DİYORUM

Akşam yemeğinde, beklediğim gibi yağmur aniden indi. Camlarda tıkır tıkır, oluklarda şakır şakır ses vermeye başladı. Varoşlarda oturanların telaşını düşündüm. Bizim için mutluluğun sesleri, onlar için sıkıntının sinyaliydi. Kiremitlerdeki pıtırtıyı duyar duymaz telaşa kapılıyorlardı. Endişeli gözlerle tavana bakıyor, nemlenen yerlerin altına kovalar koyuyorlardı.

Bazı bacasız gecekondularda, soba borusu, duvarda bırakılan boşluktan veya pencere camlarından biri çıkarılarak yerine takılan teneke parçasının deliğinden dışarıya çıkarılıyor, iyi çekmesi için bir
dirsekle yükseltilip, üstüne dönerli bir şapka takılıyor; o nedenle yağmur çok yağmaya başladığında veya sepkinle soba borularından giren yağmur suyu, içinde biriken is ve kurumla kararıp, boruların eklentilerinden içeriye damlamaya başlıyor, altında ne varsa lekeliyor, oluşan leke, ne kadar yıkanırsa yıkansın, hiç bir zaman çıkmıyordu. O nedenle, böyle zamanlarda tedbir olarak, bel veren
borular düzeltilmeye çalışılıyor; laçkalaştığı için düzeltmek mümkün olmuyorsa, akan yerlere tellerle, teneke yağ veya salça kapları bağlanıyordu. Oralarda biriken kapkara sular buharlaştıkça, içeriyi rutubetli ve is kokulu ağır bir hava kaplıyordu. Zaman zaman teller çözülüp, kaplarda biriken sular boşaltılıyor, tekrar yerlerine asılıyordu.

Çoğu, az çimento kullanılarak dökülen briketten yapılan duvarlar, suyu emerek içeriye aldığı için, evlerin iç sıvaları kabararak düşüyor, oralardan akan kumun arkası kesilmiyordu. Somya ve
sedirlerin üstlerindeki, duvarlara dayanan yastıkların arkaları ıslanıyor, sık sık kurutulmaları gerekiyordu. Bu yastıkların arka yüzleri kısa zamanda çığıtlanıyor, bir süre sonra da çürüyordu.

İçlerine çektikleri is kokulu rutubetli hava, nemli ve soğuk yataklar, döşekler; özellikle akşamları, güneş çekildiği, hane halkı bir araya toplandığı için mecburen hep birden yakılan sobaların bacalarından çıkarak mahallenin üzerine kâbus gibi çöken kesif zehirli duman, yetersiz beslenme, özellikle de çokluk ve yokluktan, o yastıklara dayanan insanlar da zamanla, fakat refah içinde yaşayan çağdaşlarından çok daha hızla çürüyordu.

Belki normal yaşam şartlarında yaşayanlar veya dünyaya safa sürmeye gelmiş olanlar onları görmüyordu ama onlar, onları görüyor ve durumlarına imreniyorlardı. Kul hakkı diye bir şey vardı. Komşu açken tok yatmamak…

Yemekteydik. Hiçbir maddi sıkıntısı olmayan insanlardık. Arzu ettiğimizi alıp yiyebiliyorduk ve yağmurun sesi bize yemek müziği gibi geliyordu. Mahallemizde yoksullar var mıydı, bilmiyorduk. O anda, akşam olup da herkes evlerine çekildiğinde; ocaklardan, pişen yemeklerindirilip sofralara konduğunda, onların evini de tencerelerden, tavalardan yayılan nefis yemek kokuları kaplıyor muydu? Her öğün aynı yemekleri yemekten iştahları kesilen çocuklar mızırdanarak annelerinin eteklerini çekiştiriyor, canlarının çektiği, hayal ettikleri ama ne kadar sabırla beklerlerse
beklesinler, bir türlü pişirilemeyen yemeklere hasret kaldıklarını yana yakıla, lezzetlerini ballandıra ballandıra anlatıyorlar mıydı? Babalar, yorgun argın işlerinden gelip, ellerini yüzlerini yıkadıktan sonra yoksulluk tablosu halindeki sofralarına, gururları kırık, ezik, yıkık mı oturuyorlardı? Bahane
bulabiliyorlar mıydı, Allah suyuna pişen, etsiz, tatsız tuzsuz yemeklere? Acaba söylenebiliyorlar mıydı: “Hanım, yine mi makarna? Her zaman mı çorba?” diye?

Ya anneler… Ya onlar, karınları doyuncaya kadar yemek yiyebiliyorlar mıydı: “Ben yemeyeyim de çocuklarım yesin!” diye diye?

Bu ülkede uyuyamayanlar vardı. Kimi açlıktan, kimi hazımsızlıktan… Firavun sofralarına benzettikleri sofralarında neyi yiyeceklerini şaşıranlar, bilinçsizce tıkınıyor; sofradan kalkınca da
sığınamadıkları için maden sularına sarılıyordu. Doğru dürüst yiyecek bir şeyler bulamayan gencecik annelerin boş memelerine asılan bebeler, bırakıp bırakıp ağlıyordu. Çünkü karnı aç bebeklerin mideleri kazınıyor, karınları ağrıyordu.

