Hoş Kokulu, Rengârenk Bir Öykü Bahçesi: Kırk Öykü

“Herkesin bir öyküsü var,” denir ki doğrudur. Aslında bu genellemeyi şu şekilde genişletmeliyiz belki de: “Her şeyin ve herkesin bir öyküsü var.” Evrenin var oluşunun, dünyanın yaşanacak bir hâle dönüşümünün, küçücük bir bebeğin dünyaya gelişinin, dalda açan çiçeğin yeni doğan güne “merhaba” deyişinin, yolda yürüyen kaplumbağanın sebebi derinlerde olan bir yönelişle hedefini belirlemesinin, sokağımızın köşesindeki piyango satıcısının, kitaplara sığınan karamsar bir yazarın… Aklımıza gelen gelmeyen, varlığından haberdar olduğumuz, olmadığımız herkesin ve her şeyin bir öyküsü var. Ve bu öykülerin her biri yazılmaya da okunmaya da değer. Yazdıkça ve okudukça daha çok anlayıp daha az unuttuğumuza göre…

Öykü adı gibi kısadır, adı kadar özdür. Uzun uzun söylemese, sayfa sayfa anlatmasa da kazandırdığı, öğrettiği,  hatırlattığı, bazen de buldurduğu ya da keşfettirdiği çoktur. Bu nedenle öyküde anlam; damıtılmıştır, darasından arınmıştır. Bir solukta okur tüketiriz öykülerin ak kâğıt üstüne düşen kara harflerini.

Mahalle kahvelerinde, dost meclislerinde, evlerde, parklarda, sokakta ayaküstü bazen öyküler anlatırız birbirimize.  Kimileri ne güzel anlatırlar, çoğumuz ne güzel dinleriz hoş -bazen de ne yazık ki nahoş- öyküleri. Kimi zaman anlatıcı abartabilir, hatta tamamen uydurabilir olayları. Kurgu olsun, gerçek olsun mutlaka anlatılmalı öykülerimiz. Çağlardır öykülere belenişi ruhlarımızın hep bundan.

Meddahlar ezbere öyküler anlattılar, halk hikâyeleri, mitler, efsaneler kurguladık hep beraber, eli kalem tutanlar yazdılar, yazdılar… Aksi takdirde bu sönen ve gölgelenen dünyada ne olurdu halimiz!

Murat Soyak’ın Roza Yayınevince yayımlanan “Kırk Öykü” adlı seçkisini okudukça benliğime sökün ediveren hisler, bu ve buna benzer hislerdi. His diyorum zira beğendiğimiz herhangi bir kitabı okuduğumuzda en çok kalbimiz sevinir.

Murat Soyak’ın seçkisinde adından da anlaşılacağı üzere kırk öykü var. Kırk öykü, kırk yazar, kırk ana düşünce, sayısız olay ve durum, sayısız zaman, sayısız mekân, sayısız karakter var. Bu nedenle zengin bir kitap “Kırk Öykü”. Hep para kazanacak, mal alıp mal tartacak değiliz ya biraz da mana alıp mana tartmalı.

Ülkemizde 19. Yüzyıl’dan beri edebiyat dergileri çıkarılmakta. Cemil Meriç’in çok doğru bir ifadeyle “hür tefekkürün kalesi” olarak tanımladığı edebiyat dergileri birçok edebi ve düşünsel ekolün kuruluş ve serpilme mekânları olmuştur. Çoğu yazar adını bu dergilerde duyurmuş, edebiyat âlemine dergiler aracılığı ile dâhil olmuştur. ‘Kırk Öykü’de yer alan yazarların isimlerine çeşitli edebiyat dergilerinde rastlamak mümkün. Usta kalemlerden acemi yazarlara kadar kırk öykücü yer almış bu seçkide. Şahsım adına söylemem gerekir ki bunlardan biri olmak benim için oldukça onurlandırıcı bir haldir. “Kırkı kırklar içinde saydık elhamdülillah!” diyesim var.

Murat Soyak eserin sunuş bölümünde şöyle diyor: “Kırk Öykü seçkisi ile bir bahçe düşünü gerçekleştirmeye çalıştık. Günümüz öykü yazarlarından seçilmiş, derlenmiş ürünler. Başlangıçtan bugüne hikâye/öykü seçkisi oluşturmak yerine son dönemi dikkate alan bir tutum ile yola koyulduk. Gönül isterdi ki öyküye emek veren bütün öykü yazarlarımızın ürünlerinden seçilmiş bir seçki oluşturalım. Malum olduğu üzere bu tip çalışmalarda bir sınırlama kaçınılmazdır. Bu çalışmamızı şimdilik ‘40 yazar, 40 öykü’ ile sınırladık.“

‘Bahçe düşü’ imgesi oldukça dikkat çekici. Bu seçkideki öykülerin her biri birer çiçek olarak değerlendirilirse hoş kokulu ve hoş görünümlü bir bahçe oluşturmanın düşünü kurup bunu yerine getirmek ne iyi!

Çevresinde Muhammedül Emin olarak bilinen Peygamber Efendimiz sık sık Hira dağında inzivaya çekilir, kendi özüne iner, özünde Hakkı terennüm ederdi. 40 yaşına geldiğinde Hira dağının karanlık mağaralarından biri aydınlanıverdi. İnsanlığa inen müjde Hz. Muhammed’in bu kutlu yaşını beklemişti. Murat Soyak’ın hazırladığı seçkide 40 öykünün bulunması da elbette bir tesadüf değil. Bilirsiniz kâinatta hiçbir şey tesadüfle açıklanamaz. Eserdeki öykü sayısı sınırlandırılırken -ki bu bir zorunluluktur elbette- seçilen sayıdır 40. İnanç iklimimizde önemsediğimiz bir sayıdır çünkü bu sayı.

