KAKTÜS ÇİÇEĞİ

Onur BİLGE

Kaktüsler yıllarca açmıyor. Açınca da büyük, şaşaalı, harika bir çiçek açışları var! Fakat ne yazık ki açmaları yıllarca hasretle beklenen çiçeklerin ömrü çok kısa! Sadece bir gün…

Kendileri ne kadar uzun ömürlü, dayanıklı, hatta arsız, sert ve dikenliyse; çiçekleri de inadına o kadar yumuşak, pürüzsüz, şeffaf, narin, dayanıksız… Kaktüsler bana, yıllarca bekledikten sonra aşkı bulan ama çabucak kaybederek ayrılığı tadan erkekleri düşündürüyor. Bazıları, ‘akşam güneşi’ diyor, böyle aşklara. Ömrün azalarak, son derece değerli hale geldiği zamanda, tam aşkı bulmuş, mutluluğa kavuşmuşken hayata veda edecek olmak ne acı!..

Genç, dinç ve yakışıklıyken parasızlıktan; beğendiği, seçtiği kızla evlenemeyen fakir bir kız almaya gücü yeten; yaşlandığı, parasal yönden rahata kavuştuğu sırada fırsatı değerlendirmeye kalkıyor ve içinde ukde olarak kalan arzusunu gerçekleştirmek için önü görünmeyen bir maceraya balıklama atlıayıveriyor!

Ya eşi ölüyor ya da birisini gözüne kestiriyor, çeşitli nedenler öne sürerek eşinden ayrılıyor, ‘gençlik aşışı’ olduğuna inandığı, çok güzel bir kız veya genç bir hanımla ikinci bir evliliğin hazırlıklarına girişiyor. Fakat yeni gelenin yani yeni gelinin niyeti gerçekten yuva kurmak değil, çıkar sağlamaksa ki genelde bu böyle oluyor, adamcağıza sıfırı tükettirdikten sonra onu kaderiyle baş başa bırakıp gidiyor. Zavallı şaşkın, yuvasını yıktığıyla kalıyor. Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan da oluyor, açıkta kalıyor.

Yaşlandığını kabul etmek istemeyen erkekler, eşlerine:

“Sen de kadın mısın? Ne kadınlar var! Bu bizim içinde olduğumuz durum, hep senin yüzünden…” gibi laflar ederler.

Yaşlanmak, kadın için hangi orandaysa, erkek için de aşağı yukarı aynı orandadır ve kadın bazı konularda, olduğu gibi kaldığı halde değişen, eksilen, azalan erkektir. Bunu asla kabul etmezler. Kendilerine toz kondurmazlar. Tamamen eşlerini suçlarlar. Tek şey vardır akıllarında ve kendi kendilerine sürekli tekrarlamaktadırlar:

“İçi geçmiş, ne olacak? Karının iyisi altı ay yaşar. Ölse de kurtulsam ama kötülere bir şey olmaz! Ölmez de böylesi. Baş belası! Şimdi fıstık gibi bir yavru almak var! Of anam of!.. Tadından yenmez!.. O zaman kimse tanıyamaz beni!.. Nasıl enerjik olurum!.. Ne kadar gençleşirim!..”

Oysa kendileri de bilmektedir. Eski hamam, eski tas… Değişen bir şey olmayacaktır. Her şey düzelmeyecek; aksine, sorun türü ve sayısı artacaktır. Sonunda mahcubiyet de vardır, kendilerini bekleyen olasılıklar arasında. Yine de büyük bir ümit ve cesaretle yürürler, doğru bildikleri yolda.

“Ben hiç yaşamadım ki!..” derler. “Sevip sevilmedim ki!.. Önüme gelen nasibimi aldım, kaşığımda ne çıktıysa ona razı oldum. Acıysa, zehirse de yuttum! Ben de sevmek, sevilmek istiyorum!.. O hazzı yaşamak… Sevdiğimle beraber olmak, en azından ömrümün gittikçe azalan ve azaldıkça değerlenen son zamanlarında…”

Boğulmadan önceki son çırpınışlarıdır. Birkaç nefes daha alma çabasıdır hayattan, son bir gayretle! İdam mahkûmunun son arzusu gibidir, istedikleri. Belki de bu yüzden kabul görür ve arzularının gerçekleştirmesine izin verilir. Günlerini görürler!.. Önlerinden:

“Ah, hayatım! Canım, gülüm…” denilmekte, arkalarından kazan kaynatılmakta, ilk eşleri hakkında düşündükleri, kendisi için düşünülmekte, temenni edilmektedir.

