NÂYIN İNİLTİLERİ

Âlemleri kuşatan, gönülleri nûş eden büyük sırrın sesisin sen ey âşık ney. İnlersin, aşk nefesiyle üfleyen nefeslerle .. Nerede üflenirsen coşarsın, Hakk’a âşık gönüllerle ..Ki bulunulan ortamın nâhôşluğuna inat, kendi aşkının yanık, buğulu nağmelerini, ıpıl ıpıl yağan rahmet damlaları misali düşürürsün, düşmüş yüreklere… Kaldırırsın onları şefkatle göklere, alırsın kanatlarına… Uçurursun dinginleştiren hû sedânın yücelerindeki dalga boyutlarında buut buut .. Ey aşkın yanık sesi ney.. Sen “hû” nefesinle azgın bir at gibi şâha kalkmış nefeslerimizi tatlı nağmelerinle ne de şefkatle yatıştırır, terbiye edersin.. Çal ney, içli içli yanık yanık inle firkatinin âteşiyle..  Aşkı anlat Hakka hasret gönüllere ..

Ney ile ilgili rivâyetlerden biri şöyle … Efendimiz (s.a.v) Hazretleri mi’râcda İlâhî güzellikleri temâşâ ettikten sonra, içine düşen aşk âteşinin şiddetine dayanamayarak sırrı damadı Hz Ali’ye nakleder.  Bu kez aynı aşk âteşinin şiddetiyle O’da yanmaya başlar için için…Ve sonunda tahammül edemez hale gelir ve kızgın çöllerde âh u figân dolaşır iken yolu kör bir kuyuya düşer.. Yüreğini yakan, kavuran İlâhi sırrı ifşâ etmek istemez ama öyle bir aşkla “hû” çeker ki aşkın sırlı, yanık hû sesinden kör kuyu dirilir ve âb-ı hayat gibi sular fışkırmaya başlar. Öyle ki kızgın çöl bu dirilişten, uyanıştan ve aşkın Hû ve Hayy nefesinden nasîbini alır.  Üzerinde ağaçların kamışların cömertçe boy gösterdiği bir vahâ haline gelir.  Ve erbâbının elinde o içi boş kamışlar koparılır, işlenir, şekil alır ve dile gelir nây, aşkın nefesinin “hû” sırrını ifşâ etmeğe başlarlar ehliyle birlikte..

Aşkın hû sesi olan nây ile ilgili Hazreti Dâvut için de rivâyetler vardır.. Şöyle ki..Hazret-i Dâvut bir gün sazlıktan geçerken hafif bir rüzgar eser.  Birden kamışlar da dile gelir ve yanık yanık hû sesleri çıkarmaya başlarlar.. Ama ne İlâhî bir ses, ne yanık bir terennümdür bu.. Hayrân olmuştur Hazret-i Dâvut aşkın hû sesine.. Dinler,  bu sesi içine çekercesine.. Kilitlenmiştir kamışların büyülü nefesine.. Ve dayanamaz gider hemen kamışlardan birini keser, başlar üflemeye.. Öyle bir aşkla üfler ki, içi boş kamış O’nun hikmetli ellerinde dirilir ve birlikte İlâhi aşkın muhabbetini terennüm ederler. Yana yana, birlikte aşkın hû sesini dağlarda, ormanlarda salıverirler sadâlarıyla.. Kurtlara, kuşlara, ağaçlara aşkı söylerler, .. Ölü toprağa aşkın hû nefesini üfler de dirilir aşkla toprak.. Uyanır, uyandırır tabiatı, güzelim, rengarenk çiçekleri, böcekleri, kurtları, kuşları doğurur ölü bedeninden… Aşkın enva-i çeşit renkleriyle aşkı anlatır ve aşkı terennüm eder ân be ân..

