“Kalp acı çekmeye, sıkışmaya, kederlenmeye başladığında anılar onu, gündüzün sıcağında kavrulmuş cılız, zavallı bir çiçeği, akşam serinliğinde çiğ tanelerinin canlandırdığı gibi canlandırır.”
Dostoyevski.

Pazar okuması olması dileğiyle; okumayanlar ve okumayı sevenler için, hatıralardan bir demetle hayırlı sabahlar. Sevgiler…

ANNELİĞİ TATDIĞIM ŞEHİR ÇORLU- GİRNE

Uçsuz bucaksız ayçiçeği tarlalarının güzelliği ile kaldı hep zihnimde, kalbimde o güzel şehir ve yıllar. Lojmanımız seyre doyamadığım o güzelim ayçiçeği tarlalarının içinde, Ulaş köyündeydi. En büyük hayalim olan anneliğe hazırlanıyordum heyecanla. Evlendikten sonra TCDD Ankara hastanesindeki görevimden Kara Kuvvetlerine geçiş yaparak eş tayiniyle Çorlu asker hastanesine gidene dek gördüğüm tek askeri hastane Ankara GATA hastanesiydi ve bütün askeri hastaneleri öyle modern, güzel sanıyordum. İşe başladığım gün büyük bir şok yaşadım o yüzden. O yıllarda hastane dökülüyordu resmen, kızımın doğumu sonrası yattığımız kadın doğum kliniğinde pencere camı kırıktı, naylon yapıştırılmıştı. Öyle soğuktu ki yeni doğmuş bebeğimin altını değiştirmek için başka bir odaya gitmek, poposunu silmek için pamuk parçasını ıslatmak üzere çay ocağından sıcak su almak zorunda kalıyordum.

İki yıl sonra oğlum dünyaya geldiğinde de aynı odada yatmıştık ve hala aynı durumdaydı. Yirmi bir yaşımda anne olmuştum. Onu o yumuk gözleriyle doğar doğmaz görmek, kolu bacağı sağlam diye sevinmek ne muhteşem bir duyguydu, ne ağır bir sorumluluktu. Yatak odasında bırakıp mutfağa gitmem gerektiğinde ya ben yokken bir şey olursa korkusuyla ağlardım. Biraz fazlaca ağlasa bakamıyor muyum acaba endişesi yüreğimi yakardı. Benim için dünyada hiç kimse yoktu artık, varsa yoksa küçük sarı kızımdı bütün dünyam. O ağlayınca ağlıyor, gülünce gülüyordum. Tıpkı oyuncak bebeklerimle oynar gibi mutlu mesut oynuyordum bebeğimle. Hele ilk doğum gününde ilk kelimesi anne olduğunda dünyalar benim olmuştu. Annelik dünyanın en güzel duygusu ve en zor göreviydi. O tatlı sarı kızım günden güne büyüyecek; Her anneler gününde, okuma yazma bilmediği zamanlarda annesinin önünde diz çökmüş çiçekler veren, bana ve kendisine benzetmeye çalıştığı anne ve gözlüklü küçük kız resimleri, okuma yazma öğrendikten sonra da kendi yazdığı

“Anneciğim
Yaptıklarım az mı geldi
Çektiklerin naz mı geldi
Üzülme hiç yeter ki sen
Yapacağım ne istersen”

diyerek yüreğimi parçalayan, üzerine kalpler çizip anneme sevgi mektubumdur yazdığı kendi el yapımı zarfların içinde yastığımın altında bulduğum sevgi dolu, beni yağmaya hazır bulut gibi duygulandıran harika şiirleriyle o, evlatların en hayırlısı, en sevgi dolusuydu hep. Artık büyümüş ve dokuz yıldır kıtalar ötede olsa da hala aynı sıcaklıkta duygularımız çok şükür. Hep karşımda olan o bal gözleri hep mutlulukla gülsün inşallah. Amin.

