ALTIN SUYU

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Çok eski zamanların birinde yoksul mu yoksul bir ülke varmış.

Ülke halkı, açlık, sefalet ve hastalıklarla boğuşurken, kralları da bir yandan bu sefalete çareler aramaya koyulmuş.

Bir sabah kralın yaverleri, krala mutlu haberi vermiş. Bu haber altın suyunun bulunmasıymış.

Kral sevinçten ne yapacağını bilememiş. Hemen halkını meydanda toplayıp, müjdeli haberi vermiş.

‘’Eyyy! Benim zavallı, sefil halkım! Uzun zamandır sizi bu sefaletten kurtarmanın yollarını arıyordum. Sonunda aradığımı buldum. Artık sefalete sonnn!’’ Diye haykırmış.

Krallarını işiten halk coşkuyla alkış tutmuş.

Ülke zengin olmasına zengin olmuş fakat o günden sonra hiçbir şey istenildiği gibi yolunda gitmemiş.

Neden mi? Bakın anlatayım.

Ülkede altın suyu çıktığını duyan yamyam ruhlu, bir takım kötü insanlar, altın suyu kuyularını işgal etmiş. Bu da yetmezmiş gibi o ülke halkını, köle gibi çalıştırmaya başlamış.

Üstelik zulümlerin biri bin paraymış.

Bu ülke halkı fakirken bundan daha mutluymuş.

O günden sonra kralları da esir edilmiş. Ülkenin başına kendilerinden bir kral seçip, oturtmuşlar.

Artık her şey kendi hâkimiyetleri altındaymış.

Zamanla başka başka ülkelerde, buraya gelip, altın suyuna talip olmuşlar. Bunun hazin sonucu ülkede yeniden kıtlık baş göstermiş.

Ülke halkı kasvetli, yorgun ve umutsuzmuş.

Gel zaman, git zaman zulme dayanamayan yerli halk bir gece sessizce ülkeyi terk edivermiş.

Ülkeden ayrılan halk sedir ağaçlarının bol olduğu bir ormana yerleşmiş.

Aşları, ekmekleri kıtmış. Üstelik başlarını sokacak doğru dürüş bir evleri de yokmuş. Fakat mutlu huzurlu ve neşe dolularmış.

Daldan üç elma düşmüş. Biri sana, biri bana, biri de sizlerin başına.

Hacer Taner Bulut
www.kafiye.net