Aslında hissetmekte, her şeyi anlamaktadırlar. Normal duygu ve zekâya sahip kişilerin hissetmemeleri, anlamamaları mümkün değil! Herkes ne kadar sevildiğini veya sevilmediğini bilir. Ne kadar istenip istenmediğini de… Aldanmaya da ihtiyaçları vardır. Sevildiklerini hayal etmeye, yalan da olsa kendilerine sevgi sözcüklerinin söylenmesine…

Güzel sözlere hasrettirler, ilk evlilikleri boyunca kendileri söylememiş oldukları için yankısını işitemedikleri… Geç de olsa romantizmin gereğine inanmakta, ona zemin hazırlamaya çalışmakta, pek de becerememekle beraber, neticesini görmeye can atmaktadırlar.

İnanmak istemektedir, saçma tanelerinin çimleneceğine, çivilerin çiçek açacağına; yürüyeceğine, elektrik direklerinin.

İşte böyle birisiydi, komşumuz Haydar Bey. Emekliliğine kadar sabırla gün saymış, ikramiyesini alır almaz, çoktandır gözüne kestirdiği, ısrarla aklına yerleştirdiği, ne zamandır etrafında dolaştığı, eşini bir trafik kazasında kaybeden genç ve güzel Arzu’ya ettiği teklifine olumlu cevap alınca eşiyle anlaşmalı boşanarak onunla evlenme hayalini gerçekleştirmişti.

Adamcağızın arzusu, belliydi, kırk iki yaş sendromundaki tüm erkeklerde olan istekler içindeydi. Önce iş değiştirecek, sonra araba ve eş… Hayatının öğle sonunun en geç zamanındaydı ve ikindisine girecekti. Asr vaktine…

“İşte geldim, işte gidiyorum; hoşça kalsın Halep Şehri!” diyerek gitmeden ve daha her şey bitmeden önce.

Hayatının dinlenme döneminin başladığı yılları yaşamaktadır. Yorgun, güçsüz, dama taşı gibi dolaşamayacak halde ve hareketli bir yaşantı için isteksiz… O artık köşesine çekilecek, rahatına bakacaktır. Oysa eşi cıvıl cıvıldır! Hayat doludur! Gezip tozmak, eğlenmek, bazı evli arkadaşlarıyla birlikte olmak ihtiyacı içindedir. O nedenle hemen hemen her gün ve her akşam gezme istemekte, arkadaşlarıyla haberleşmekte, emrivaki yaparak eşini de sürüklemektedir.

“Önemli olan; varlıklı ve mutlu yaşamaktır!” demekte, onun tekrar çalışmaya başlamasını istediğini tekrarlayıp durmaktadır.

Haydar Bey, onu daha fazla refah içinde yaşatabilmek nedeniyle bir toptancıda masa başında bir iş bulmuş, oturduğu yerde çalışıyor olmasından hoşnut, sık sık saatine bakarak, mesainin bitmesini iple çekmektedir. İşinden hoşnuttur. Hele ay sonunda aldığı ikinci maaşı karıcığının avucuna koyduğunda onun sevincini görmek, çektiği tüm sıkıntıları unutturmaktadır.

Zaten işinden hayli memnundur. Kötü tarafı; eşinden uzak kaldığı zamanlarda vaktin bir türlü geçmek bilmemesidir. Bir de o saatlerde nerede ve neler yapmakta olduğundan habersiz olmanın verdiği iç sıkıntısı… Saat başı telefon etmesinin bir sebebi, aşk olduğuna inanmak istediği olumlu, diğer nedenleriyse; kuşku, merak, endişe ve korku gibi olumsuz duygulardır.

Hayat, ilk aylarda, genç ve güzel hanımın isteklerini yerine getirmek şartıyla pürüzsüz geçmiş olup, yavaş yavaş monotonlaşmaya başlayınca, tek tük tartışmalar, sık sık kavgalara dönmüş, iş sarpa sarmıştır. Olaylar, hanımın ailesine yansıtılmış, ana baba da devreye girmiş, huzursuzluk körüklenmiştir.

En büyük sorunsa, hanımın bebek istemesi, diğerinin boyunu aşmış çocukları olduğu için buna yanaşmamasıdır. Asla çocuk istememekte:

“Benim boyumu aşkın çocuklarım var. Onların istikballerini temin edememişken yeni bir bebeğin mesuliyetini almak istemiyorum. Onu büyütecek halim de zamanım da yok! Vazgeç, bu sevdadan!” demektedir.