Etli sütlü yiyemeyen babaların da çalışmak zorunda oldukları ağır işlerde dermanları kesiliyordu. Dertleri arttıkça sigaraya sarılıyor, efkârlandıkça yakıyor, yakıyorlardı. Zar zor kazandıkları
paralarını, ciğerlerini, sağlıklarını yakıyorlardı.

Sabahları, Merinos Fabrikası’nın önündeki kaldırımlar balgamlarla kaplı oluyordu. Servis araçları, işçileri getiriyor, orada indiriyordu. İşçiler, öksürüp tükürüyorlardı. Adım başı; sarı, yeşil, kahverengi, koyulmuş balgamlar… Kimi üzerine basılarak ezilmiş, kimi öylece, çıktığı ve taş zemine yapıştığı gibi duran yüzlerce balgam… Gerek hava kirliliğinden, gerek sigaradan, gerekse de boya ve apre kazanlarından yükselen buharlardaki kimyasal maddeleri, yün ve pamuk tozlarını mesai saatleri boyunca teneffüs etmek zorunda olduklarından…

Bunları düşündüğümde yemek yiyemez oluyorum. Düşünmek çözüm olmadığı gibi, hatırlamamaya çalışmak da çözüm değil. Herkes bir yoksulla yiyeceğini paylaşsa, aç insan kalmaz sanıyorum. En az Peygamber Efendimiz kadar paylaşımdan yanayım. Komünizmin en güzel tarafı olan gelir
eşitliğini, asırlar önce uygulayan, hayatı boyunca uygulamayı sürdürebilen tek lider!

Onlar, her ne kadar: “Din, insanları uyutan bir afyondur.” deseler de, gelirin eşit dağıtılması, paylaşımcılık, faizsiz borç alabilmek imkânlarının sağlanması, İslam’ın güzelliklerindendir. Asr-ı
Saadet’te, ne kazanıldıysa ortaya konur, herkese eşit dağıtılırdı. Karz-ı Hasen vardı. Güzel borç… İhtiyacı olanlara faizsiz verilen borç…

Eşitlikten yanayım. Tek tip konut yapılmasından ve herkesin, eşit şartlarda yaşamasının sağlanmasını isteyen bir Müslüman’ım. Adamın birisi, diğerlerinden farklı olarak, evinin üstüne, kubbe şeklinde, oda büyüklüğünde bir çıkıntı yaptığı için, orayı yıkıncaya kadar onun yüzüne
bakmayan; ‘Fakrım, iftiharımdır!’ diyen; yamalı giysi giyen, giysilerini elleriyle yamayan, isteyen veya isteyemeyen her ihtiyaç sahibine, gizli ya da açık, elinde ne varsa veren; kendisine armağan olarak işlenen, bir gün bile giyemediği son hırkasını, ashaptan birisinin istemesi üzerine, hemen üstünden çıkarıp ona veren En Yüce Peygamberin ümmetinden olduğum için son derece gurur
duyan biriyim!

İçim, İslamiyet sevinç ve heyecanı ile doldukça, ‘Akşamdan sabaha kadar zikirle Allah’ın af kapısının eşiğine yatıp kalsam; sabahtan akşama kadar tefekkürle, aşkıyla labalap dolsam!’ diyorum.

Altında kalmışım onca kul hakkının, küçük büyük binlerce günahın! Faydası olur mu ‘ah’ ile ‘vah’ın? Yaktığı ateşle yanıp Allah’ın, ‘Günde bin kez kömür olsam!’ diyorum.

Şaşırıp kalsa da tam yetmiş iki fırkası; sırtımda, her yanı yamalı derviş hırkası; cennette, can alıcı güzellikte rengârenk ipek hulleler olarak gelmesi için arkası, ‘Yolunu aşk ile bulsam!’ diyorum.

Vazgeçerek; maldan, mülkten, tapudan; eşyadan, paradan, yardan, yapıdan; O’ndan Ona açılan her kapıdan içeriye dalarak, ‘Payımı alsam!’ diyorum.

O/Nur/la yürünür, Allah yolunda! Cin, şeytan pır dönse de sağımda ve solumda, Sırat’ından geçip, melek kolunda, ‘Hakk’ın selamını alsam!’ diyorum.

DİYORUM

Akşamdan sabaha kadar zikirle
Eşiğine yatıp kalsam, diyorum.
Sabahtan akşama kadar fikirle
Serapa aşkınla dolsam, diyorum.

Altında kalmışım onca günahın
Faydası olur mu ‘ah’ ile ‘vah’ın?
Yaktığı ateşle yanıp Allah’ın
Günde bin kez kömür olsam, diyorum.

Sırtımda yamalı derviş hırkası
Cennette gelmesi için arkası
Şaşırsa tam yetmiş iki fırkası
Yolunu aşk ile bulsam, diyorum.

Vazgeçerek maldan, mülkten, tapudan
Eşyadan, paradan, yardan, yapıdan
Ondan Ona açılan her kapıdan
Dalarak, payımı alsam, diyorum.

O/Nur/la yürünür, Allah yolunda
Cin, şeytan pır dönse sağ ve solunda
Sıratından geçip, melek kolunda
Hakk’ın selamını alsam, diyorum.

Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ
www.kafiye.net