Bir Köyü Olmalı İlla İnsanın- 3

Ne mutlu olurdum okullar kapanıp, üzümler olgunlaşmaya başladığında, işlerin çok yoğun olduğu yaz aylarında köyden gidip gelmek zorunda kalmamak ve üzümlerimizi de beklemek üzere; O sanatını yaptığı at arabası üzerinde konuşturmuş meçhul ressamın şaheseri, seyre doyamadığım harika resimlerle süslü, aşklarım doru ve kır atlarımızın çektiği at arabamıza yüklediğimiz azıcık eşyamızla; İki göz nohut oda ve önü açık bir bakla sofadan ibaret küçücük bağ evimize taşındığımızda.

O hiç unutamadığım, cennet yıllarım olduğunu şimdi anladığım çocukluğumda, bağımıza şırıl şırıl akan berrak bir dere boyunca at arabamızla uzun bir yolculukla gidilirdi.

Ne çok zaman oldu öyle berrak bir derede hayran hayran taşların yosunsu rengini seyrederek yürümeyeli. Hayatta ne çok güzelliği unuttuk, hayatın asıl güzelliklerini ıskalıyoruz artık ne yazıkki. Derenin iki kenarında yol boyunca, uzun dalları serin sulara sarkan, yolumuzu gölgeleyen söğüt ağaçları vardı. Arabamızın üzerinde hayallere daldığım yolculuk boyunca, söğüt dalları yüzüme çarpıp döverek bazen korkutur, bazen de usulca saçlarıma, yanağıma dokunup çok başka hayallere sevk ederek muzip muzip güldürürdü.

Atlarımızın arada bir burunlarından korkutan, şiddetli soluma sesleri çıkararak nazlı nazlı ilerlediği, ayaklarımı sarkıtıp dereyi seyrettiğim, kumru sesleriyle hepten doyumsuz bir güzelliğe bürünen yolculuğumuz hiç bitmesin isterdim. Evimize yerleşir yerleşmez de bakmakla yükümlü olduğum Melek kardeşimi alıp dereye kaçardım. O yıllarda radyodan dinleyerek çok sevdiğim Şenay’ın sev kardeşim elini ver bana şarkısını, paçalarımızı sıvamış derede mutlu mutlu yürürken, elini tuttuğum Melek kardeşime söylerdim. Kardeşim büyülenmiş gibi şarkıyı dinler, kocaman badem gözlerini yüzüme dikip masum masum “Ablacığım bu şarkıyı benim için sen mi uydurdun?” derdi.

Bağ evimizde gündüzler yoğun işler nedeniyle oldukça yorucu geçerdi. Her sabah babam her birimize iş bölümü yapardı. Altı numaralı küçük çocuk olarak bana olgunlaşmaya başlayan üzümlerimizi yemesinler diye kuşları kovalama işini verirdi. Türkçe kitabındaki hikayesinden bildiğim, dayısının çiftliğinde kargaları kovalama görevi verilen Atatürk’le aynı işi yapıyor olmaktan için için gurur duyardım. Çok küçük yaştan itibaren tam bir radyo çocuğu olduğumdan küçük radyomuzu kucağıma alır akşama kadar müptelası olduğum radyo tiyatrosunda büyük aşk hikayelerini, arkası yarınları ve müzik programlarını dinleyerek bağımızın etrafında dolaşırdım. Aç mı kalsınlar düşüncesiyle kuşları da hiç kovalamazdım.

Hikayeleri dinlerken hayalimde canlandırır, kendime roller seçer öyle hayallere dalardım ki öğlen ve akşam yemek hazır olduğunda annemler sofraya gelmem için seslendiklerinde hiç duymazmışım, yanıma gelip dokunmaları gerekirdi. İçlerinden birilerinin; “Bu çocuk çok tuhaf, farklı bir alemde yaşıyor sanki, Ömer dedesine çekmiş galiba, onun gibi çok dalgın“ dedikleri kulağıma çalardı.