Nurhayat, hayat doludur! Arkadaşları gibi, beklentileri vardır. Bir oğlu, bir kızı olacak, ana olmanın hazzını yaşayacaktır. Haklıdır da… Kendi açısından Haydar Bey de haklıdır. Bu yaştan sonra, üstelik ilk evliliğinden iki kız bir erkek çocuk sahibi olduğu, evli olan büyük kızı bebek beklemekteyken, tam dedeliğe hazırlanırken, tekrar baba olmak komik ve saçma bir şeydir. Öyle bir şey olursa; dayısı veya teyzesi, torunundan küçük olacaktır. Hem o çocuk sahibi olmak düşüncesiyle evlenmek istememiştir ki! Bu zamandan sonra biraz mutlu olabilmek, dünyadan göçerken de hayatı doyasıya yaşamış, arzularını gerçekleştirmiş olmanın huzuru içinde ölebilmek istemiştir. Her türlü sıkıntıya bu yüzden katlanmış ve katlanmaktadır.

Evdeki pazarlık çarşıya uymaz, son kavganın sabahında, o henüz uyanmadan, eşi evi terk eder. Diğer odalardaki kolay taşınabilir eşyalar azaltılmış, gardırop önceden boşaltılmıştır. Haydar Bey’in tek kişiyle doldurduğu dünyası da onunla birlikte boşalmıştır.

Sabah sabah kalkmış, bize gelmiş. Kahvaltıdaydık. Onda bir telaş!.. Ne yapacağını soruyor. Babam da bu işin başından beri yanlış olduğunu anlatmaya çalışıyor. Kendisi de yanlışlığın ne olduğunu biliyor. Yine de avından vazgeçmek istemeyen avcı gibi ceylanının peşinden koşmak istiyor, komşusundan medet bekliyor.

Babam, özgürlüğüne kavuşan hiçbir kuşun geri gelmeyeceğini, gelse de fayda sağlamayacağını söylese de adam ısrar ediyor. Kırmamak için bir kere denemesini, olmuyorsa ısrar etmemesini söylüyor. Ne kadar üstelendiyse, ağzına lokma koymadan, sadece bir bardak çay içerek, doğruca karısıyla konuşmaya gidiyor. Genç kadın:

“Ne kadar yalvarsan, nafile!.. Ben seninle zaten paran için evlenmiştim. Gelmem!.. Sana son sözüm bu!.. Mahkemede görüşürüz!” diyor, anasına babasına arkasını dayayıp.

“Düğünde harcadım. Takı falan aldım, evlendikten sonra, kalanla da onun üzerine bir arsa… Bitti! Para suyunu çekti. Kadın gitti!” diyor, ağlıyor.

Aşağı yukarı her akşam bizde… Mide krampları başladı. Sıklaştı ve bir gece kan kusmaya başlamış, haber geldi. Ambulans çağırdık, sedyeyle alıp götürdüler. Çocuklarına haber verildi. Eski eşine söylemişler. Ertesi gün, hastaneye gittik, ziyarete. Bir de ne görelim? Hamile kızı, oğlu ve işin ilginç tarafı anneleri orada! Küçük kız, Eskişehir’de okuyor, duyurmamışlar.

Kadın kırgın, dargın, kederli ama hâlâ şefkatle bakıyor, eski eşine. Hiçbir şey olmamış, ilişkileri hiç kopmamış gibi dört dönüyor, etrafında. Adam yıkılmış, pişman, hasta ve mahcup… Soran bakışlarımızdan anlıyor, merakımızı gidermek için:

“Eski dost, düşman olmaz. Ne de olsa, çocuklarımın anası… Koştu geldi, yanıma! Geçti direksiyona! Bu araba yolda kalmaz, hocam! Allah razı olsun, ondan!” diyor, babama bakarak.

“Hatanın neresinden dönülse kârdır, Haydar Bey! Çok memnun oldum! Allah ayırmasın! Beşer, şaşar!” diyor, babam.

Erkekler, tutunacak dalları kalmadığında, muhtaç olduklarında çocuklarının anasının, en yakın dostları olduğunun farkına varırlar ve ona dört elle sarılırlar! Belki, denize düşenin yılana sarıldığı gibi, bazen… Bazen de gerçekten vefa abidesi olan kurtarıcılarına, yürekten ve sımsıkı… Yaşlılık veya hastalık zamanlarında daha itinayla bakması amacıyla olmalı:

“Adamın karısı, canının yarısı!..” derler, ona duyurarak ve gülümserler.

***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 189
www.kafiye.net