Mevlânâ’ya göre ise, insanı göklere doğru yükselten, onu meleklerle arkadaş eden ve âlemlerin Rabbinin huzurunda sevinç içinde bulunduran işte bu aşktır. Çünkü insan aslı i’tibarıyla o yücelere âittir; onun aslî vatanı ve şehri bu fânî dünya değil, ötelerdeki o bâkî ve gerçek olan âhiret âlemidir. Bu yüzden Mevlânâ şöyle demektedir:

“Göklerdeydik biz, meleklerdi yârimiz.
Yine gideriz hepimiz, orasıdır asıl diyârımız”

Bu ilahî aşkın sesi, her nefeste sağdan, soldan kâinâta aksetmiş olduğu halde, herkes onun sesini duymaya güç yetiremez. Âşıklardır aşkın hû sesine mazhar.. Dinlerler gönülleri titreyerek kendilerinden geçercesine..

Âh aşk..Âh aşkdan..
Ne kitablara sığan, ne kalemle yazılan.
Sınırsız uçsuz, bucaksız bir ummân.
Âh ney âh neyzen,
Yanık bir feryat ki âşıkların sarhoşluğunda,
Âhlarının, hû nefeslerinde duyulan..
(Sevim’in kırık incilerinden)

İşte şu beyittedir Mevlânâ’nın gönül kulağına akseden aşkın hû sesi :

“ Her solukta aşkın sesi gelmede sağdan soldan ;
Göklere ağıyoruz biz, yok mu seyredecek olan”  sözleri aşk boyasında boyanmış bir terenümle âşıkların gönül kulaklarına fısıldanıveriyor coşkuyla… Ve devam ediyor aşkla, aşkı fısıldamaya, İlâhî aşka susamış Hakk âşıklarının gönül kulaklarına…Ve ekliyor aşıkların bülbülü Mevlânâ Hazretleri:

“Ey aşk sözünü sadece duymuş olan, bir de aşkı gör. Duyanın hali nerede, görenin hali nerede? ”  “Aşk geldiği zaman, aklın bütün soru ve cevapları, aşkın mihengi karşısında anlamını yitirir.

“Aşkla döner felekler, aşksız batar gider yıldızlar. Aşk yüzünden “dal” “elif”e döner, aşksız elif”ler dal”lara benzer.”

Ve aşkın rengi al’dır. Öyle bir al ki“Kan perdeleri altında sümbüllenen aşkın kıpkırmızı gülistândır bedeli…  Buna en güzel önek de abdestini, aşkın al kanıyla alan, al kefeni, ma’şûkuna vuslat elbisesi olan ve şehit tahtında meleklerce kına gecesi kutlanan Hallacı Mansûr’dur ki gönüllerde apayrı bir yeri olan gerçek aşk şehididir O… Türkler tarafından sevilip benimsenmiş bir büyük gönül ve aşk adamıdır. O, dost yoluna postunu cömertçe seren ve can bedeliyle canana erme sırrına eren bir bezm-i elest sarhoşudur! ..

İşte böyle… Evrende ne varsa zerreden kürreye herşey, aşkla vucût bulmakta, aşkla dönüp durmakta ve aşkla can pahasına vuslat bulmaktadır..

Âh AŞK… Üç harf bir kelime… Cenâb-ı Hakk’ın kâinattaki her şeye koyduğu muhabbet kânunu karşısında ezen, yoğuran, âh minel aşk….  Artık o Hallâcın “enel hak” dediği sözün özü, sözlerin közü, o Nesimi’nin cübbemin altında  “Allah’tan gayrisi yoktur”  dediği noktadır. Bedel olarak gerek can başı verirsiniz, gerek gözyaşı… Ve Sırları ifşa etmek noktasında da aşk malolur avâma…

“Senin aşkın tesbîhimi kaptı elimden, beyit verdi, gazel verdi.
Nice lâ havle çektim, tövbe ettim, gönül dinlemedi.
Aşk yüzünden gazel söyleyip el çırpmaya başladım,
Senin aşkın ar, namus bırakmadı, yaktı her şeyimi .”…

İşte âşık neyzenin nefesiyle dile gelen yanık sedâlı ney de Sevim’in dilinden bakın neler söylüyor..