Anlatılanlardan bildiğime göre eşi Ayşe nine bağda yemesi için yiyeceklerini heybeye koyar, atına bindirip uğurlarmış. Ömer dede öyle dalgınmış ki bağa gitmek yerine atı kendi bildiği yoldan farklı yerlere götürürmüş sık sık. Hatta bir keresinde öyle dalmış ki kendine geldiğinde Alaşehir’de bulmuş kendisini. Dalgınlığı ve pek iş yapmak istememesi yüzünden sık sık kızar eline maşayı alıp kovalarmış Ayşe nine. Ömer dede isten simsiyah olmuş ocağın içine saklanırmış. Çok esmer olduğu için ocağın içinde belli olmaz Ayşe nine hiç bulamazmış. Babamın dedesi ve ninesi olduklarından onları hiç görmedim ama ısrarla anlattırdığım, hayalimde canlandırdığım hikayelerinden aynı zamanda yaşamış kadar tanıdım, çok sevdim.

Yazmak istememin bir sebebi de kendi yaşanmışlıklarım, duygularım kadar ailemin köklerini, büyük dede ve ninelerimizi gelecek nesillerimizin tanımasını istemem. Mekke’den çok küçükken getirilen Ömer dedemizle ilgili tek bilgimiz, tek hatırladığı şey olan anne babasının isimlerinin Selim ve Halime oluşu ne yazıkki. Ömer dedemizin iki oğluna İbrahim ve Selim adlarını, İbrahim dedemizin de üç oğluna sırasıyla Mustafa, Mehmet ve Ali, kızlarına ise Ayten, Hatice ve Ayşe isimlerini vermiş ve bu İbrahim, Mustafa, Mehmet, Ali ve Ömer isimlerin kuşaklardır, kesintisiz babadan oğula, torunlarda hala korunuyor olması çok ilginç ve çok güzel. Babam ve Mustafa Ağabeyimin oğlu ve torununda Mehmet, Mustafa olarak sürüyor hatta çok şükür.

Hatice halamız ve Ali amcamız başta olmak üzere aileden bazı kişilerin gördüğü odayı yeşil ışıklarla ve kuş cıvıltılarıyla dolduran, Ali amcamızın düştüğü alkol tuzağından kurtulup namaza başlamasına da vesile olan rüyalar ürperten güzellikte. Hatice halamızın rüyasında ay ve güneşle birlikte evine gelip hadi birlikte namaz kılalım diyen, ak sakallı, yeşil sarıklı evliya dedemizin kim olduğunu bilebilmek için neler vermezdim!.. Biz öğrenemesek de, kimbilir, belkide bir tarihte benim gibi eski, farklı güzelliklerin, değerlerin peşinde, ninesi gibi aşık, meraklı bir torunum yazdıklarımı okur ve belki o da ilavelerle devamını yazar. İnşallah.

Hem genlerini, hem de küçücük yüreğime ektikleri sevgi tohumları ve özellikle de örnek hayatları ile öğrettikleri değerleri taşımaktan onur duyduğum, çok sevdiğim dedelerim ve ninelerim de onları unutmamam ve unutulmalarına gönlüm el vermediğinden yazarak ölümsüzleştirme, minnet borcumu ödeyebilme gayretim nedeniyle sevinçlidirler inşallah.

