HANGISI BABAM

Henüz altı yaşındaydı Ülkü siyah uzun saçlarını annesi her sabah özenle tarar ve babası görevde değilse erkenden kahvaltı sofrasına otururlardı. Yakışıklı babası Otuzlu yaşlarında üniforma içinde çok daha yakışıklı gelirdi gözüne. Sırf babası ile birlikte olabilmek ve biraz daha zaman geçirmek için erkenden uyanırdı Ülkü. 
Kahvaltı sofrasında bazen gergin olurdu babası, dişleri ile dudaklarını ısırır ve gözleri uzaklara dalardı. Annesi ise endişeli gözlerle babasına bakar ve fısıltı ile konuşurdu. Anlardı Ülkü kendisinin bilmesini istemedikleri önemli meseleler olduğunu. Aralıklarla mutfağa gider ve sessizce Ülkü duymadan konuşur veya gözleri ile anlaşırlardı.
Kızardı annesine içinden neden babası ile birlikte vakit geçirmesine mani oluyor diye. 
Biraz daha babasıyla olmak ve babasının kömür karası gözlerine bakmak, onun güçlü kollarıyla kendisini havaya kaldırıp sonra bağrına sımsıkı bastırmasını ve kalp atışlarını dinlerken boynuna başını gömüp o baba kokusunu, güveni, huzuru içine çekmeyi çok severdi. 
Her sabah babası “kızım seni seviyorum, kendine dikkat et” der, anneside ” sende kendine dikkat et” der ve öpüşüp babasını yolcu ederlerdi.

Bir gün annesi giysilerini bir bavula topladı ve Ankara’ya annesinin babaevine döndüler. Ülkü o kadar çok ağladı ki okula başlayacak ve babasından ayrılacaktı. Üzüldü çok üzüldü, diğer çocukları okula babaları götürürken onu dedesi ile annesi götürdü. Özlem ve hasret başlamıştı üstelik Ankara’da dedesi ve anneannesi de annesi gibi endişeli ve hüzünlüydüler. Ülkü neler oluyor anlayamıyordu. Neden herkes babasından söz ederken sesi titriyor ve hüzünleniyordu. Babası güçlü, yakışıklı ve üniformalı bir genç adamdı. O herkesi ve vatanı korurken onun için herkes korkuyordu?

Babası çok sık arıyor ve kızının sesini duyuyordu. Her görüşmede “baba gel” diye yalvarıyordu. O küçük evlerini ve babası ile yaptıkları kahvaltıları özlemişti. Babası burnunda tütüyordu. Annesi telefona yüklediği videoları gösteriyor ve babası ile bu şekilde hasret gideriyordu. Herkesin babası yanında iken o hem babası var hemde yok gibi yaşadığı için babasına ve annesine içinden kızmaya başlamıştı. Keşke babası başka bir meslek seçseydi, o zaman her akşam evde olurdu. Küçüktü Ülkü çok küçüktü ve anlayamadı, anlamlandıramadığı bir dünyada büyüyordu.

Bir sabah kapı çaldı ve kapıya gelenleri dedesi görünce yüksek sesle ağlamaya başladı. Annesi ise yığılıp kalmıştı. Ülkü babası gibi üniformalı tanımadığı misafirlere sordu. ” babam nerede? Neden gelmedi? Gelenler hüzünlüydü ve sesleri titriyordu. 
Çok zor da olsa o titreyen seslerden birisi annesine ” eşiniz şehit oldu. Başınız sağ olsun” dedi. Ülkü şehitlik ne biliyordu. Babasının arkadaşlarından çok şehit olan olmuştu ve onların aileleleri ile annesi görüşüyor ve her ziyaretten gözleri kan çanağı gibi geliyordu.

Dünya o anda Ülkü’nün altı yaşındaki başında dönmeye başladı. Bir daha babasını göremeyecek ve o yakışıklı üniformalı babası onu güçlü kolları ile sarıp havaya kaldırıp kendi etrafında döndüremeyecekti. Bir daha babasının kokusunu duyup, göğsüne yatıp kalbinin atışını duyamayacaktı. Dünya o kadar hızlı dönüyordu ki Ülkü bir boşluğa düştü, sanki dünyada bir başına kalmış gibi herkes silindi. Babası yoksa yaşam da artık yoktu, dünya dönse ne olacaktı. Artık hiç bir renk eskisi kadar güzel olmayacak ve Ülkü bir daha babasının çok sevdiği imambayıldı ve karnıyarık yemeğini yemeyecekti. Oysa babası o yemekleri ne çok severdi ve keyifle yerdi. Artık yaşamlarından tuz eksilmişti, baba evin tuzuydu ve o andan itibaren yaşam tatsız tuzsuz olmaya başlamıştı. Birde helva kokusuna tahammül edemedi. Komşular ve akrabalar dedesinin evinde toplanmışlar ve helva kavurup gelene gidene ikram etmişlerdi. Ülkü’nün babası ölmüş onlar helva yiyordu, içinden o kadar kızdı ki.. Bir daha helva da yemeyecekti.

Cenaze töreni için en büyük cami seçildi. En öne üniformalı ve protokol görevlileri dizildi, ardında da akrabalar, en arkada ise bu törende olmak için kentin her yerinden gelen binlerce insan. Beş tabut vardı kurulan musalla taşlarında, al bayrağa sarılı beş üniformalı genç adam vardı. Ülkü akrabalarının birisinin yanında tutuluyor ve hareketleri birazda olsa engelleniyordu. Akraba kadın Ülkü’nün elinden ve kolundan sımsıkı tutuyordu. Ülkü sanki kuştu ve havaya uçuşunu engelliyordu. O sabah Ülkü’nün uzun siyah saçları taranmamıştı. Artık saçını kendisi de tarayabiliyordu ama eli saçını taramaya gitmedi. Evde ise kim varsa ağlıyor, dövünüyordu.

Ülkü akrabanın elinden kurtuldu ve musalla taşlarında dizildi beş şehit ile törene gelenlerin arasındaki beş metre kadar mesafeyi kuş gibi uçarak ve koşarak aldı. Bir taraftanda çocuk sesiyle bağırıyordu. ” hangisi babam” diye. Çıt çıkmıyordu meydanda ve o ses orada olanların ve haber veren televizyonlardaki ülkedeki tüm evlerde çınladı. Kulaklarda yankılandı ve beyinlerde kayıt edildi. ” hangisi babam?”

Ortada koşan küçük bir kız ve onun baba özlemi buram buram hissediliyordu.
Koştu küçük kız o beş tabuta doğru ok gibi koştu.
Ağlayan ve koşan siyah saçlı o küçük kızı kucakladılar ve Albayrağa sarılı tabuta sarılması için kollarından kaldırdılar ve babasının tabutuna sarılmasına yardımcı oldular. O ses o ” hangisi babam ” diyen ince ses o meydanda her rüzgarda fısıltı ile musalla taşlarına aynı soruyu sormaya devam etti. Hangisi babam?
Nejla BILGIN
www.kafiye.net