Ben hasretten yüreği delik deşik bir neyim
Kamışlıktan koparılalı ah u figân eylerim.
( Sevim’in kırık incilerinden)

Ney’in üzerindeki dokuz boğum insanın sadece misafir olduğu dünyaya dokuz ayda yolculuk ettiğini,  üzerinde yedi nokta perdesi insanın kemale erme yolunda yedi nefis kademesini belirler ki bunlar:

** nefs-i emmâre, nefs-i levvâme, nefs-i mülhime, nefs-i mutmaîn, nefs-i râzıyye, nefs-i marzıyye, nefs-i sâfiye’dir.** Dolayısıyla ney de insân-ı kâmilin yekdiğeri bir temsilcisidir. Çünkü ney kamışlıktan kesilip koparılmış, göğsüne ateşle yedi delik açılmış, başına ayağına, hattâ boğumları arasına mâdenî teller ve halkalar takılmış, koparıldığı rutûbetli vatanından ve sevgilisinden mahrum kalmış, bundan dolayı sararıp, solmuş ve neyzenin nefesinde aşkın “hû” sesiyle hayat bulmuştur.

“Nâyı dinle ki bak neler neler der.
İlâhî aşk sırlarını tekellüm eder.
Yüzü sararmış vatan hasretiyle,
Neyzenin nefesinde Hudâ Hudâ der..(Mevlânâ kuddise sırrûh)

ÂH NÊY ÂH NÊYZEN

Sen söyle sırdaşım ney, ben dinleyeyim.
Hüzzamla dolaş, ruhumun sokaklarında.
Yanık sedân semâlarda kanat çırparken,
Uçur beni de hüznünün kanatlarında.

Ey sırdaşım ney, niye yanık yanık inilersin
Hıçkırığın göğe vardı, gök kubbeyi mâtem sardı
Ben yârinden uzaklarda, sen gurbette garipsin.
Gel, hû çekelim senle, âhımızı gökler dinlesin.

Çal nêy uğrun uğrun , çal da dinleyeyim.
Dertlerimi sökün eyle, ah u zâri inleyeyim.
El ne bilir halden, derdim gizli derinlerde.
Çal da, bir tek hallerimi yanız sana diyeyim..

Yedi yerden dağladı, beni de yaktı kader
Deşti, kanattı yâremi, gönlümü etti heder.
Beni o nazlı yâr, seni neyzen meşkeder.
Götür beni de götür, yârin sokaklarına..

Aklımı meczûb eyledi, inleyen nağmelerin.
Sanki sevda çerağı, o hüzünlü didelerin.
Şerha şerha tutuşturdun, emân ver, yaram derin.
Üfle neyzen üfle nêyi yansın tutuşsun cihân

Dindir nêy hicrânımı rûhum sükûna ersin.
Aşk meyinden içenler, postu yoluna sersin.
İnleyen nağmelerin vuslata ruhsat versin.
Döndür nây döndür de varayım sultanıma

Âh nêy, âh neyzen, çâre ol figânıma,
Hasrete yaktın ağıt, od tıkadın cânıma.
Gözyaşının ummânı aktı aşk u kânıma
Kandır nêy kandır nêyzen ah u piryânlarımı.

“O yaralı bir ney ki her fasılda ayrı şiir, ayrı sedâ
Ne âşıktır ki O, her notada ayrı cilve ayrı edâ “
Âh aşk..Âh aşkdan..!
Ne kitablara sığan, ne kalemle yazılan.
Sınırsız, uçsuz, bucaksız bir ummân.
Âh ney, âh neyzen!
Bir feryat ki âşıkların sarhoşluğunda,
Âhlarının, hû nefeslerinde duyulan.

( Şiir: Sevim’in kırık incileri)

Sevim Çiçek KARADENİZ
www.kafiye.net