Bağ evimizde, işlerimizde yardımcı olmak üzere bizimle yaşayan çok sevdiğim Ali amcamız ve ailesi, ben doğmadan vefat eden Mustafa amcamızın bizimle büyüyen oğlu ve kızı olan Erdem ağabeyim ve Nihal ablam da olduğundan üç sofra olurduk. Bütün gün çalışıp yorulmuş olan aile fertlerim, yine anneciğimin hangi arada fırsat bulup yaptığını bilemediğim, evimizin önündeki toprak fırında pişmiş siniler dolusu muhacir böreği, bağımızın kenarındaki bahçemizden toplanmış patlıcanlardan yapılmış lezzetli dolmalar, sarı kız ve ala kız ineklerimizden sağılmış sütten yapılmış yoğurt, ayran ve illa üzerine üzüm ya da erik hoşafı, bazen de tarlamızdan olgunlaşıp olgunlaşmadığını çakıyla pencere açıp bakarak kontrol ettiğimiz, pamuk tarlamızdaki artezyen kuyumuzun buz gibi suyunda soğutulmuş karpuz, kavun olan akşam yemeğinde hiç çalışmamış gibi dinç, iştahlı ve neşeli olurdu. Sevdiğim yemekler olduğunda, yemek sonrası ettiğim, “Şükürler olsun, Allah’ımız bereket versin, yarın yine böyle güzel yemekler versin!” duama her seferinde gülerlerdi.

Yemekten sonra yine toprak fırında közlenmiş kendi mahsulümüz mısırlar yenir, çaylar içilirken tıpkı Ömer dedemiz gibi çok güzel bağlama çalan, türküler söyleyen, çok sevdiğim yakışıklı iki numara Ertuğrul ağabeyciğim bağlamasını eline alır hepsini bildiğim türkülerinden birini çalmaya başlardı. Dört numara maviş gözlü, yufka yürekli Mustafa ağabeyciğim de kaşıklarla eşlik eder, ben de cıvıl cıvıl çocuk sesimle türküleri söylerdim.

Komşu bağ evlerinden duyarak dinlemek üzere misafir gelenler olurdu. Uzaklardaki bağ komşularımızla o yıl üzümlerin az mı yoksa çok mu olduğu bilgisi şifresini bildiğimiz silah sesleriyle verilirdi. Üzüm az ise, tak diye ses çıkan tek el silah atılır, bu üzüm az demek olurdu. Çok ise tak tak tak diye devam eden peş peşe atılır ve bu da üzüm çok çok çok demek olurdu. Bereketli Gediz ovasında o ıssız bağ evlerinde, kapımız bile kilitli olmazdı. Evli olan bir ve iki numara ağabeylerim eşleri yengelerim ve bebekleri yeğenlerim ile çardaktan evlerinde yatarlardı hatta. Geceleri çakallar ulurdu, sırtlan gördüklerini iddia edenler olurdu ama biz hiç korkmazdık. Herkes birbirini tanır, kimse kimsenin malına göz dikmezdi. Yüce Allah’ımıza inancımızın ve kocaman ailemizin verdiği güven de o kadar büyüktü demek ki.

Çınar Babacığım

Babası tarafından sevilen ve pek çok küçük kız gibi babasına aşık bir küçük kızdım. Yorucu, zor hayatımda bunun avantajını çok yaşadım çok şükür. Hiç doyamadığım ve hiç unutmadığım, yemyeşil bağların arasındaki o şirin bağ evimizden, Alaşehir’den dönecek olan babamı getirecek trenin saatini bilir, daha tren bağların arasında görünmeden yola çıkardım. İncecik toprak patika yoldan tren yoluna doğru koşar babamı karşılardım mutlaka. O da benim karşılayacağımı bilir bana rengarenk şekerler, bazen de minicik renkli mika bebekler getirirdi. Bir mendilin içine kundaklanabilecek kadar küçük bebeklerdi o mavi pembe mika bebekler. Ne güzellerdi, ne çok severdim.

