RESİM ÖĞRETMENİ

Onur BİLGE

O akşam eve bir sürü armağan, birincilik kupası ve gümüş şerit üzerine “Antalya Ortaokullar Arası Resim Yarışması Birincisi” yazısı ve ortasında, güzel sanatların sembolü altın baykuş olan bir gümüş çerçeveyle döndüm. Elimdekileri çalışma masamın üzerine iftihar ve özenle yerleştirdim. Kendimce, artık ben küçük bir ressamdım.

Bu olaydan bir yıl önce Antalya Lisesi’nin idare binasının girişinde, hemen soldaki duvara dev bir Atatürk resmi çizmesi için bir ressam çağırmışlardı. İskele kurulmuş, adam üstüne çıkmış, elinde paleti, fırçası… Resme merakım var ya… Hemen yanı başında bittim, konuşmaya başladım. Bir süre sonra, onun çok yakından çalıştığından göremediği, karşıdan baktığım için rahatça fark ettiğim, bir hatasını ona söyledim. Aşağıya indi, yanıma geldi. Duvardaki henüz tamamlanmamış resme baktı:

_ “Doğru ya! Haklısın ama sen bunu nasıl anladın?” diye sordu.

_ “Ben de portrede başarılıyım. Çok çizdim. Artık neyin nerde olması gerektiğini biliyorum.” dedim.

Tekrar iskeleye çıkmadan önce elindeki, zaman zaman bileğini, kolunu dayadığı değneği elime verdi ve:

_ “Ya, öyle mi? Peki, kulağın yerini göster bakalım! Bilirsen, sen portre ressamısın.” dedi.

_ “Kulak, şurada olmalı! Kaşla, burun altı hizasında ve bu resimde, profile göre burundan şu kadar uzaklıkta… Tam burada ve bu kadar olmalı. Atatürk’ün kulakları ne çok büyük, ne çok küçüktür. O zaman, tam şurada ve bu kadar olmalı.” Dedim.

_ “Aferin! Bildin. Bravo ya!.. Hayret!..” diye gülerek iskeleye çıktı, yerine geçti ve işini yapmaya devam etti.

O ressamın iş yeri Şarampol’deydi. Ben onu okula gidip gelirken görüyor, tanıyordum ama o beni bilmiyordu. Nerden bilecek? Ben onun için kaldırımdan geçen herhangi bir öğrenciydim. Olaydan evdekilere bahsetmemiştim.

Bir gün, bize o ressam gelmiş. Babamla, mahkemelik bir olay hakkında konuşmak, ona akıl danışmak için. Onu, evimizde görünce şaşırdım. Yanına gidip tokalaştım.

_ “Hoş geldiniz! Beni hatırladınız mı?” dedim.

_ “Hoş bulduk, kızım. Bir yerlerden çıkaracak gibiyim ama nerden?” diye düşünmeye başladı.

_ “Hani Antalya Lisesi’ndeki duvara Atatürk resmi yapıyordunuz ya… İşinize karışmıştım. Portre hakkında bir süre konuşmuştuk.”

_ “Ha! Hatırlamaz olur muyum? O sen miydin? Sendin ya! Allah Allah! Hâlâ hayret ediyorum ona ben.” dedi ve babama dönerek devam etti: “Hocam, o kadar ressam tanıdım, resmi yaparlar; ağzı, burnu, kaşı, gözü yerine yerleştirirler, kulağın yerini bir türlü denk getiremezler. Ya aşağıya koyarlar, sarkar; ya yukarıya koyarlar, kedi kulağı gibi kalkar; ya sağa kaçar ya sola… Kızınız, eliyle koymuş gibi buldu yerini! Hayret ettim! Bu yaşta… Üstelik resim kocamandı. Orada tam isabet zordu. Müthiş bir yetenek!”

_ “O yetenek aileden… Dedelerimizden, ta Orta Asya’dan… Yusuf Dedem mücevher işlermiş. İşinin erbabıymış. Saraya iş yaparmış. Kolay iş değildir, taşlara şekil vermek, onları tam yerlerine yerleştirmek. Kıymetli taşları keser, onlarla aklına gelebilecek her türlü takı ve altınla, gümüşle kullanılabilecek her türlü eşyaya motifler yaparmış. Taçlar, tahtlar, sürahiler, kadehler… Babam da güzel resim yapar. Kardeşlerim, ben… Ablası da ressam… Biz kara kalem bulamazdık, talebelik zamanlarımızda. Hayıt saplarını yakarak, onun kömürüyle resim yapardık. Beş erkek kardeş, resim kareleyip büyüterek para kazandık, okurken.” dedi babam. Annem de tombala kâğıdını çıkardı, sandıktan ve ona göstererek:

_ “Semiray, bu resmi suluboyayla yaptığında tam iki buçuk yaşındaydı. Harika çocuktu. Özel olarak yetiştirilmesi gerekiyordu ama biz ihmal ettik. Madeni işleyemedik. Kendiliğinden ne kadar ne yapabildiyse, o!” diye hayıflandı.

