GIYAS İLE HÜSREV

Bir varmış, bir yokmuş… Uzun zaman önce, kel tepelerin ardında yoksul bir köy varmış. Bu köyde insanlar çiftçilik ve hayvancılık yaparak geçinmeye çalışırlarmış.

Her evde bir hastalıklı keçi, bir koyun, birkaç ta tavuk bulunurmuş. İnsanlar karınlarını hayvanlardan aldıkları süt ve yumurtayla doyururmuş.

Bir gün, köyün en ücra köşesinde, derme çatma kulübede bir oğlan çocuğu dünyaya gelmiş. Babası çocuğa Gıyas adını vermiş. Aynı gün ve aynı saatte karşı kulübede de bir oğlan çocuğu doğmuş. Aile bu çocuğa Hüsrev adını vermiş.

Gel zaman git zaman çocuklar büyümüş. Genç birer delikanlı olmuşlar.

Babaları onları tarlalara gönderiyormuş. Fakat ikisi de tarla işlerini hiç sevememişler.

Bir gün Gıyas babasının yanına gidip:

‘’ Babacığım! Ben çift çubuk işlerini sevemedim. Ben okuyup bilge bir kişi olmak istiyorum.’’ Deyivermiş.

Bu sözler üzerine baba öfkeyle:

‘’Nee! Okumak mı? O da neymiş? Ben bildim bileli bu köyde insanlar çiftle, çubuklar uğraşır. Sen eski köye yeni adet mi getireceksin? Hadi oradan! Şimdi hayvanları otlatmaya götür de boyunu görelim!’’ Demiş.

Babasının öfke dolu sözleri,Gıyas’ın beynini tırmalıyor, kulaklarını uğuldatıyormuş. Bu üzüntüyle soluğu, arkadaşı Hüsrev’in yanında alan Gıyas, başına gelenleri bir bir anlatmış.

Bunun üzerine Hüsrev:

‘’Üzülme canım! Ne var bunda. Hem bilgili olmak için sadece okula gitmek gerekmez. Bak sana ne göstereceğim?’’ Diyerek onu, evlerinin çatı katına götürmüş.

Çatı katı örümcek ağları ve toz yığınlarıyla doluymuş.

Gıyas:

‘’ Beni neden bu toz yığınının içine getirdin ki?’’ Diye sormuş.

Hüsrev:

‘’Hele sabret biraz!’’

Bir müddet sonra Hüsrev Gıyas’ı, içi kitap dolu bir valizin olduğu yere doğru sürüklemiş.

‘’Bak bu kitapların içinde istemediğin kadar bilgi var. İstersen hepsini bir çırpıda okuyup öğrenebilirsin.’’ Demiş.

Gıyas gözlerine inanamamış. Hemen kitapları eline alıp teker teker koklamış. Ardından sayfaları birer birer aralamış.

O gün istemeyerek te olsa oradan ayrılmışlar. Ama takip eden günlerde işten fırsat buldukça kaçıp, çatı katında kitap okuyorlarmış.

Aradan aylar geçmiş. Yağmurlu bir sonbahar sabahı köye uzun boylu, cılız, gür saçlı biri gelmiş. Bu gelen köy öğretmeniymiş.

Öğretmen kısa süre içinde okula öğrencilerini toplayıp, derslere başlamış.

Sınıfın en iyileri Hüsrev ile Gıyasmış.

Bir gün öğretmen ikisini karşısına alıp:

‘’ Bakın çocuklar! Sizler benim en iyi öğrencilerimsiniz. Ailelerinizi ikna edip sizi uzak diyarlara ilim irfan sahibi olmaya göndereceğim. Siz orada çiftçilik nasıl daha iyi yapılır? Hayvanlar nasıl daha iyi bakılır? Öğreneceksiniz. Sonrada köye dönüp, tüm öğrendiklerinizi köylüye öğreteceksiniz. Köylüde sizin sayenizde yoksulluktan kurtulacak.’’ Demiş.

Öğretmen hiç vakit kaybetmeden Hüsrev ile Gıyas’ın ailelerini bu konuda ikna etmiş.

Takip eden günlerde de onları yolcu etmişler.

Gıyas ile Hüsrev az gitmişler uz gitmişler. Dere tepe düz gitmişler. Vara vara bir ülkeye varmışlar. Orada bir okula gitmişler. İkisinin de günleri, deli gibi okumakla geçiyormuş.

Aylar ayları, yıllar yılları kovalamış. Gün gelmiş, Gıyas ile Hüsrev okullarını bitirip, köylerine dönmüş.

Gıyas okulda hayvanlar hakkında eğitilmiş. Hüsrev ise bitkiler hakkında…

İki kafadar ayaklarının tozuyla işe koyulmuşlar. Köylüye çiftçilik, nasıl daha iyi yapılır? Hayvanlar nasıl daha iyi bakılır? Hepsini öğretmişler.

O günden sonra tarlalar boy boy ekin, hayvanlar da bol bol süt yumurta, bal vermeye başlamış.

Köylü bir anda zengin olmuş. Yoksulluk içinde geçen yıllar artık çok gerilerde kalmış.

Onlar ermiş muradına. Biz çıkalım kerevetine…

Hacer Taner Bulut
www.kafiye.net