Mektup Arkadaşlığı Ve Zor Karar

O yıllarda öğrenciler arasında mektup arkadaşlığı vardı. Şimdiki sanal arkadaşlıklardan daha güzeldi kesinlikle. Benim mektup arkadaşlarımdan biri çok kültürlü bir Ege tıp öğrencisiydi. Öyle güzel edebi mektuplar yazardı ki; Lüleburgaz’daki, hatta babasının ahçı olduğunu yazdığı ailesinin yanına gittiğinde, türküler söyleyerek traktör kasasında tarlaya çalışmaya giden kızları, karlı bir günde gitarını alıp ormanda yaptığı gezintiyi anlattığı mektuplarında kızların söylediği türküleri, gitarıyla o hiç ayak izi olmayan karlı ormanda çaldığı şarkıları duyacak kadar canlı hisseder, o kareler içinde yaşardım adeta. O da benim çekingen tavrımı, duygulu yazım dilimi sevdiğini söyler, beni daha çok yazmaya teşvik ederdi.

Üç numara ağabeyciğime yazdığım asker mektupları ve mektup arkadaşlığı sayesinde hep mektup yazar gibi oldu yazı sitilim belki de. Geçmiş yıllardan en çok özlediğim de mektuplar diyebilirim. Postacıların yolunu gözlemek, heyecanla zarfı açmak ve susuz çöllerde suya kavuşmuş gibi özenle yazılmış satırları defalarca, kana kana okumak ne güzeldi. Kısaltmalarla yazılmış hangi mesaj ya da bir tıkla ulaşılan, bir tıkla silinen hangi e-posta o duyguyu verebilir ki!

İkinci mektup arkadaşım İstanbul’dan, hukuk öğrencisi ve yine çok kültürlü bir gençti. Onun yazdıklarından hiçbir şey anlayamıyor, çok mahçup oluyordum. Bir zaman sonra Ankara’ya geleceğini, beni görmek istediğini söyledi. Biraz korksam da merak da ediyordum, iletmek istediği önemli bir konu olduğunu yazıyordu çünkü.

Randevulaştığımız Gençlik parkında karlı, çok güzel bir gündü. Gele gele derviş kılıklı bir genç gelmişti. Kapkara gözlü, nur yüzlü bir gençti. Uzun cüppesi, sarkan zinciri yeleğinin düğmesine geçirilmiş köstekli saati bile vardı. Elindeki kocaman çanta ile pek çok kitap ve şimşir tarak, çok güzel eski usül işli ayna gibi hediyeler de getirmişti bana hatta. Çok şaşkındım.

Sohbetimiz esnasında Ankara’ya manevi büyüğünü ziyarete geldiğini, büyüğünün daveti gereği beni de götürmek istediğini söylediğinde şaşkınlığım korkuya dönüşmüş ve kabul etmemiştim. Aradan geçen zor otuz yılın sonunda tasavvuf okumaya başlamamla mektup arkadaşımın yazdıklarının ne önemli, ne güzel şeyler olduğunu, kaçırdığım fırsatın büyüklüğünü anlayacaktım ama pişmanlık fayda etmediği gibi gereksizdi de. Her şeyin bir zamanı vardı, benim için henüz zamanı değildi demek ki. O beni çağıran büyüğünün kim olduğunu hep merak ettim…

Ne kadar detaya girmemeye gayret etsem de Ankara yılları sonraki hayatımın belirlendiği yaşanmışlıklarımla çok önemli olduğu için atlamaya da gönlüm el vermiyor. Henüz altı yedi yaşlarımda iken, geçmek bilmez baş ağrıları nedeniyle Hacettepe’ye götürülen babacığım o yıllardaki özel hastanelerden birinin simsarlarının tuzağına düşmüştü. Sadece sinüziti olduğu halde, büyük ihtimalle ameliyat edildiği ispat gayesiyle defalarca alnından, göz üstlerinden ve altlarından göstermelik, gereksiz kesiler açarak yapılmış görünen ameliyatlar için her seferinde bir tarla satmak zorunda kalmıştık. En sonuncu da para yetişmediği için ameliyat masasında buz gibi havada çıplak bekletildiğini duymuştum evimize döndüğünde ziyarete gelenlere anlatılanlardan. Çocuk kalbim acıyla sızlamıştı ve o halimle içimden büyüyünce doktor olmak ve hastalardan hiç para almamak sözünü vermiştim kendi kendime. Çiftçi babacığım açık havada, rüzgarda traktörle çalışmak zorunda olduğu için o yüzündeki ameliyat kesileri nedeniyle hiçbir zaman iyileşemedi maalesef.