Herkes çocuğunu harika çocuk görmek ister. O nedenle öyle zanneder. Resim benim en belirgin ilgi alanımdı. Eve gelen misafirlerin, ders anlatan öğretmenlerimin fark ettirmeden resimlerini çizer, ellerine verirdim. Güzellerse, daha da güzelleştirmek için en güzel konumdan çiziyordum; çirkinlerse, kendilerini çirkinleştiren hatlarını belirginleştirerek karikatürize ediyordum. Birisinin resmini yaptığımı gören herkes:

_ “Benim de resmimi yap!” “Beni yap, beni!” “Beni de…” “Beni ne zaman yapacaksın?” diye başıma toplanıyor, usandırıncaya kadar bu sözleri tekrarlıyorlardı. O kadar kişinin resmini yapmam imkânsızdı. Başka işlerim de vardı.

Resim, masraflı ve çok eşya taşımak gerektiren bir uğraştı. Müzikte de başarılıydım. Bir enstrüman çalana tam not veriyordu, müzik öğretmeni. O nedenle lisede, beklenenin aksine, müziği seçtim.

_ “Yata yata başarıya ulaşmak varken neden emek çekeyim?” diyordum ama asıl sebep o değildi.

Bu kararı vermemde pek çok neden vardı. Güzel sanatların resim bölümüne gitmemi, babam kesinlikle istemiyordu. Bir kız arkadaşım daha aynı istek içindeydi. Onun babası da izin vermiyor:

_ “Olmaz öyle şey. Orada nü çalışılıyor. Elin adamı anadan doğma gelecek, oturacak ya da yatacak, benim kızım onun resmini yapacak! Neymiş efendim, sanatmış! Tüküreyim öyle sanatın içine ben!” diyordu.

Babamın en yakın arkadaşı olan Sezai Bey’e, babamı razı etmesini söyledim. Kabul ederse, resim bölümüne geçecektim. O da ikna edemedi. Belki de benim üzülmemem için:

_ “Kızım, boş ver! Ressam olacaksın da ne olacak? Alayı aç geziyor! Ülkemizde sanata para verilmiyor. Sanatçı açlıktan ölüyor. Para getirecek işe bak. Millet cebini düşünüyor. Sen de cebini düşün! Özenme öyle şeylere. Amatörce yap. Bak, görmüyor musun, doktorları? Çoğu sanatkâr. Kimi ressam, kimi müzisyen, kimi şair, kimi yazar… Bunları amatörce yapıyorlar, para getirecek işlerine bakıyorlar. Bir ameliyat, şu kadar lira!.. Aklını kullan!” dedi.

Babamın kurduğu mahalledeki yaptırdığı liseye gidecektim. Çağlayan Mahallesi’ndeki Çağlayan Lisesi’ne… Okul, şehir dışında, kuzeyde, Dokuma Fabrikasının karşısındaydı, çarşı inadına güneyde… Alış veriş için ayıracak zamanımız olmadığı gibi ailelerimize resim masrafını da yük etmek istemiyorduk. Antalya Lisesi’ne gidiyor olsaydık, doğal olarak çarşıdan geçecek, gereksinimlerimizi almak sorun haline gelmeyecekti.

Okulumuz tam gündü. Yüz beş mevcutla yeni açılmış bir liseydi. Sonra pilot lise oldu. Spor faaliyetlerimiz vardı. Her beden eğitimi dersinde, okunun açıklarında beş tur atıyorduk, ilkokulda da böyleydi. Bu da benim kaderim… Babamın sağlığımız konuşundaki hassasiyetinden. Beynimiz oksijenle çalışıyormuş. Bol oksijene ihtiyacı varmış. Şehir içinde; gürültü, egzoz ve duman varmış. Bunlar sağlığı bozar, öğrenimi aksatırmış. Randıman alabilmek için öğrenim, tam gün yapılmalıymış.