Doğum iznim bitince laboratuvar şefimiz Said binbaşı, teknisyen Gazi astsubay ve teknisyen yardımcısı görevini yürüten üç askerle birlikte işe başladım. O yıllara ait bir fotoğraf geçti elime bugün. Rize’li Ali, Bolu’lu Mustafa ve Diyarbakır’lı Doğan ile. Askeri hastanede ilk çalışma günlerimdi. Benimle aynı tertip 62′ liler askerdi o yıl. İsimler ve memleketleri fotoğrafın arkasında yazılı değildi. Unutmamışım otuz dört yılda. Unutulacak gibi değillerdi ki. Binbaşı ve astsubay laboratuvar dışına çıktığı an aynı yaşta olduğumuz askerler, beni çömez gördüklerinden, hemen komutayı devralır kendilerine yapılan kötü muamelenin acısını çıkarmak istercesine, gelen hasta askerlere hakarete başlarlardı. Kapıdan korka korka giren hasta askerciği “Ne var, ne geldin?” gibi bir karşılamadan sonra sebepsiz aşağılamalarla lütuf gibi tahlilini yapar, “Hadi yürüüü! Anca gidersin!” diyerek gönderirlerdi.

Askerciklerin hem de yaşıtları bir kadının yanında maruz kaldıkları muameleden içim parçalanır, çok üzüldüğüm halde benimle aynı yaştaki canavar gibi askerlere hiçbir şey söyleyemezdim. İşim bitince tuvalete gidip gizlice ağlar, belli olmasın diye yüzümü yıkar işimin başına dönerdim. Bazen dayanamayacak kadar bunalır hastane koridorlarında dolaşmaya çıkardım. Bu kez de poliklinik önünde uzun kuyruk oluşturmuş askerleri, büyük olasılıkla içerde hasta numarası yapan bir askere sinirlendiğinden olsa gerek, dışarı çıkarak hışımla tokatlayan, bağırıp çağıran doktoru, sapır sapır koşarak kaçan askercikleri görür dehşete kapılırdım. Aman Allah’ım ben nerdeyim, nasıl hastane burası, nereden geldim buralara diye yine ağlardım.

Daha ilk gün mikroskop başındaki taburemde, karşımda oturan parmağından kan aldığım askere gözlerine bakarak geçmiş olsun dediğimde, askercik önce şaşkın bir yüz ifadesiyle yüzüme, sonrada dönüp arkasına bakmıştı. Kendisine geçmiş olsun denmesine inanamamış, acaba arkamda başka biri var da ona mı söyledi diye arkasına bakıp içimi parçalamıştı. Özellikle Rize’li Ali o yaşta alkolikti maalesef ve laboratuvarda kullandığımız alkol bidonu hep hızla tükenirdi. Dayak yemesi, hapis cezası alması ve hatta belki askerliğinin yanması korkusuyla, farkedilmemesi için ne yapacağımı şaşırırdım. O başta canavar gibi görüp çok korktuğum askerleri sevmeye başlamıştım, onlar da bana abla demeye başlamışlardı Sonraki yıllarda. Ulaş köyündeki zırhlı tugayda görevli çocuklarımın babasının bölüğünden gelen askerlerinse yengesiydim. O çok korktukları, “Ona çarpılmaktansa şeytana çarpıl.” dedikleri teğmenin eşi nasıl biri diye uzun uzun incelerlerdi beni. Hastanede halledemedikleri işlerinde benden yardım isterlerdi, elimden geldiğince yardım etmeye çalışırdım. Bir eylül ayı tatbikatına gittiklerinde dönüşte elinde harika bir buket dağ çiçeğiyle gelmişti çocuklarımın babası ve şaşkınlıktan dona kalmıştım nasıl oldu bu diye. Meğer hastanede yardım ettiğim askercikler toplayıp vermişler eline eve gelirken yengemize götürün bunları komutanım diyerek. Şaşkınlığımı görünce itiraf etmek zorunda kalmıştı.

Dış birlik servislerinden inen hasta askerlerden yürüyemeyen arkadaşını sırtında taşıyanları görür coşkun seller gibi duygulanırdım. Onların o bir hemşehri görmekle anne babasını görmüş gibi sevinişlerini, her gün şafak sayarak, keplerini yere vurup “Az kaldı be abla, yedik askerliği!.” deyişlerini unutmak ne mümkün. Hele teskere günü kendi deyimleriyle sivilleri çekip vedaya gelişleri, o bayram çocuğu heyecanları ne güzeldi. Fotoğraf çekilmeyi kabul ettiğim için nasıl minnet duyarlardı.

