Kovadaki Okyanus/Vefa

Deniz çarşaf gibiydi o gün. Öylesi az ve hafifti ki dalgalar; uzak aralarla sahile vuruyor, ayakları bile ıslatmıyordu. Alabildiğine maviydi her şey; gök mavi, deniz mavi… Mavilerin yarışıydı sanki. 

Böyle maviliklerde dinlenirdi demek ki ruhlar. Mavileri derin soluklarla içe çekip, sonra daha derin bir maviyi solumak üzere bırakmaktı soluğu dışarıya. Şu an deniz ve gökyüzünü solumak, yudum yudum içmek gibiydi mutluluğu. 

Çevredeki insan davranışları görülmez ve duyulmazdı bu anlarda. Efsunlu bir dokunuş gibiydi güzellikler; büyü bitene dek gözün içtiği milyarlarca mavi hücrelerdi hissedilenler. Ruhun doğayla dansıydı ve orkestra bile hiç bitmesin isterdi. 

Akdeniz’in tuzlu suları, oturdukları masada ayaklarını yalasa da, anne kız hiç sesini duymuyordu dalgaların. Gözleri ufuktaydı onların; dinlenirken düşünüyorlardı. Annesinden uzakta yaşıyordu Işıl. Başka diyarlardaydı annesinden ve geleli henüz birkaç saat olmuştu. Baktı şöyle annesine; ‘Ne kadar güzel bir kadın benim annem’ diye düşünüp hafiften gururlandı. Hakkıydı aslında gururlanmakta. O kentte ana ve kızın güzellikleri dillere destandı. 

Annesine bir şey diyemezdi şu an. Öyle güzel seyrediyordu ki denizi ve gökyüzünü… Aslında annesi de aynı şeyleri Işıl için düşünüyordu yan gözlerle ona bakarken. Sonunda sessizliği garsonun getirdiği çaylar bozdu. Ayıktılar o müthiş efsundan. 

Işıl üniversiteyi bitirmiş, mesleğini yapabilmenin şartı olan KPSS sınavını kazanmak amacıyla dershaneye gitmişti. Dershane komşu ildeydi. Işıl o ilde akrabalarının yanında kalıyordu. Tatilden yararlanıp gelmişti annesine. Annesi Gül ise yalnız yaşıyordu bu sahil kasabasında. Hem işi bu kasabadaydı, hem de seviyordu yaşadığı yeri. 

Annesine sordu birden: 

-Sence vefa nedir anne? 

Düşündü Gül Hanım. Zor bir soruydu. Cevap vermek için değildi düşünmesi aslında; kızına doyurucu cevap vermesi zordu. Yine hayallere daldı vefa ile ilgili… 

‘Arnavut taşlarının sanatsal örgüsünde, cilasız parlaklıktaki daracık yollar varmış bir zamanlar. Hala da vardı böyle şehirler… Sıkışık evlerde, dar sokakların şekilsiz taşlarında, güle oynaya koşuşurmuş yıllar önce vefa. Ne kadar da mutluymuş kim bilir…’ 

‘O zamanlar, nefes kokularının yakınlığından değil, yüreklerin yakınlığından duyulurmuş etrafa yardım etme isteği. İçten gelirmiş samimi gülüşler. Çiçekler, su şişelerinin içinde ne harika dururlarmış. Kokuları bile bir başlaymış. Şöyle burukça, derince elinde dursa, tene karışıp çıkmazmış gülün elde yumuşayan teri.’ 

‘Mahallede bir genç yüksek okulu mu kazandı? Hemen tebrikler başlar; zihin açıklığı dilekleri için yemekler, yemişler hazırlanır; sıkı giyinip üşütmesinler diye paltolar, atkılar örülürmüş elbirliğiyle eş, dost, arkadaş tarafından. İmece usulüymüş ve dar aralıklı, boğumlu taşlı sokaklar, sevgi sevgi kokarlarmış.’ 

‘Önce bu sıcacık yuva kokan evleri yıkarak başladılar cinayetlere. Bununla da yetinmediler… Yüksek yüksek, ayrık ayrık yaptılar binaları; ayırdılar insanları ve birlik içinde çarpan acıları.’ 

‘Sonra bölüşülmez oldu acılar, mutluluklar. Merdivenler kondu uzun uzun aralarına. Taştan ve oldukça soğuk…’ 

‘Kısacıktı mesafeler, sıcacıktı ilişkiler eskiden oysa. Ahşaptı girişler, merdivenler. Basıldığında, dost çağrısının gıcırtısını duyardı ev sahibi.’ 

‘Sesler duyulmaz oldu artık… Kavgalar büyüdü duyup yetişen kalmayınca. Yuvalar yıkıldı evlerden büyükler atılınca. Bir özgürlük tutturmuşuz yalnız kalma adına. Alın işte özgürlüğünüzü! Sen sende değilsen; tek yaşamışsın, kalabalık yaşamışsın farkı ne?’ 

