SAF AVCI VE KURNAZ TAVŞAN POTİPOTİ

Bir varmış, bir yokmuş… Çok eski zamanların birinde Potipoti adında kurnaz bir tavşan varmış.

Potipoti ormanın derinliklerinde şirin mi şirin bir kulübede yaşarmış. Günlerini ufak tefek şeyleri tamir ederek geçirirmiş.

Gel zaman, git zaman safça bir avcının yolu bu ormana düşmüş.

Avcı kendi kendine:

‘’Dün avladığım keklik dişimin kovuğunu bile doldurmadı. Allah vere de bu günkü kısmetime etli butlu bir tavşan çıksa. Ondan koca bir tencere yahni yapıp bir güzel karnımı doyururdum. Ah ah! Nerdeee…’’ Diye düşünerek yoluna devam etmiş.

Az gitmiş, uz gitmiş. Dere tepe düz gitmiş vara vara kocaman bir koruluğa varmış. Merak içinde koruluğa yaklaşıp, arkasında ne var diye şöyle bir bakınmış. O da ne? Koruluğun ardında bacası tüten bir kulübe…

Bir anda tüfeğini kulübeye doğru çevirip, yavaş ve emin adımlarla kapıya yaklaşmış. Kapıya kulağını dayayıp içeriden gelmekte olan sesleri dinlemeye koyulmuş.

Kendi kendine:

‘’Bu ses tavşan sesine ne kadar da benziyor. Yoksayoksaa…’’ Demiş.

Bir anda avcı kapıya bir tekme indirivermiş. Avcının tekmesiyle darmadağın olan kapının ardından bir çift üzüm gibi göz avcıya bakakalmış.

Tavşanı karşısında gören avcı sevinçle:

‘’Hemen ellerine havaya kaldır. Sonra yüzünü duvara dön. Hadi ne duruyorsun?’’ Diye bağırmış.

Potipoti şaşkın bakışlarla ellerini havaya kaldırıp, arkasına dönmüş.

Tavşan, bakmış avcı onu vurmakta kararlı. Hemen:

‘’Dur dur! Sakin ol. Hele biraz soluklan. Sonra bana ne yapacaksan yaparsın. Kaçmıyoruz ya!’’ Demiş.

Tavşanın bu sözleri üzerine avcı:

‘’Doğru ya! Uzun bir yol teptim. Azıcık şurada soluklanıp, işime kaldığım yerden devam ederim.’’ Demiş ve arkasında duran koltuğa kendini hızla bırakıvermiş.

Koltuğa oturur oturmaz, gözü masada duran saate ilişmiş.

Merakla:

‘’Bu saatle ne yapıyorsun? Çok değerli bir parça bu…’’ Demiş.

Avcının sorusuna cevap vermek üzere yavaşça kollarını indiren Potipoti, korkak adımlarla avcıya yaklaşmış ve:

‘’O saat büyük büyük dedeme ait. Evet, değerli bir saattir. Altın işlemeli, elmas taşlı…’’ İstersen canıma karşılık sana onu verebilirim.’’ Demiş.

Bu sözler avcının çok hoşuna gitmiş. Tavşana dönüp:

‘’Sahiden verir misin?’’ Diye sormuş.

Potipiti:

‘’Tabii ki veririm. Canımdan kıymetli değil ya demiş ve gözünü avcının elindeki tüfeğe dikmiş.

Ardından:

‘’Avcı kardeş! Elindeki tüfek pek te sağlam durmuyor. Üstelik epeyce küflenmiş. Sanırım onun bakımını uzun zamandır ihmal etmişsin. Ha ne dersin? O da ne? Namlusu da yamulmuş. Beni bununla mı vurmayı düşünüyordun? Hele onu bana ver bir tamir edeyim.’’ Demiş.

Tavşanın sözlerinden hoşlanan avcı, düşünmeksizin tüfeği tavşana uzatıvermiş.

Tüfeği eline alan Potipoti, onu hızla avcıya doğrultup:

‘’Hadi şimdi ikile buradan! Seni bir daha buralarda görürsem, hiç acımadan topuklarına sıkarım.’’ Demiş.

Tavşanın ciddiyetini anlayan saf avcı, ardına bile bakmadan oradan ayrılmış.

O günden sonra bizimki avcılığı bırakıp, kendine güzel bir iş bulmuş. Bu sayede hayvanlarda rahat bir nefes almış.

Gelelim bizim Potipotiye:

O her zaman olduğu gibi tamir işleriyle uğraşıyormuş. Bununla birlikte kendine kocaman bir havuç bahçesi yapmış. Karnını bu bahçeden doyurup huzur içinde günlerini geçirmekteymiş.

Daldan üç elma düşmüş. Biri sana, biri bana, biri de siz dinleyenlerin başına…

Hacer Taner Bulut
www.kafiye.net