Babamın engellemesiyle Karataş Kız Lisesine gidemediğim gibi doktor da olamamıştım. Beyaz önlüğü giydiğim mesleğimi de sevmekle birlikte o idealim olan doktorluğun eşsiz bir örneğinin o yıllarda Ankara’da olan; hayat kurtardığı binlerce başarılı ameliyat için hastalarından hiç para almadığı gibi, cumhuriyetin ilk yıllarında zaten çok zor durumda, fakir olan hastalarının üstelik ilaç ve yol paralarını bile vererek uğurladığını, ömrünce bir ev sahibi bile olmadığı hatta paraya dokunmak bile istemediği ve emeklilik yıllarında eşiyle birlikte Ankara’da bir otel odasında yaşadığını öğrendiğimde yüreğimi titreten Dr. Münir Derman’ı, yıllar sonra onunla yeniden hayat bulacağımı bilmiyordum.

Hacı Bayram-i Veli, Aldülhakim Arvasi, Şeyh İzzettin hz., Gül Baba gibi Ankara’nın manevi mimarlarını ziyaret etmek bile nasip olmadığı gibi, Dr. Münir Derman, Hacı Ahmet Kayhan ve Sabri Tandoğan Hocamızla aynı yıllarda Ankara’da yaşamış olduğum halde bihaber ve o yıllarda, genç yaşımda faydalanamamış olmam en büyük acım şimdi. Kimbilir belki de o yüzden ağlıyordum yağmur altında Ankara sokaklarında. Onları arıyordum. Onca zor yaşanmışlık dolu kırk yıl sonra da olsa buldurana sonsuz şükür.

Mezuniyet son yılım olan 1980-1981 öğretim yılında babam hala hastaydı ve yine aynı özel hastaneye gelmişti. Onunla birlikte gidip o acımasız doktoru tanımak istiyordum. Gittiğimizde o gün hastanenin başka bir ortağı olan doktor vardı. On yıl önce babamın olduğu gibi yine bir köylü amcacık da başından ayaklarına kadar tüm vücudunun filmleri çekilmiş gibi tomarla film ve tahlil sonuçlarını göstererek derdine derman arıyordu. Kim bilir o da kaç kez gereksiz ameliyatla tarlalarını satmak ve babacığım gibi yıllarca gereksiz ameliyat sekeli nedeniyle acı çekmek zorunda kalacaktı…

Benim hastasının kızı ve sağlık koleji öğrencisi olduğumu öğrenince ilgilendi. Seni Almanya’ya gönderelim gibi ilginç bir teklifte bulundu. Türkiye’de sağlık koleji öğrencisi olarak tıp okuma şansım olmadığı umut kırıcı telkinleri nedeniyle bunun Almanya’da mümkün olabileceği umuduyla hemen kabul ettim. Hem çalışıp hem okuyabilirdim. Hemen Alman kültür merkezine yazılıp almanca öğrenmeye başladım. Mezun olur olmaz gidecektim. Zamanı gelip istek belgelerini beklediğim günlerde, doktorun art niyetle teklifte bulunduğunu anladım telefonla beni kimse yokken hastaneye çağırmaları ve tavırlarından. On sekiz yaşımdaydım. O ise en az altmışında. Hiç aklıma gelmemişti böyle bir niyeti olabileceği. Hayatımın kendime güvenimi kaybetme sebebi en büyük hayal kırıklıklarından, en büyük korkularından olmuştu hala hatırladıkça ürperdiğim o adam. İkinci taciz fena korkutmuştu…

Almanya’ya gideceğim diyerek parasız yatılı okuduğum Hacettepe Üniversitesinin seçtiği patoloji laboratuvarındaki işi kabul etmemiş, tazminat ödemek zorunda kalmıştım üstelik. Mahsul hasat öncesi yok halinde parayı bulup gönderen babama tereddütümle ilgili bir şey söyleyemiyordum. Bu arada anestezi stajı görmem gerektiği koşulu nedeniyle hocalarımın yardımıyla bulduğum Gata’da anestezi kursuna gidiyor, aylardır gece gündüz ameliyathanede çalışıyordum.

Hocalarımın ayarladığı bekar lojmanında kalma sürem dolmuştu. O gün kapıdan çevrildim ve çaresizce Gazi mahallesinde bekar evleri olan sınıf arkadaşımda kalmak üzere otobüse binip gittim. Peşime bir genç takılmış adım adım takip ediyordu. Hava kararmak üzereyken eve ulaştım ancak evde yoklardı. Üst kattaki ev sahibine sordum çaresizce, Polatlı’ya gittiklerini öğrenince adeta yıkıldım. Takip eden kişi dışarıda bekliyordu ve benim başka gidecek bir yerim de, param da yoktu…

Ağlamaklı bir halde arkamı dönüp merdivenleri inerken arkamdan, “Dur kızım, senin gidecek yerin var mı?” diye seslenen ev sahibi teyzeyi ömrümce unutamadım. Ağlayarak “Yok teyzecim.” dedim. Allah ebeden razı olsun ondan. Beni evine aldı teyze. Kalabalık ailesinden çekinirim diye buyur ettiği kızının odasına yemeğimi bile getirip misafir etti o gece.