Bunlar Çorlu asker hastanesi anıları, üzücü anlar olsa da dayanılır, anlatılır cinsten şükür. Ya Diyarbakır Asker hastanesindeki beş yılımı nasıl yazarım. O acılar içinde, çaresizce gözlerime bakan, kolları, bacakları kopmuş kan kaybeden yaralıları, nur yüzlü, elma yanaklı şehitleri. Yok yok onları hatırlamaya, yazmaya dayanamam. Ya da kurtulmaları için çaba sarfetmek kadar unutulmamaları, bizim evlerimizde rahat uyumamız uğruna canlarını feda edenlere vefa ve bu güzel vatanın kıymetini bilmemiz gerektiğine dikkat çekebilmek adına yazmam mı gerek acaba!

İki yıl sonra oğluma hamile idim. Biri karnımda biri kucağımda her sabah lojmandan E5 kara yoluna yürür, Edirne’den gelen otobüslere otostopla Çorlu’ya giderdim. Genellikle otogarda bıraktıkları için hastaneye olan uzun yolu yine yürüyerek kızımı hastanenin karşısında bulduğum bakıcıya bırakıp mesaiye yetişirdim. Öğle tatilinde gidip kızımı kontrol edebilmeye, alıp ordu evine gezmeye götürmeye bile zamanım, enerjim olurdu. Ordu evinde büyük çocuklardan duymuş olmalı kızımın anneden sonra ilk kelimesi “Asker abi.” olmuştu bu yüzden. Tabii doğru dürüst söyleyemediğinden epey geç anlayabilmiştim ne dediğini. Askerleri gördükçe “Akkidadi!“ derdi en tatlı haliyle.

Kızım henüz iki yaşında bile değilken tosuncuk gibi bir de erkek evlat ile anneliği peş peşe ikinci çocuk değil de sanki yıllardır evlat hasreti çekmiş, ilk kez tadacak bir anne heyecanıyla yaşamıştım. Bukle bukle saçlı esmer, tatlı bir oğlum da olmuştu. Yirmi üç yaşında, bütün dünyası yavruları olan mutlu bir iki çocuk annesiydim artık. Bir biri bir diğeri uyanarak emmek ve süt içmek istedikleri için neredeyse bütün gece ayakta olduğumdan sabahları gözlerimin beyazı hep kıpkırmızı olurdu. İlk hamileliğimde edindiğim Annenin El Kitabı ve Çocuk Ruh Sağlığı kitaplarına bakarak yavrularımı en sağlıklı şekilde büyütmeye gayret etmekten başka düşüncem, arzum yoktu. İşiyle evi arasında heyecanla koşuşan, yavrularının sağlıklı, mutlu olması ve babalarının akşamları eve erken gelebilmesinden başka derdi olmayan mutlu bir genç anneydim…

_Çiçek Kokulu Girne_

Oğlum henüz altı aylıkken atandığımız Girne’deydik. Mersin’den Girne’ye ilk deniz yolculuğumuz, iki küçük çocukla inanılmazdı. Çocuklarımın denize düşmesi korkusuyla kucağımdan indirmediğim ve Akdeniz’de kaybolduğumuz hissi yaratan uzun yolculuğun sonunda okuduğum kitaplarda, izlediğim filmlerdeki “Kara göründüüüü !” heyecanını çok iyi anlamış, bizzat yaşamıştım. Gizemli havasıyla güzel Girne limanına bambaşka bir aleme gelmiş duygularıyla ayak basmış, hemen ordu evine giderek yerleşmiştik. Yeni görev yerim Girne Asker hastanesi eski turistik otellerden oluşturulmuştu. Ordu evi etrafındaki lojmanlar da öyle. Temmuzun deli sıcağıydı, nem oranı korkunçtu. Çarşı içindeki, hastaneye uzak olan orduevinde yer bulabildiğimiz için, her sabah hastaneye, öğle yemeği molasında o öğle saati deli sıcağında önce yakındaki ordu evine giderek paket yemek almak, oradan da çarşıdaki ordu evine yürüyerek gidip çocuklarımı ve onlara refakat için yanımızda getirdiğimiz babaannelerini doyurmak, çocuklarımı biri ayağımda, biri kucağımda olarak öğle uykusu için uyutup tekrar hastaneye yürümek zorundaydım. Babaları Beş parmak dağlarının arkasındaki Değirmenlik köyünde bir birliğe atanmıştı. Hafta sonları o da nöbeti olmazsa gelebiliyordu. Yirmi üç yaşında çiçeği burnunda bir anne olarak hiç şikayetim yoktu. Sağlığım, gücüm kuvvetim yerindeydi, her koşulda hem işime hem yavrularımın bakımına yetişebiliyordum çok şükür.