‘Ya geçmişimizde boğulduk anılarla ya da hep beklenti içinde olduk gelecekten. Yıllar mı? Herkesin dediği gibi işte; ne de çabuk geçiyor…’ 

‘Büyüdük; ‘Süslü’ demeleri gurur oldu bize. Ütüyü bıraktık, kırışık elbiseye, nice takılara merak sardık. Yüzlerimize maske de taktık en kalınından. Evimizde mutlu olamadık; hep dilimize şikâyeti doladık. ‘Falanca o çirkinliğiyle şunu almış layık bile değilken; bende neden yok?’ deyip hem dostlarımızı horladık, hem gösteriş merakımızı tescilledik. Mutluluk bize uzaktı hep; koşup yakalayamadık. Bilemedik; mutluluk tanımının, insan içinin dışına yansıması olduğunu.’ 

‘Elimizdeydi mutluluğu arttırmak ve bilemedik ki; mutluluk, dağıtıldıkça çoğalacak. Başkaları mutlu oldukça yayılacak, güçlenip asıl eğitim aracı olacak.’ 

Düşündüklerini, kızına bir çırpıda anlattı Gül Hanım. 

-İşte vefa bu kızım… Sahi neden sordun bana? 

-Aslında uzun uzun anlatılmalı annem. İşte o vefa denilen duygu neden kalmadı acaba diye merakımdan sordum sana. 

-Nasıl yani? 

-Unuttuğumuz bu yaklaşımlardan birini yapabilmişti bizlere Mehmet hoca dönemin başından beri. Dershaneye paramı ödedim; ders alıyordum. Sanıyordum ki; paralı ya, ondan bizlere bu kadar ilgili davranıyor ve öğretme çabası içine giriyor. 

-Paralı olduğundan değil miymiş? 

-Biliyorsun ilk kez bu yıl dershaneye gitmeye başladım hayatım boyunca. ‘Eğitimciler özel dershanelerde hep bu şekilde mi davranıyor acaba?’ diyordum içimden. Bir gün, O’nun gibi olmayan bir başka öğretmen geldi yerine. Gerçeği işte o zaman ayırt ettim. Birkaç arkadaş, eski öğretmenimizin yanına teşekkür etmek için toplanıp gittik. Bizi bunca zaman gerçekten eğitmiş, emek vermişti. 

-Sevinmiştir bu vefa duygusuna. 

-Önce minnetlerimizi, teşekkürlerimizi sunduk. Sonra, yerine gelen öğretmenin bizim öğrenip öğrenmediğimize hiç önem vermediğini, hatta umurunda bile olmadığını… Ego ve kaprisleriyle, vereceği eğitimi mahvettiğini anlattık. 

-Mehmet Öğretmen nasıldı ki? 

-Mehmet öğretmen bizlere bir başka yaklaşmıştı. Sevmiştik kendisini ve bu nedenle ağzından çıkan her kelimesini dikkate almıştık. Öğrenmemize büyük etken olmuştu O’nun sevecenliğinin getirdiği otoritesi. Bu nedenle O’nun söylediği her kelimede samimiyeti yakalıyorduk. Hayatta en önemli şeylerden biriydi samimiyet. 

-Açıklama getirmiştir size. 

-Anlattık bunları uzun uzun öğretmenimize. Eliyle yanağına dokundu, başını karşıya dikti birini görmüş gibi. Hepimiz o yöne baktık. Kimseler yoktu. Bize döndü birden ve ‘Ben size ders verebilirim belirli saatlerde. Sanırım bu boşluğu yakaladım çocuklar.’ dedi. 

-Helal olsun! İşte öğretmenlik bu bence de… 

-Çok şaşırmış, iki öğretmeni kıyaslamıştık yüreğimizde… Şimdi hiç para almadan, sadece KPSS sınavında başarıyı yakalamamız için; evinden, dinlenmesinden, özel hayatının rahatlığından fedakârlık ederek hizmet ediyor, uğraşıyor, didiniyor. 

-Kızım, sen de öğretmen olacaksın sınavı kazandığında. Sen de Mehmet Öğretmen gibi yapacak, vefalı olacak mısın? 

-Belki daha da fazlasını yapacağım anne. Öğretmenlik parayla ölçülemeyecek kadar büyük bir meslekmiş. Bunu bana Mehmet Öğretmen’in davranışı anlattı. 

-Söz mü kızım? 

-Söz anneciğim. Ant olsun ki söz… 

Akdeniz’in kumsalı kadar ıslaktı gözleri artık Işıl’ın… 

Melek KIRICI
www.kafiye.net