmek oldukları yere.

Onun en çok hüzünlendiren ise çocuk olduğunu, çocukluğunu
yaşayamamış olmasıydı. Ahmet Bey elli yaşın üstüne gelmişti. Ama hala bir çocuk gibi davrandığı çok oluyordu. Sokakta çocuklarla çocuk olur, onların oyunlarına katılır, onlarla konuşur ve onlar gibi oynamaya çalışır. En ilgincide çocuklarla hemen kaynaşmasıydı. Daha sonra aynı yerlerden geçerken çocukların: “ Ahmet amca, Ahmet amca, nasılsın? Yanımıza gelip bizimle beraber oynar mısın?”

Yerinden kalktı, terasta dolaşmaya başladı ağır adımlarla. Hava çok güzel ve yine o çocukluğundaki Pazar sabahını düşünüyordu. Köyde okullar kapanmış, tarla işleri, bağ bahçe işleri kızışmış, köylünün zamanla yarıştığı bir dönem gelmişti. İyi hatırlıyordu sabahı. Henüz 8 yaşında ve amcasının yanında kalıyordu. İlkbahardan itibaren köye gider, hatta babasının bulunduğu köydeki okuldan kendi köylerine gider, orada okula devam ederdi. Amcasının kızları ile işleri yapmaya çalışırdı, tabiî ki kendi payına düşeni. Kendi payına ise en çok öküzlerle inekleri çayıra götürmek. Gıcırlık dedikleri mevkide çayırları vardı.

Yine o sabah. İnanın çocukluğu süresince o sabahki durumu çok yaşadı Ahmet Bey. Hatta daha fazlasını bile yaşadı. Unutulması mümkün değildi çünkü. Bu arada unutamadığı önemli olaylardan biride olur olmaz, sorgusuz sualsiz, haklı haksız bakılmak sızın Osmanlı tokadını ve ya futbol topu niyetine kendisine atılan tekmelerin sayısını saymamsıydı. Ağlaması ise kesinlikle yasaktı. Eğer ağlarsa bir de ağladığı için tekrar dayak yemesi gerekiyordu. İşte o sabah.

Amcası Ahmet beye seslenmişti;

” Ahmet, öküzleri arabaya koş. Yedeğine al, tarlaya gidiyoruz.”

Ahmet Bey, hemen öküzleri yedeğine almış, öküzleri ağaç arabanın arışına yavaş yavaş yanaştırıyordu. O gün öküzler sanki huysuzluk yapacak gibiydi. Bir türlü arışa yanaşmak istemiyorlardı. Sonunda öküzleri ikna ettiğine inanmıştı ve öküzleri boyunduruğun başına getirmişti. Ağaç arabanı arışı ağırdı, boyunduruğu da kaldıramıyordu. İşte o an amcasının haykıran, küfürle karışık sesi ile irkildi, titremeye başladı ki; ensesinde Osmanlı tokadı bozayı pişirmeye başlamıştı. Amcasının ayağı da adrese teslim olmuş gibi poposuna yapışmıştı. Ağlamaya başlayacaktı ki;

“ Eşek herif, çabuk olsana. Senin yüzünden işe geç kalacağız. İki öküzü bir boyunduruğa koşamadın. Beceriksiz pi.. Allah senin belanı versin. Yediğin ekmekler sana haram zıkkım olsun.”

Ahmet Bey; “ Allahım nedir bu benim çektiğim. Bana ne yemek yediriyor ki, haram ediyor. Ben bacak kadar boyumla bu işin altından nasıl kalkacağım. “ diyerek için için ağlıyordu. Öküzlerine yalvaran ve ağlayan gözlerle bakıyordu;

” Ne olur sarı öküzüm, bana yardım edin. Ne olur beni kurtarın.” Dercesine yalvarıyordu. Amcasıda arkasında onu seyrediyor, durmadan söyleniyordu. Ne olduysa o an oldu. O iki öküz birden sakinleşti. Ahmet Bey, öküzleri koşacağı arabanın boyunduruğun bir tarafını olanca gücüyle kaldırmaya çalışıyordu ki, sarı öküz ona acımıştı, ona yardıma geldi. Boyunduruğa boynunu eğerek kendisi koşuldu. Zelveyi taktı. Diğer tarafa da kara öküzü koşacaktı. Kara öküzde sarı öküz gibi boynunu eğdi, boyunduruğa kendini koştu. Onun da zelvesini taktı. Sonra iplerini toparlayıp arabanın önünde hareket edecekti. Amcası tekrar yanına geldi;

“ Salak oğlum benim. Hiç dikkat etmiyorsun. Bak kara öküzün zelvesi tam yerine girmemiş. Biraz sonra boyunduruktan çıkar bu öküz. Eşek, hayvan, öküz kafalı, bir de ağlıyorsun öyle mi? Bir daha böyle yanlışlar yapma, it herif…” diyerek bir iki tokat daha yediğini nasıl unutabilirdi Ahmet Bey!

Ne yazık ki, bir türlü çocukluğunu yaşayamamıştı Ahmet Bey. Köyde amcasının küfürleri, baba evinde de babasının çoğu zaman haklı haksız ayırımı yapmaksızın yediği tekme ve tokatlar….. Unutamıyordu ilerleyen yaşına rağmen. Çünkü Ahmet Bey çocuk olmasına karşın çocukluğunu yaşayamamış, bırakın yaşamayı çocuk bile olamamıştı ki… O hayvanların başında bir büyük gibi gider gelir, onları arabaya koşar, tarlaya gider gelirdi. Boş zamanı yoktu. Sabahları uykuyu çok severdi. Ama uyku da ona yasaktı. Çünkü çalışacaktı, çalışmalıydı, öküzler, inekler onu bekliyor. Bunların dışında mısır tarlasında, gündöndü tarlasında çapalama da yapardı.

Ahmet Bey, boşalan çay bardağını tekrar doldurdu. Körfezin bir noktasına bakışlarını odaklaştırdı. Sadece şunları düşünüyordu:

“ Allah’ım, çocukluğumda çocuk olmanın tadını, gençliğimde genç olmanın o güzel anlarını, büyüdüğümde gerçek bir yuvanın özlemini yaşayamadım. Şimdi bir güzeli seviyorum. Bu yaşımdan sonra ikinci defa aşık oldum. Aşık olmakla kalmadım, gerçekten seviyorum Allah’ım. İlk defa bana değer veren, beni ben ve beni bir insan olarak gören birine aşık oldum. Bir çok haksızlıklara uğradım. Maddi ve manevi yönden şu ana kadar çok zararlarım oldu. Bunları arkaya attım artık. Senden tek bir isteğim var. Gerçekten şuan yakaladığım bu mutluluğu, bu sevgiyi, bu aşkı bu seferine kaybetmeyeyim. Bu seferine bana bu mutluluğu, bu aşkı çok görme yarabbi!”

Akbük / 03.06.2007
Hüseyin DURMUŞ
www.kafiye.net