Sonraki günlerde hayatımın en önemli kararını vererek Almanyalarda kraliçeler gibi yaşatırım diyen doktorun teklifi yerine en büyük hayalim olan anne olmayı tercih ettim, Almanya’ya gitme, doktor olabilme hayalimden vazgeçtim. Demir yolları hastanesinde iş buldum. Gazi mahallesinde, sınıf arkadaşımla ev kiraladık. Yıllardır kimsenin beğenip oturmamış olmasından ötürü örümcekler bağlamış, kömür isi kaplamış bodrum katı, küçücük bekar evimizi ellerimizle temizledik, seçtiğimiz cam göbeği yeşil renkle boyadık. Bit pazarından aldığımız ikinci el birkaç zorunlu eşya, üzerine bindiğimiz at arabasıyla taşıdığımız kışlık odun- kömürümüzle hayata başladım çok şükür.

Maaş almadan önceki parasız günlerimde nasılsa kızım çalışıyor diyerek babamla yine kavga ettikleri için çıkıp gelen anneciğime ne söyleyeceğim, akşam eve nasıl ekmek götüreceğim sızısıyla, Etlik’den Kızılay’a yaya yürüdüğüm, rastladığım her bankadan eli boş döndüğüm kredi talebimle Ankara sokaklarında yaşadığım günü anlatmaya cesaretim yok. Sonunu anlatayım sadece o yüzden. Necati bey caddesinde bir banker gözüme ilişti en son akşama doğru, çaresizce çıktım merdivenleri ve durumumu özetledim. Toplantı halindeydi banker bey, şöyle bir süzdü, sanıyorum beğendi ve kaçırmamak için hiç beklemediğim bir çabuklukla “Verin istediği parayı.” dedi. Hatta işe almaktan da söz etti. El senedi ile verilen bir maaş tutarında parayı alıp sevinçle merdivenleri indim. Hemen mutfak alışverişi yaparak anneciğimin merakla beklediği, yiyecek doğru dürüst bir şey olmayan fakir bekar evimize gitmek istiyordum.

Otobüs durağında beklerken mine mağazası ilişti gözüme. Vitrinde tam anneciğime göre bordo bir elbise vardı ve o bütün gün yürümüş yorgun bedenim, bezgin ruh halimle bir çılgınlık edip, hemen mağazaya girerek aynı tonlarda birde eşarp eklediğim o elbiseyi yiyeceklerle birlikte anneciğime götürdüm. Ömrümce unutmadığım yaptığım en cesur, en güzel şeylerden biriydi bence. Afferin bana!..

Belki de Rab’bimin de çok hoşuna gitti gayretim, cesaretim, anneciğimi mutlu etmem çünkü bir ay sonra ilk maaşımı aldığımda koşa koşa borcumu ödemek üzere Necati bey caddesindeki bankere gitmiştim ancak meğer o tarihlerde ülkede neler neler olmuş, bankerler büyük faiz vaadiyle milletten topladıkları paraları alıp kaçmışlar. Kapı mühürlenmişti. Oradaki bir polise bankere borcum olduğu, ne yapacağımı danıştığımda, belki o da canı yananlardandı ki “Git kızım işine!“ diye bir de azar işitmiştim. Bu koca ülkede onca insan bankerzede iken bir tek ben banker dolandırmış gibi olmuştum ama çok da güzel olmuştu, benim suçum yoktu.

Hiç para almadan ve dışarı çıktığımda her yeri yeşil görecek kadar; On beş dakikalık öğle yemeği molasında, her gün dinlediğim radyodaki bir haberleri öncesi çalan Rodrigo’nun gitar konçertosu duygusallığında, sadece bir küçük şişe çiftlik yoğurdu ve bir somun ekmek yiyerek GATA ameliyathanede çalıştığım aylara saydım. İnşallah kabul olunmuştur.

Bunca zorlanma sonucunda kendine güvenin sarsılmaması, korkuyla apar topar evlenmemek mümkün değildi. Sonraki, zor, badire dolu, deli gibi yorulduğum yirmi yedi yılıma rağmen, anneliğimi en alasından yaşadığım peş peşe doğan iki güzel evladımla hep çok mutlu bir anne oldum. Bütün yorgunluklara, acılara değer olan, bu hayatta Rab’bime kulluktan sonra en sevdiğim rolüme, en büyük övüncüm, tesellim, ilk gençlik yıllarımdan beri en büyük hayalim olan anneliğime kavuştum şükürler olsun…

İlla Aşk / Adevviye Şeyda

_İlginize çok teşekkür ederim. Yayınevinden ve kimseden fayda yok. Zor yaşadığım ve zor yazdığım hikayemi yine zor da olsa kendim bastırdığım gibi tanıtımını da kendim yapmak, bir şekilde sesimi duyurabilmek zorundayım…_

Adevviye Şeyda Karaslan
www.kafiye.net