Her şeye aklım eriyordu da, şu tam güne takılıyordum. Acaba gerçekten babam beni hep tek tedrisatlı okullara sadece iyi eğitim ve öğretim için mi yoksa başlarından atmak, akşama kadar yokluğumda rahat etmek için mi göndermişti? Çünkü artık emekliydi ve annemle baş başa huzur içinde yaşamak istiyordu. Ben, sonradan gelmiştim. İstenmeyen çocuktum. Gelişim, rahatlarını bozmuş ve bozmaktaydı.

Her neyse… Yol epey uzaktı. Otobüse kendimizi zor sığdırıyorduk, bir de tuvalimiz, paletimiz, boyalarımız, fırçalarımız… Yağlıboya çalışacaktık, her yere bulaşacaktı… Bir de onları taşımak vardı:

_ “Dikkat! Değmesin! Yağlıboya…” diye diye.

Başından ümitsizdik. İlerde ünlü bir ressam olamayacaktık. O da müzik bölümünü seçti, ben de. Resmi, bir süreliğine askıya aldık. O ne yaptı, bilmiyorum ama ben insan yüzlerini inceledim, her fırsatta elime geçen kâğıda aktardım. Evde de zaman zaman yağlıboya çalışıyor, sevdiğim kişilerin portrelerini yapıyordum. Bunlardan hiç birinden para almadım, elimde de kalmadı. Resimlerin sahipleri alıp, çerçeveletip astı. Eserlerimi, onlara gittiğimde görebiliyordum.

Asıl sebebi unutuyordum. Bir resim öğretmenimiz vardı. ‘Üçgen’ derdik. Sadece geometrik şekiller çizdirirdi. Çok dindar bir adamdı. Her ders trafik işaretleri yaptırıyordu. Onu Antalya Lisesi’nden tanıdığım için tabelacılık yapmak istemedim. Resim o değildi. Ona, bir arkadaşımın yağlıboya portresini gösterdiğimde bana:

_ “Yapıp durma şu deli artistlerin resimlerini yahu! Manzara yap, natürmort yap!” dedi.

Daha sonra, yeğenimin bebeklik resmini karakalem yapıp gösterdim:

_ “Ayıp ayıp! Utanmıyor musun, bunu böyle çizmekten? Şunun eteğini biraz uzatsana!” dedi.

Yeğenim gurbetteydi. Bakarak değil, resminden yapmıştım. Fotoğrafı gösterdim:

_ “Bakın, aslı bu! Aslının aynısı… Bilhassa kısa çizmedim. O daha küçücük… İki yaşında…” dedim.

_ “Olsun! Orasını burasını açmış kişilerin, çocuk da olsalar resimlerini yapma!” dedi.

Ben portre yapmak istiyordum. İnsan yüzüne âşıktım, her şeyden önce. Çünkü yaratılanların içinde insan yüzü kadar konuşan bir canlı türü daha yoktur. Neler anlatır, yüzler! Neler okunur, her bir halinden! Nasıl da hitap eder yüz, göze! Hele gözler!.. Hele gözler neler neler der!..

_ “Bana ne trafik levhalarından, kullanım sahalarından? Gönlümün vahalarından haberiniz var mı, öğretmenim?” diyemedim.

Beni resimden soğutan, üç yıllık daha eğitimden mahrum bırakan Feyzullah Hoca’dır. Namı diğer, Üçgen… Nerde Süngü Bey, nerde o? Ah, çok değerli öğretmenim, ah! Allah gani gani rahmet eylesin!.. Nur içinde yatsın!..

Bir de Esen Bey vardı. Antalya’da güzel sanatlara çok emeği geçmiş, saygıdeğer bir kişiydi. Sanat ve doğa âşığı… Resme vurgundu. Her zaman beyefendi ve durgundu. Dalgıçtı. Daldı ve çıkamadı!.. Vurgun yemişti.

Allah’ım, Zatına ve sanatına âşık bu ve bu gibi kişileri, hak etsinler etmesinler, Fazlıyla muamele ederek, Firdevs Cenneti’ne koysun! Onlar, güzel gönüllü, güzel ruhlu, güzel kişilerdi. Yaratılanlardaki güzelliklere çevirdiler, yüzlerimizi; bize, bakışlarımızı yaratılanlarla doyurmayı, ruhlarımızı onların güzellikleriyle süslemeyi öğrettiler. Allah’ın sanatını anlamayı, anladıklarımızı sanata dökmeyi öğrettiler. Yaratılanlarda gizli ve görünen güzellikleri görmeyi ve gösterebilmeyi… Hakları ödenmez! Ödenemez! Asla!..

***
Onur BİLGE
www.kafiye.net