EL VEDÛD

Bu sabah benim odamda kahvaltı ettik, keyif çaylarımızı içmek için açık pencerenin önüne geçtik. Baktım ki hepsinde bir dermansızlık… Kolları kanatları düşmüş… Poyraz estikçe almakta oldukları nefeslerle an be an kurumaktalar… Beni görünce, sevgiye muhtaç, takatsiz avuçlarını merhamet dilenircesine açmış, yalvaran bakışlarını gözlerime dikmiş, koro halinde: “Bir yudum sevgi, Semiray! Bir nebze ilgi!” diyorlardı.

Biz gölgedeydik, bir çatı altında… Efil efil esen pencerenin önünde… Ellerimizde çaylarımız, sürahide buzlu suyumuz… Keyif çatmaktayız. Onlarda, bir gün önceki kurutucu sıcağın kalıntısıyla güç bela geçirilen gecenin yorgunluğu, kalan son kuvvetlerini de sabah güneşine karşı direnerek tüketmişliğin bitaplığı, adeta can çekişmekteydiler.

Görür görmez kalktım, çiçek sulama kabını doldurup getirdim. Başlarından aşağı dökülen, onlar için su değil, ab-ı hayattı. Birkaç saniyelik duşla birazcık da olsa kendilerine gelecekler, kana kana içecekleri sevgiyle canlılık kazanacaklardı. Toprak, kuru kuru geçmiyordu boğazlarından, gıdaları suya bağlıydı.

Yıkandıkça yapraklarının tozları gitti. Can havliyle emdi, gözenekler suyu. Artık, köklerde rahatlık, gövdelerde ferahlık… Dallarda güç kuvvet, yapraklarda letafet… Çiçeklerden beklenense, rengârenk memnuniyet ve mutlu gülücükler…

“Bir yudum sevgi…” dedim. Babam:

“Bir yudum su…” dedi. “Yaratılışın başı su! Hay’dan geldik, Hu’ya gidiyoruz. Selden geldik, suya gidiyoruz. Şu bir yudum su olmasa, ne yaparız?”

“Artık Allah’ın bu sıfatların yarısının anlamını biliyorum. Hay, hayat… Canlılık… Yani hayat veren… Hayatı yaratan…”

“Diğerini de biliyorsun, o zaman. Hu, Hüve’nin kısa hali… O’ndan geldik, O’na gidiyoruz.”

“İnsanları neden yaratmış, acaba?”

“Bunu, hemen hemen herkes en az bir kere sormuştur. Bir kutsi hadiste: “Gizli bir hazine idim. Bilinmeye muhabbet ettim ve mahlûkatı yarattım.” buyrulur. Sadece bizim değil, evrenin yaratılma sebebi, sevgidir. Cenab-ı Hak, isimlerinin tecelli etmesini murat ettiği için varlık dünyasını yaratmış.”

“Anladığım kadarıyla, kullarından da sevgiden başka hiçbir şey istemiyor. O’nun da mı bizim gibi sevgiye ihtiyacı var?”

“Haşa!.. O, ihtiyaçtan münezzehtir! O’nun, sevgi dâhil, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur! İhtiyaç sahipleri yalnız biz canlılarız. Hepimiz O’na muhtacız. Başta var olmak ve var kalabilmek için O’nun varlığı gerekmekte… Bir an uyusa, uyuklasa bir an gaflette olsa kıyamet kopar!.. Hay’dır, Kayyum’dur! Ezelden beri hayatta, her an ayaktadır. Her şey, O’nunla vücut bulur ve ayakta durur.”

“Her şey ayakta değil ama… Boşlukta duranlar, uzayda dans edenler de var.”

“İşte o dev kütlelere hareket veren ve onları dayanaksız boşlukla tutan da O ve O’nun sevgisi… Sevgi kaynağı O’dur. Onun bir sıfatı da Vedud’dur.”

“Sevgiyle mi alakalıydı, bu sıfatı? Ziyadesiyle sevilmeye layık…”

“Evet… Yarattıklarını, özellikle iyi ve itaatkâr kullarını çok seven, hayırlarını isteyen, onları rahmetine ve rızasına erdiren, sonsuz bir muhabbete sevilmeye, dostluğu kazanılmaya en çok layık olan yegâne varlık… Bu isim, bir ayete şöyle geçer: “İlk olarak yaratan ve tekrar diriltendir. O, Ğafur ve Vedûd’dur.”

“O’nun isimlerinin kapsamını tam olarak idrak edememekle beraber, onlar en çok bizde tecelli etmiş, belki bizi o nedenle seviyordur. Belki bize sevgi ve merhameti Vedûd isminden geliyordur.”

“Allah, bütün yarattıklarını sever. Sevgi tutkaldır. Birbirine bağlayan, bağlı tutan… En çok insanda zuhur etmiştir, en çok bizi sever ve en çok bize merhamet eder. İnsan, ilahi isimlerin tecelligâhı, yani aynasıdır.

Arifler ve âlimler, bu isimleri okuyan, tecellilerinden büyük ölçüde yararlanmaya çalışan kimseler oldukları için onlar, Allah tarafından daha çok sevilirler. Onlar, bir an Allah’tan ayrı kalmak istemez, dilleri ve beyinleri hep O’nunla meşguldür, kalplerinde de hemen hemen Allah aşkından başka bir şey yoktur.”

“Sevgi karşılıklı… Ne kadar seversek, en az o kadar seviliriz. “Bana bir adım gelene on adım gelirim!” demiyor mu?