Aradan kırk beş yıl geçtiğinde artık babam seksen beş, ben elli iki yaşımdaydım, otuz beş yıl sonra gittiğim gibi tek başıma sılaya dönüş ve onları yanıma almamla üç buçuk yıl birlikte yaşamak nasip olmuştu yıllar sonra yeniden ve her çarşıya çıktığımda ben ona rengarenk çok sevdiği şekerlerden getirmeye, o ise balkonda yolumu gözlemeye başlamıştı.
Onlar benim elimden tutarken, hastaneye, çarşıya, pazara gittiğimizde düşmesinler diye ben onların elinden tutar olmuştum. Hayatta sadece ekilenin biçildiğini çok erken gösterdi bana Rab’bim anne babam ve evlatlarımla yaşadıklarımdan da çok şükür. On üç yaşımdaki iki yıllık talihsiz sürecin örselenmişliği dışında babamla ilişkim hep iyi oldu ve hala öyle şükürler olsun. Babasının kızları hayata daha sıkı sarılırmış, çok daha güçlü olurmuş. Zaman zaman azıcık su koyuversek, yelkenleri düşürsek de öyle de oldu gerçekten çok şükür.

Her yıl bağ bozumu tam bir şenlik olurdu. Çevre illerden gelen yatılı amelelerin kızlarından yeni arkadaşlarım olmasına çok sevinirdim. Kurban keserek kazanlarla yemekler yapılıp yatılı amelelere ziyafet vermek sonraları unutulan güzel bir geleneğimizdi. Üzümlerin kurutulacağı sergi yerleri otlardan temizlenir büyük bir çukurda hazırlanan özel bir çamurla sıvanarak hazırlanırdı. Ameleler tarafından kesilen üzüm salkımları özel dereceyle hazırlanmış potasyumlu su bulunan büyükçe bandırma kazanında küfelerle bandırılarak metal, oluklu özel bir tabla üzerinde suları süzüldükten sonra bu kez de serilmek üzere sergiye taşınırdı.

Güneşte kuruyan üzümlerin alt üst edilmesi, kuruduğunda salkım saplarının tırmıkla ayrılması, küçük çöplerin de yüksekçe bir varilin üzerine çıkarak küfeyle yavaş yavaş dökmekle rüzgarla savrularak ayıklanması ayrı ayrı maharet isteyen emeklerdi. Rüzgar kesildiğinde yeniden esmesi için Haydar Haydar es es diyerek bir tekerleme söylenmesinin kimbilir nasıl bir sebebi hikmeti vardı. Kuruyan üzümler sıkıca çuvallara doldurulup üst üste yığılırdı. Ailecek verilmiş bir yıllık büyük emeğin sonucu çok değerli olan ailenin geçim kaynağı mahsulümüzü seyretmek büyük keyifti. Hele birde devlet güzel fiyat vermişse değmeyin keyfimizeydi.

Tabii her yıl aynı olmazdı. Bazı yıllar tam bağlar açarken ayaz olur, soğuk vurur, ürün yarı yarıya düşerdi. Bazen de çok yağmur yağar salkımlar pornos denilen bir hastalığa yakalanırdı. Ya da her şey yolunda gidip tam üzümleri sermişken yine yağmur yağar kuruması gereken üzümlerimiz ıslanırdı, Üzerlerini rüzgara rağmen naylonlarla örtmeye çalışmak ne büyük stresti. Anneciğimin kurumuş üzüm yığınlarımız ani bastıran yağmurdan ıslanmasın diye yorganlarımızdan bile vazgeçip üzümlerimize örttüğünü hatırlıyorum. Hele bir keresinde üzümlerimiz sergideyken gece yarısı kedimizin yavrularını alıp gelip annemin göğsüne koymasıyla bizi uyardığı o sel felaketi ne korkunç olmuştu. Çamurlar içinde kalan üzümlerimizi tekrar toplayıp artezyen kuyumuzda yıkayarak yeniden kurutmaya çalışmıştık ailecek. Uğraşmasak bir yıllık emeğimiz heba olacak, sonraki bir yıl ne yiyecektik, zarar büyüktü ve ne kadar kurtarsak kardı.

