“Ekmek

Kızkardeşim ikimizin dar odamızda bir demir yatak, ders çalışmak için küçük masa ve iki tane bavul vardı. Kızkardeşim ev ödevini iyi yapamıyorsa kendimi suçlu hissederim. Bazen kız kardeşim ev ödevi yazdığında ben bavulun üzerine yazma işlerimi yaparım. Bavulun düz olmayan üzerinde yazmak hoşuma gidiyor-gezerek yazıyormuş gibi hayal ediyorum.  O yüzden mi, ben hayatım boyunca gezmiş gibi hisinden kurtulamıyorum? Sakinleşemiyorum. Bir yerde duramam, çok çabuk endişeleniyorum.

Ortak odadan dünden beri bir Rus yer aldı. Çok uzaktan- savaşın olduğu yerden gelmiş.  Annem mutfaktaki sandalyelere yatma kararını aldı. Yemek yapma işleri de çok azaldı…

-Ayna, Ayna, ekmek getir! Fişi unutmadan al!Kaybetme! Ekmeği yeme, ısırmadan getir! Duydun mu?…-diye annem konuşmasını bitirene kadar annem dikilen gri torbayı alarak koştum.

     Annemi anlıyorum. Biz bu ekmeği bol bol yemiyoruz ki, iki gün yememiz gerekir. O ekmeğin yarısını böler ve bize verir, yarısını ikinci güne saklar. Kendisi ise şehirdeki kanalı kazmaya gider.

 Bizim komşumuz da beraber çalışıyordu, ama açlıktan vefat etti.  Ben anneme: “Sen ölme, lütfen”-diye yalvarırım. Şimdi ise o subay da gelmiş, sadece o eksikti…


Ekmek almaya  gelenlerin çokmuş. İyi ki annem erkenden git demiş. Sıram gelene kadar  tabanımla orompoy  (oyun) çizdim,  atlayarak oynadım. Kızkardeşim belki ağlıyordur , acıktı ya… Sıram gelmiyor, ben suçlu değilim ki. Onun açlıktan ağladığını görmüyorum şu an, bu ise iyi..Son günleri kendimi üzmemeyi, kalbimi ağrıtmamayı, acımamayı , dikkat dağıtmayı öğrendim. Ben de acıkıyorum, başım ağrıyor, ama annem iş verirse, evden hemen çıkarım. Temiz havada, dikkat dağıttınca acıktığımı unutuyor gibiyim…

Sonunda benim sıram geldi, fişi verdim, karabuğday ekmeğini gri torbama koydum. Yine bir kere orompayı atladım, sonra eve doğru koştum. Yolda yini çizilmiş orompaylar varmış. Ne kadar görmezden gelip geçmek istesem bile  ayaklarım yürmüyor, gidemiyorum, atlatım. Yine…yine..yine bir kere

Açlıktan midem zil çalıyor!Kucağımdaki torbadan ekmeğin güzel kokusu geliyor, burnum gelen o güzel koku! O ekmeği aldım da yalamaya başladım. Bütün ekmeği yaladım. Ekmek bütündür, koparmadım, ısırmadım. Ama ben karnımı doyurdum. Sadece ben mi böyle akıllı? Tamam, eve gideyim. Anneme torbayı verdim ve kardeşim ikimizin odamıza gittim.

-Ayan! Gel buraya?-diye annem yazmakta olan konağın yanında kibarca çağırdı. Mutfakta doğru koştum. Annem hiç bir şey demeden yüzüme tokat attı. Sonra alçak sesle:

-Bunu neden yaladın, tükürük içinde kalmış?!-dedi ve aynı zamanda işaret parmağını dudaklarına koydu. Ses çıkarma, ayıptır anlamındaydı. Zaten ses çıkarmayacaktım, küsmeyecektim. Sadece “nasıl öğrendiğini” merak ederek kendi odama gittim. Kardeşim bir az açılmış kapıdan seyrediyordu. Ben de seyretmek istedim.Bizim önümüzde Rus subay sırt çantasındaki konserve et, karabuğday ekmeği, tereyağını aldı da, hepsini masaya masaya koydu. Onları çakısıyla açtı, kesti, sürdü ve yemeye başladı. Kardeşim ikimiz kapı deliğinden daha çok eğilerek onun ağzına bakıyorduk.  O subay ise bizi farketti. Gözlerini faltaşı gibi açmış, ağzındaki çiğnemiş olduğu yemeği yutamıyor, bakakaldı. Böyle pozisyonda esmer ekmekten iki dilim kesti ve üzerine konserve et koydu da bize uzattı.


…Biz hareketsiz durduk. Annem: “Yanına gitmeyin, bir şey sormayın, konuşmayın” demişti.Rus bize iki eliyle iki dilim ekmeği uzatıyordu ve aynı zamanda ağzındakileri yavaşca çiğneyerek boğulmamaya çalışıyordu. Bir anda kardeşim kapıyı açıp Rusa doğru koştu. O adamın elindekini hemen kopardı da odamıza geri koştu. Durdurmaya yetişemedim.  Ben hemen kapıyı kapattım. Kardeşim ikimiz için hayatımızda hiç olmayan bir “bayram” oldu. Ben kapı deliğinen o adama baktım. Onun verdiğini hiç bir şey demeden yememiz ayıptı. Teşekkür edersem, annem duyacaktı ve dövecekti. Subaya gözlerimi ayırmadan bakıyordum…

 Bu adamın yaptığı muamelesi benim için insanlığın ve ilgi göstermenin en yüksek seviyesiydi. Benim için özlemiş olan baba sevgisinin örneğiydi. Açlıkta verdiği bir dilim ekmeğe değil de, savaşa gitmiş olan babamın unutulmakta olan görünümüne ihtiyacım vardı.Onun  huzur içindeki gökyüzüne benzeyen mavi gözleri gelecekte gideceğim deniz gibi, ben bilmeyen,tanımayan  alem gibi geldi…

İki gün sonra gitmek için hazırlanmaya başladı. Ben ondan göz ayırmıyordum. Farketmiştir… Giderken o benim burnuma işaret parmağıyla dokunarak  gülümseyip şaka yaptı:

-Şimdi ben “büyük seyahete” gidiyorum,- dedi

Küskünlüğümü belli ettim ve yüksek sesle konuştum:

-Ben de gideceğim. Ben de seyahet etmek istiyorum! Siz nereye giderseniz, ben de oraya giderim! Biliyorum, siz savaşa geri dönüyorsunuz, beni de götürün!

Annem tutmasına rağmen ben ağlayarak ona doğru koşmaya çalışıyordum. Savaşın ne olduğunu nereden bilirim ki? Kahrolası savaşla ne işim var, seyahet etmek istiyorum! Beni dağa,göle götüreceğim diyen babamdan çoktandır mektup gelmiyor… İçimdeki hasretle gökyüzüne bakıyorum ve yerdeki savaşa da kendimi suçlu  hissediyorum… Ben sadece on iki yaşındaydım.  .. Annemle kardeşim benim hüngür hüngür ağladığımı anlamadan bakakaldı… Onlar benim iki gece uyumadığımı bilmedi bile.  Benim ilk kere aşk olduğumdan haberi bile yok. Midem zil çalmasına rağmen, canım bütün alemi sığdırmaya hazırdı!

  • Sağ olursam, mektup yazacağım,- diye katıldı.

Bekledim. Yazmadı…

Gülnar Emil   14.05.2021.
www.kafiye.net