“Bana yürüyerek gelene koşarak giderim!” diyor, insanların, birbirlerine ve diğer canlılara merhamet ve sevgiyle muamele etmesini istiyor.”

“Fakat en çok kendisini sevmemizi…”

“Neden, biliyor musun? Bütün sevgiler, aşkta tamamlanır, bütün aşklar da Allah aşkında… Sevgi ve aşk mutluluk verir ama mutlaka eksik kalmıştır. İşte Allah, ihtiyaç duyduğu için değil, kullarının ihtiyaçlarını gidermek amacıyla, gerçek sevgiyi ve aşkı yaşamalarını arzu ettiğinden en çok zatının aşkla sevilmesini ister.”

“Babacığım, aşk nedir?”

“Aşk, beraberliğin azalttığı, ulaşamamanın çoğalttığı, içine şehvetin karışmadığı yüce bir duygudur. Sen şimdiki aşklara bakma! Onlar naylon aşklar… Kokusuz, tatsız… Sadece gösteriş, boya, süs… Plastik çiçekler gibi… Mecazi aşklar bile aşka benzemezken, Allah âşığı olmak değil, onları bulmak bile çok zorlaştı! Nerde öyle veliler? Allah âşıkları, dünyanın tüm nimetlerini ellerinin tersiyle itip, kendilerini O’na adayanlardır.”

“Acaba neden en çok kendisinin sevilmesini ister?”

“Şimdi ben annene: “Ben seni seviyorum ama seninle beraber şunu da, bunu da…” diyebilir miyim? Böyle bir sevgiyi kabul eder mi? Bizim kalplerimizin dört odası da tıklım tıklım dolu. Nereye alacağız, Allah aşkını? Fakat erenler öyle mi ya?”

“Fakat bu çok zor… Daha kulları, tam anlamıyla aşkla sevmeyi beceremezken…”

“Herkesi bitirip, bir Allah’la kalabiliyor muyuz? İşte o zaman gerçek aşkı bulmuşuz. Ona sevgisini söylerken yaşlar boşanıyor mu? Evet, şüphe kalmamış, Allah âşığı olduğumuzdan.

Sahabe de öyleydi. Kıtal ayeti inince bir dalgalanma başladı. Can kıymetliydi, Canan’ın emrine itirazlar oldu. Demek ki gerçek aşk, Sevgili için canını seve seve verebilecek raddeye gelebilmekti. Riya yapmaksızın, kendimize soralım, Allah’ı ve Resulünü gerçekten hak ettiği kadar, yani uğruna gözümüzü kırpmadan canımızı verebilecek kadar seviyor muyuz? Cevap, düşünmeksizin. “Evet! Seve seve…” ise mesele yok. Demek ki aşkımız kemale ermiş. Sevme yeteneğini herkese aynı miktarda vermiş. Kimisi hamurunu mayalamış, kabartıp çoğaltmış, kimisi mayayı dahi çürütmüş, işe yaramaz hale getirmiş. Kime sorsan:” A, Allah sevilmez mi? Tabi ki seviyorum.” der. Ne kadar? Nereye kadar? Evladından, anandan babandan, canından çok mu? İşte orada durmak lazım! Kaldı ki Allah, işlerini birazcık aksatmaya görsün! Başlayıverirler isyana varan şikâyetlere!..”

“Günümüzün aşklarına benziyor. Sevgiler, aşklar, menfaat sınırına kadar… Mesela ben, Allah’ı aşkla nasıl seveceğimi bilmiyorum. Anayı babayı sevmek kolay… Ya da bir başkasını… Cinsiyet ayrımı sonucu karşı cinse ilgi, sevgi, sonraları aşk gibi duyguların uyanması da doğal… Allah, yürekleri sevgiye programlamış. Ya Allah’ı sevmek? Kolay mı, görünmeyeni sevmek, onu hayal etmek bile yasaklanmışken?”

“O’nun yarattıklarını da rızasını kazanmak doğrultusunda, yani Allah için seviyorsak, zatını seviyoruz demektir. Allah aşkının oluşabilme sırası, kul aşkından sonradır. Önce yaratılanı seveceksin! Tüm yaratılanları… Sonra da Allah’ı… Hem de aşkla! Bütün sevgiler kalbe dolup olgunlaşmadan, Allah aşkı hissedilemez! İşte Allah aşkı kalbe dolmaya başladığında da bütün o sevgiler, ortamı terk etmek mecburiyetindedir. Çünkü en yoğun sevgi, en mükemmel aşk, O’na duyulandır.”

“Desene daha çok işim var ve de çok zaman lazım! Çünkü ben henüz o kadar şeyi çok sevmeyi beceremedim. Nefret ettiğim insanlar bile var ve onlara duyduğum kin…”

“Nefret ve kin, yürekteki pisliklerdir. Onlar oradan çıkmadan, kalp tertemiz olmadan Allah aşkı girip yerleşmez! Kalbini o kirlerden arındırmaya çalışmalısın, Semiray! Pis eve misafir kabul edilir mi? “Padişah konmaz saraya, hane mamur olmadan!” Bunu sakın aklından çıkarma!”

“Allah’ı aşkla nasıl sevebilirim baba?”

“Allah’ı aşkla sevdiğini hissedemiyorsan, göremediğin için bunu başaramıyorsan, görmekte olduğun Allah’ı sevenleri sev! Aşkla sev! Allah’ı seveni sevmek, Allah’ı sevmek demektir. İbadet sayılır. Bir nevi ibadettir.”

Onur BİLGE
www.kafiye.net