Mahsullerimiz satılırken bağımızda kalan neferge üzümlerden pekmez kaynatma günleri doyumsuzdu. Özel teknelerde çuvallara koyup çiğneyerek çıkarılan şıralar Kemaliye köyü tepelerinden kazılıp getirilen özel pekmez toprağıyla kazanlarda kaynatılırdı. O muhteşem kokuyu ömrümce unutmadım. Kazanların etrafında çömelerek heyecanla bekler, boşaltılan kazanları yalamaya doyamazdık. Aklımda oynarken söylediğimiz “Dolapda pekmez, yala yala bitmez!” tekerlemesi olurdu. Arılar da vızıl vızıl şölene dahil olur, kısmetlerini almaya çalışırlardı. Son partide kazanlara bağımızın kenarındaki ağaçlardan topladığımız ayvalar dilimlenerek eklenir, reçel, peksimet yapılırdı. Bir kış boyunca yiyeceğimiz olacak olan bahçemizden toplanmış sebzeler kurutulur, salçalar yapılır, susamlar büyükçe iki özel taş arasında ezilir, pekmezle karıştırıp yenmek üzere hazırlanırdı. Bahar aylarında taze asma yaprakları salamura yapılmış olurdu. Kışlık nevalelerimiz hazır olduğunda okullar açılmadan önce köyümüze dönerdik. Allah’ımız ne verdiyse hesabımız yapılır, harcamalarımızda önceliklerimiz belirlenirdi. Anneciğim yine avluya kurduğu odun ateşi ocaktaki kazanda rengi solmuş eski siyah önlüklerimizi kumaş boyası ile boyayarak yepyeni haline getirir; Ablamın küçülen elbiselerini biraz onarımla benim üzerime göre yapardı. Ağabeylerim de büyükten küçüğe doğru birbirlerinin küçülen pantolon ve gömleklerini giyerdi. Bayramdan bayrama, o da paramız varsa yeni elbise alınırdı ama onlar da çok değerli olur, kıymeti bilinirdi.

Tren vagonu kiralayarak Afyon Karahisar’a satmaya gittiği karpuzlarımız çok para edince hepimize rengarenk montlar alıp gelmişti bir bayram öncesinde babacığım. Nasıl da bilmişti hepimizin bedenini. Önce sana yok deyip korkutmuş, yaygarayı basınca arkasına sakladığı en güzel, masmavi renkte benim için olanı sevinçle çıkarıp uzatmıştı. Belki bu yüzden ona en sevdiği meşhur Boz dağın deri tulum peynirini ve giysiler alıp sevindirmek en büyük mutluluk şimdi. Rab’bimiz sağlıklı, uzun ömürler versin, çınar ağacı gibi gölgesi üzerimizden eksik olmasın inşallah. Amin.

İlkokul öğretmenim İsmail Soykan babamdan sonraki ikinci aşkım olmuştu. Ne güzel konuşur, ne hassas davranırdı bize. O beni daha çok sevsin diye daha çok çalışırdım derslerime, sürekli kitap okurdum. Gazi eğitim enstitüsünü kazandığı için gideceğini öğrendiğimde ilk hüznümü yaşamıştım. Tahtaya adresini yazıp hepimize sevgiyle bakarak nasıl da duygulu veda etmişti. Sonraki yıllarda neredeyse her yıl gelip kasabamızı, tanıdığı kişileri ziyaret etmişti. O yıllarda eğitim de daha iyiydi sanki. Ders müfredatımız bizim için ne büyük zenginlikdi. Müzik derslerinde en çok türkü söyletilen olurdum hep. Güzel ilkokul arkadaşlarımdan bazıları söylediğim türkülerimle hatırladıklarını söylemişlerdi yıllar sonra karşılaşmamızda.

O kıt kanaat koşullarda her yıl sonunda mutlaka çok güzel tiyatro oyunları sergilerdik, koro ve solo olarak konserler verirdik sinemamızda velilerimize. Bahar geldiğinde dere boyuna pikniğe götürürdü bizi öğretmenlerimiz sıra sıra türküler söyleterek. Çınar ağaçlarıyla süslü dere boyundaki tahta köprüye bayılırdım. Annelerimizin soğan kabuğuyla boyadığı haşlanmış yumurtalarımız, kuru üzüm, salçalı ekmek gibi Allah’ımız ne verdiyse yanımıza aldığımız piknik nevalelerimizi nasıl da iştahla yerdik hep birlikte. Ne sınav stresimiz vardı ne de gelecek kaygımız. Bulunduğumuz koşullarda elimizden gelenin en iyisini yapmaya teşvikle gayet mutlu ve de başarılıydık.

