BİR GECENİN DAHA SABAHA…



Bu gecenin karanlığını ay ışığı kısıtlarken, yıldızların bir dilek olup yandığı gökyüzünün içindeyim, hayaller işte tam olarak böyle hissettiriyor bana. Tek kelimeyle acayip. Bir gecenin daha sabaha bağlandığı noktada düşünmekten uyuyamadığım gecelerden birinde oturmuş yıldızları izliyorum. Acaba bu gece hangi hayali kursam? Uyuyamadığım gecelerin bir çözümü de bu aslında, hayal kurmak.

  Uyumak aslında bize öğretilmez değil mi? Fıtratımız gereği uykuya dalar ve bir süre sonra uyanırız fakat uyuyamadığımız zaman ne yapacağımız hiç öğretilmedi. Belki de herkes uyurken o soğuk yorganın altında güneş ışınlarının bizi bulmasını bekledik sadece ya da en basitinden uyuyamadığımız için bile azar yemiş olabiliriz. Bunlara karşın bir savunma mekanizması gerekliydi ve o da kitaplarda bile bulamayacağımız kendi hayallerimizdi.

  Oturup düşünmeye başladım ne hayal kuracağımı. Evdeki herkes uyumuş, sessizlik adeta soluk almayı bile yasaklamıştı. Pes edip yıldızlara baktığım cam kenarından kalktım ve yatağıma yürüyeceğim sırada çalışma masamdaki cam fanus takıldı gözüme. Annem almıştı bunu ve bana verdiğinde üzerindeki notta “Eğer bir gün dünyadan sıkılırsan kendini bu küçük dünyaya hapsedebilirsin.” Diyordu. İlk başlarda mantıksızdı bana göre ama bu gece çok anlamlı gelmişti.

  Fanusun içinde, yeşil otların üzerinde taştan merdivenler kıvrılarak bir kulübenin önünde bitiyordu. Kulübenin önünde kocama bir ağaç, uzun bir dalına kurulmuş bir salıncak ve o salıncakta sallanan bir kız vardı. O küçücük dünyasında çok mutluydu. Sadece salıncakta sallanmak bile özgür hissettirmiş olmalıydı ona.

  Yatağıma yattım ve gözlerimi kapadım. Kendi ütopyamın rotasını belirledim ve oraya doğru yola çıktım.

  İç sesim başladı bana hayallerimi anlatmaya.

“Huzurun adeta kokusunun duyulduğu,

 Mutluluğun gülüşleri aştığı,

 Sevincin kuşlarla kanat çırptığı,

 Kafamda kurduğum öylesine bir sahne dünya işte.

   Aslından ütopyamdaki dünyanın temelleri bu şiirde saklı.  Çocukların yönettiği bir dünya hayal edelim. Düşerken bile güldüğümüz en ağır acımızın aşk acısı olduğu bir dünya. Genç beyinlerin, açık görüşlerin, yaratıcı fikirlerin havada uçuştuğu ve özellikle de dikkate alındığı bir dünya. Fikir belirtenlerin hapse atılmadığı veya susturulmadığı, savaş gibi saçma egoların beslenmediği, bir karınca tanesine bile değer verilen bir dünya yani aslında günümüzün çok aksi bir dünya… Hayali bile huzur veren bir oluş gerçekte kim bilir nasıl olurdu.

   İnsanların bencilliklerinin sıçramadığı bir doğa, nankörlüklerin hüküm sürmediği hayvanlar ve hiçbir kötü duyguya yenilmeyen bir hayat cennetten farksız olurdu herhâlde. En büyük suç kalp hırsızlığından, yemekte üzerimize dökülen ketçaba kadar olsa mesela. Herkes birbirini sevmek zorunda değil ama en azından saygı duysa. Eğitim sistemimiz aklını başına getirse de ‘Ben ne yapıyorum yav bu çocuklara?’ dese, herkes şapkasını önüne alıp ‘Bu çocuklar neden burada okumak istemiyor, neden kaçmaya çalışıyorlar veya neyden kurtulmaya çalışıyorlar?’ diye bir akıl yürütülse ve öğrencilerin istemediği dersler onların zorla kafasına sokmaya çalışılıp aptallaştırılmasa. Derslere değil, öğrencilerine değer verse bu eğitim sistemi herhalde büyük sorunlardan biri kalkmış olurdu. Çocukların öğrenme hevesi gelir ezberlemek yerine anlamlandırmaya, o oluşumun nedenini bulmaya harcarlardı genç beyinlerini, sınavı nasıl geçeceğim korkusu, anlayamadığı dersi ezberleme baskısı üzerinden kalktığında. Kendi üretimimizi yapsak dış ülkelere bağlı hale gelmesek, elimizi sildiğimiz mendillerimizden bile alından vergiler birilerinin saraylarındaki doğal gaza gitmese ve halkın sürünmesine neden olmasa, insanlar geçmeyeceği köprülerin vergilerini vermese. Keşke insanlar parayı yönetse de paralar insanları yönetmese, kişisel değerler kötü niyetli insanların elinde oyuncak olmasa, çocuklar nasıl yaşayacağım yerine nasıl öğreneceğim ya da ne oynayacağım sorusunu sorsalar bir şeyler düzelirdi belki.  Dediğim gibi bunlar sadece hayal olmakla kalacak şeyler. Ve daha insanların sebep olduğu trilyonlarca sorun. Hayallerimiz gerçeğe dönüşseydi insan hiç var olmamış ve 16 yaşındaki birine bu cümleleri yazdırmamış olurdu hayat ya da ölmüş ve cennette sefasını sürüyor olurduk yoksa oksijensiz ortamda yaşama ihtimali bunların gerçekleşme ihtimalinden daha fazla maalesef.

  Hayal kurmak da güzel tabii ama gerçeklerle yüzleşmek de hayatta kalmamızı sağlayacak temel etmenlerden. Bunlar olacak ve daha fazlası da gelecek başımıza. Şu an genciz bunlar var, yaşlanınca da olmaya devam edecekler ve bizim her bir kırışıklığımızın sebebi olacak sorunlarla karşılaşmış olacağız. Hepimizin sonu aynı, bazen bir gülümsememiz bin ağlamamaktan beter olacak bazense hayatın bizden alacak bir gülümsemeye yüzü olmayacak. Hayat… Acayip değil mi sizce de?




Zeynep  Doğan
www.kafiye.net