İki ay süren bu yorucu koşuşma sonunda, her gün makam arabasıyla kolorduya giden kolordu komutanı ile karşılaştığımızdan benim kim olduğumu, her gün nereye gittiğimi merak etmiş. Değirmenlik’de görevli bir üsteğmenin eşi, lojman kalmadı onlara, o yüzden ordu evinde kalıyorlar, hastanede çalışıyor denilince komutan derhal boş duran askeri savcıya tahsisli lojmanın bize verilmesini emretmiş Allah razı olsun. Kolordudan aranarak tahsis edilen lojmanı teslim almak için söylenen yere gittiğimde gözlerime inanamadım. Bize verilen lojman özel plajlı, tenis kortlu tripleks bir villa idi. Bahçesinde palmiye ağaçları, denize nazır kocaman balkonları vardı. Mutfak dahil evin tüm odalarından deniz görülebiliyor, kayalıklara vurup şelale gibi dökülen dalgalar seyredilebiliyordu. Hele akşamları gün batımı doyumsuzdu. Hastaneden çıkar çıkmaz ordu pazarından alışverişimi yapar evime koşardım. Gün boyu birikmiş bulaşıkları özellikle gün batımı saatinde hayran hayran güneşin batışını, o doyumsuz kıp kızıl gurubu seyrederek yıkardım. Hafta sonları iki küçük yavrumu alıp plajımıza inerdim. Dalgaların vura vura oyarak havuz gibi yaptığı büyük bir oyuk oluşmuştu taştan plajımızda, çocuklarımı orada birikmiş suya oturtur, onlar cıp cıp elleriyle vurarak suyla oynarken kendim gözlerim onların üzerinde olarak denize girerdim. Ne güzel bir koydu. Ne güzel anlardı. Sanırım onca yorgunluk sonrası ödül gibi yavrularımla cenneti bahşetmişti bize yüce Rab’bim. Babaanneleri Türkiye’ye döndükten sonra Lefkoşa yolundaki kreşe vermiştim ikisini de. Yine yürümek düşmüştü bana ama hiç şikayetim yoktu. Kızımı bebek arabamıza oturtur oğlumu da kucağına verir, kemeri bağlar o şekilde her sabah üç kilometre uzaklıktaki kreşe Girne’nin çiçek kokulu sokaklarından geçerek yürürdüm. Akşam da gidip alacağım halde öğle tatilinde de mutlaka gider onlara görünmeden iyiler mi çok ağlıyorlar mı diye kontrol ederdim. Bulaşıcı hastalıkları olduğunda kreşten alın çocuğunuzu denirdi diğerlerine bulaşmaması için. İzin alamadığım ve bırakacak yerim de olmadığından mikrobiyoloji laboratuvarında masada resim yaparlar, uykuları gelince sedyeye başları birer tarafta olacak şekilde yatırırdım. Zırıl zırıl santrifüj sesine rağmen ben çalışırken onlar mışıl mışıl uyurlardı. Kızımın ortaya çıkan inatçı üriner enfeksiyonu sebebi böbrek sorunu, ameliyatı ve büyük talihsizlikle içeride gazlı bez unutulması sonucu yaşadığımız acı, zor zamanlar dışında Girne yıllarımız çok güzeldi çok şükür. Hayat hep zorlamıyor, arada nefes alma payı veriyordu...



İlla Aşk /Adevviye Şeyda
www.kafiye.net