İlkokul üç ve beşinci sınıflarda öğretmenim köyümüzün yetiştirdiği değerli insanlardan Tekin Buram idi. Mırıldandığı “Çöz Aslı’m çöz düğmelerini”gibi aşıklık üzere nağmeleriyle hatırlıyorum onu. Kırk yıl sonra, o yıllarda sınıf arkadaşım olan ve “Ben seni kırk yıl sevdim ancak kimseye demedim! Başına ne geldiyse rüyalarımda bana malum oldu, ameliyatlarında bıçaklar bana değdi, yakında yine gördüm, hastaymışsın, yardıma ihtiyacın varmış, ne derdin var, sana nasıl yardım edebilirim kardeşim?” sözleriyle en zor zamanlarım olan 2011 yılında; Rab’bim durumuma üzülmüş ve yardım etmek dilemiş olmalı ki rüyasında malum etmiş diyerek duygularımın doruk yapmasıyla günlerce göz yaşı dökmeme sebep olan imdadıma koşup yardım etmesi; Sekiz yıldır aynı şehirde yaşadığımız ve zaman zaman bir mesajla halimi-hatrımı, bir ihtiyacım olup olmadığını sorduğu halde bir kere olsun bir yerde oturup bir çay içelim dememesiyle aşkın ne olduğu ve aşıklığın nasıl olması gerektiğini gördüğüm insan olan Turhan’dan öğrenecektim onun da aşıklardan olduğunu… Kim bilir belki bize de ondan bulaşmıştı. Nurlar içinde uyusun inşallah. Amin.

Ramazan ayı yaklaştığında kıtır gevrek yufkalar yapılır üst üste yığılır, üzeri temiz bir çarşafla örtülürdü. Sahurda tere yağlı tava böreği yemek; Uyandırmakla görevli davulcu Memet ağanın börek kokusunu duyduğu için söylediğini bildiğimiz;

“Eski cami direk ister
Söylemeye yürek ister
Benim karnım toktur amma
Arkadaşım börek ister”

manisine hepbirlikte gülmek ve bir kağıda sarıp pencereden uzatarak börek vermek ne hoştu. İlk oruç denemelerimizde babamızın bizi cesaretlendirmek için ödül koyması, oruç başına ve öğrendiğimiz her sure için para vermesi; Akşam ezanına yakın oruç tutabilmiş olmanın gururuyla çok acıktım, bayılacağım diyerek annemize naz yapmak; Heyecanla muhteşem iftar sofrasının hazırlanmasını beklemek ve Rab’bimizin emrine uyabilmiş olmanın onuruyla iştahla bizlere lütfu olan eşsiz nimetlerini yemek ne güzeldi. Hele iftar sonrası telaşla yetişilmeye çalışılan teravi için yılda bir ay, başımı kokusunu ömrümce unutmadığım anneciğimin güzel yemenilerinden biriyle örterek annemlerin peşine takılıp kadınlar bölümü olan teras katında da olsa caminin uhrevi havasını koklayabilmek; Camimizin temizliği görevi sıramız geldiğinde çok merak ettiğim minberi, işli duvarları, halıları uzun uzun incelemek ne doyumsuzdu.

Bayram sabahları, günler önceden bol cevizli baklavalar yapılmış, sarmalar sarılmış, temizliği bitmiş evimizde son düzenlemeleri yapar, en güzel örtüleri serer, yepyeni elbiselerimizi giyerek heyecanla babamızın ve ağabeylerimin namazdan dönüşünü beklerdik. Herkesin geldiğinden emin olduktan sonra, en son, assolist edasıyla çıkardım hep yanlarına. Onlar da beklentimi bilir her seferinde “Ooo en güzel Şöhret olmuş yine!“ derlerdi.

Babacığımın baba Şöhret lakabıyla sevdiği gözdesi, anneciğimin sarı kızı, ağabeylerimin, saçlarımı tarayıp ören, kurdelelerimi kolalayıp ütüleyen, ismi gibi cennet bahçesi, şefkatli Firdevs ablacığımın sevimli, bıcır bıcır kardeşleri, bir taneleriydim. Melek kardeşimin ise çok sevdiği, hiç elini bırakmak istemediği, hep birlikte uyumak istediği; Atiye ninemizin sofrasında görüp canı çekti diye, gecenin bir vaktinde elinde fenerle bahçeden patlıcan toplayıp kızartarak sevindirdiği; Hatta gece gece bol sarımsaklı kızartmayı çok fazla yediği için sabaha karşı üzerine kustuğunda hiç kızmayan, gülerek sarılan küçük ablası. Ne güzel bir aileydik!

Bayramlarda panayır yerimiz olan yukarı mahalledeki kocaman çınar ağaçlarından birine kurulan salıncaklara sallanmaya gitmek büyük heyecandı. Sahi köyümüzün karakol civarında en az beş yüz yıllık gibi görünen içi kocaman mağara gibi olmuş bir çınar ağacı vardı. Hangi sebeple hangi acımasız kıydı da şimdi yok o çınar ağacı! Değerlerimiz gibi asırlık ağaçlarımızı da koruyamadık ne yazık ki.

Bayramlar kadar düğünler de çok güzel olurdu. Geceleri o ömrümce unutmadığım, çok etkilendiğim yeşil sarıklı, ak sakallı şehit-evliya dedelerin abdest aldığı görülen deremizin kenarındaki pınarın başında, çınar ağaçlarının altındaki dibek taşında keşkekler dövülür, kazanlarla kuzu etli nohut, şehriye çorbası, irmik helvası gibi harika düğün yemekleri pişirilirdi. Kız evinde akşam kına gecesi olur, gelin ağlatma havalarıyla hem ağlanır hem oynanırdı. Ertesi gün ellerinde uzun enli şişlerle, davul zurna eşliğinde harmandalı oynayarak gelin almaya gelen seymenlerin en önündekinin elinde kargıya bağlanmış ay yıldızlı al bayrağımız, ucunda da nazar değmesin gayesiyle bir tutam üzerlik otu olurdu. Tutturmak için ya da bereket için belki en uca kocaman kıpkırmızı bir elma da saplanırdı. Belki de Türklük gurur ve şuurunun gizemli sembolü kızıl elmayı unutturmamak adına tarih boyunca süren bir gelenekti o. Sarhoş naraları, kültürümüzle hiç ilgisi olmayan yoz müziklerle değil, buram buram Anadolu kokan türkülerle, oyunlarla, dualarla, ibadet gibiydi yüz yıllardır korunup gelmiş geleneklerimizden olan her ayrıntısıyla düğünlerimiz.

Tekbirlerle babanın gelin olan kızının beline bekaretin, saflığın sembolü olarak üç kez dolayıp dolayıp çözerek bağladığı kırmızı kurdeleden gayret kuşağı töreni esnasında ağlamamak mümkün değildi. Bembeyaz gelinliğin, duvağın üzerinden örtülen kırmızı yüz örtüsü ile atın üzerinde nazlı nazlı ne güzel dururdu hem ağlarım hem giderim diyen güzel gelinler. Küçücük de olsak hayran hayran seyrettiğimiz gelin biz kızların hayallerini süsler, hepimiz illa gelin olmak isterdik.

Koca evine varan gelin dualarla karşılanır, Allah’ın emaneti olarak kabul edilir, merdivenleri inip karşılayan, heyecandan eli ayağı titreyerek kırmızı yüz örtüsünü açan damadın helali eşini alnından öpüşü esnasında adeta nefesler tutulurdu. Başlarında bereket için ekmekler bölünür, merdivenleri çıkarlarken üzerlerine bereket getirsin, yeni ailesi ile tatlı geçinsin niyetiyle buğdaylar, şekerler saçılırdı. Biz çocuklar o rengarenk şekerleri kapışmak için yarışırdık. Ne güzel günlerdi. Hiç kimse gurbette, küs değildi, kimse kimseye haset etmezdi. Düğünümüz varsa birlikte sevinir, cenazemiz varsa birlikte ağlardık. Askere gidecek gençlerimizi günler önceden her gün başka yakınında yemeğe davetlerle ağırlar, davul zurnalarla, vatanına kurban olsun niyetiyle kınalayıp uğurlardık. Gözü yaşlı sevdicekleri, nişanlıları, ya da taze gelin eşleri asker mektubu yolu gözler, hasretle teskere günü beklerlerdi. Ya şimdi? Neden bozuldu sonra her şey, bize, o güzelim köylerimize, tertemiz insanlarımıza neler oldu???

Ayrı kaldığım otuz beş yıl boyunca hasretini çekip sonunda kavuştuğum doğup büyüdüğüm topraklarda; Alaşehir- Salihli arasındaki, başı dumanlı, kıvrım kıvrım mor Bozdağları, baharda yemyeşil, bağ bozumu sonrası doyumsuz hazan rengine bürünmüş eşsiz güzellikteki bağları trenin ay yıldızlı camından seyrederek yaptığım yolculuklarımda cennetim olduğunu şimdi anladığım mutlu çocukluk günlerimin geçtiği küçücük sırça sarayımız bağ evimizi ve unutamadığım hatıralarımı hüzünle yad etmemek mümkün olamıyor her seferinde. O güzelim bağ evimizi, yakınındaki söğüt dallarının gölgeleyerek berrak sularına karıştığı şırıl şırıl akan dereyi, kapısı hanımelilerden taçlı, altından dere akan kerpiç evimizi ve kocaman ailemle mutlu çocukluk yıllarımı hiç unutmadım ve hep çok özledim…

Elli yıl sonra, anneciğimin yedi çocuğunu yeniden bir arada toplama arzusu üzerine kocaman ailemin bütün fertlerinin aynı sofra etrafında yemek için toplanabilmesi, aynen bayram sabahlarında olduğu gibi yedi kardeş anne babamızla birlikte muhabbetle yenen yemek sonrası, bu hikayemizi okumak da kısmet oldu çok şükür. Hepsi gözleri dolu dolu dinlediler her ayrıntısını hatırladıkları güzel günlerimizi. Okumam bittiğinde artık doksan yaşında olan çınar babamız alkışlamaya başladı aniden. Sonra herkes katıldı alkışlara. Çok sevindim. Nasip edene şükürler, dualar ettik. Hepimiz çok mutlu olduk. Bundan sonra daha sık toplanmak üzere sözleştik. İnşallah. Lutfedene sonsuz şükür…

İlla Aşk / Adevviye Şeyda

Son…
Çok uzun olduğu için üzgünüm. Onca hatıra daha kısa yazılamadı.
Dilerseniz Gaz Lambası ile devam edebiliriz arkası yarın gibi. Zahmet edip okuyanlara teşekkürler. Sevgiler.

Orda bir köy var, uzakta
O köy bizim köyümüzdür.
Gezmesek de, tozmasak da
O köy bizim köyümüzdür.

Orda bir ev var, uzakta
O ev bizim evimizdir.
Yatmasak da, kalkmasak da
O ev bizim evimizdir.

Orda bir dağ var, uzakta
O dağ bizim dağımızdır.
İnmesek de, çıkmasak da
O dağ bizim dağımızdır.

Ahmet Kutsi Tecer




www.kafiye.net