Dünya edebiyatında ve bizim edebiyatımızda öykücülük köklü bir geleneğe sahip. Eskilik değildir öykünün çağlar boyunca edindiği sıfat. 21. Asrın akıl almaz gelişmelerine ayak uydurabilen bu kadim tür, gün geçtikçe olgunlaşmış, gün geçtikçe yenileşmiş ve serpilmiştir. Oldukça sağlam bir zemin üzerine atılan temel, üst üste konan her taşla yükseldikçe yükselmiştir. Artık karşımızda güzel ve etkileyici bir öykü abidesi bulunmaktadır. Kimlerin emeği, kimlerin izi var öykücülüğümüzde? Samimi ve doğal halk hikâyecilerimizin, meddahlarımızın, hoş sohbet mahalle sakinlerinin, tatlı dilli hatun kişilerin, Hüseyin Rahmi Gürpınar’dan Sait Faik’e, Halit Ziya’dan Memduh Şevket Esendal’a birçok modern öykücümüzün…

Edebiyatımızın son dönemlerinde öyküye ilgi oldukça önemli oranda artmış durumda. Birçok sanatçı bu alanda yetkin ürünler vermekte. Yeni öykülerimizde konu, üslup, dil, edinilen meseleler adeta kabuk değiştirmişçesine farklı konumlara taşındı. Yazılmış eserlerin mirasından başarılı bir şekilde faydalanabilen yeni dönem sanatçıları tarihi süreçte üzerlerine düşeni sağlam bir duruşla yerine getiriyorlar.   Murat Soyak’ın deyişiyle,  “Öykü hayatın içinde güzel yürüyüşünü sürdürüyor.” Kırk Öykü son dönem öykücülüğümüzün kırk adımını kaydetti. Böylelikle öykü tarihimize kayıt düştü.

Kırk Öykü’de öyküsü bulunan isimler alfabetik sırayla yer alıyorlar eserde. Her yazarın kendine özgü bir anlatım tercihi var.  Bakış açıları, anlatım biçimleri, dili kullanışları,  karakter ve anafikir seçimleri rengârenk bir tablo seriyor gözlerimizin önüne. Öykülerden birinde günlüklere sığınmış bir genç kızın gizli dünyasına dalıyoruz, bir başkasında otuz yıldır görmediği arkadaşı sayesinde günlük hayatın keşmekeşinden bir günlüğüne de olsa sıyrılan bir adamın eski zamanlara duyduğu özleme, bir diğerinde hapishanedeki mahkûm babasına dair yitik anıların ruhunda parmaklık korkusu oluşturduğu çocuğun yıllar sonra bu korkusundan kurtulmasına, kederlerinden arınma ihtiyacıyla hayaller kuran bir anne kızın “yakında her şeyin daha güzel olacağı”na dair umutlarına, dağ başındaki bir çobanın tefekkür dolu münzeviliğine, beyaz kâğıda tutkun bir kalemin aşk sözcüklerine… Bunlara benzer ya da benzemez birçok insanlık hâline şahitlik etmek mümkün bu kitapta.

Bu değerli seçkiye dair sözlerimizi Kırk Öykü’den kırk cümle ile sona erdirmek belki de en doğrusu olacaktır. Her birine en kalbi selamlarımızla:

“Söylemiştim; öykülerin de bir kaderi var, Penguen” (s. 7) A. Vahap Akbaş

“İkindileri altın sarısı baygın bir güneş kitaplarıma vurur, kalkıp Haşim’i elime alır, kapıyı arkadan kilitler, şiirleri sesli olarak okurdum. O baygın ışıklar, o altın sarısına boyanmış hüzün.” ( s. 10) Abdullah Harmacı

“Senden sonra yokluğun vardı. İyi ki o vardı.” (s.14) Ahmet Karacan

“Gözünün alabildiğine kokusuyla baş döndüren kekiği ve rengârenk çiçekleriyle yaylaları, çocuklar ve hayvanlar için bambaşka bir dünyaydı.” (s.19) Ahmet Örs

“Kulaklarında son trenin sireni uzun uzun çınladı; artık trenden sonra babası yorgun argın gelmeyecekti.” (s.26) Akif Hasan Kaya

“Her yalnızlığın yorucu bir sonu var” (s.28) Ali Haydar Aksal

“Ey! Sevdası yüreğinden taşmış Kays’ın marazını kapan Mecnun kalem. Benim ben. Sevdalın beyaz kâğıt.” (s. 37) Ali Rıza Kaşıkçı

“Âzâde, isminin hüznünü hecelemiş deftere.” ( s.43) Aliye Akan

“O gün, o uğursuz Pazartesi günü… Santiago Nasar öldü. Onu ben mi öldürdüm?” (s.48) Aykut Ertuğrul

“Durup düşünüyorum. Nereden nereye? Stres yaşam biçimimiz ortağımız olmuş.” (s. 51) Bedran Yoldaş

“Ölüm bir başka evcilleştiriyor insanı”  (s. 55) Bülent Gündoğan

“Dünyayla tek başınıza mücadele edemezsiniz: Dünya her zaman galip gelir.”  ( s. 61) Cemal Kılınç

“Küçük kız trene binmek için adımını attığında iki beyaz kanat çıkıverdi omuzlarından ve trenin demirden değil pamuk şekerinden yapılmış bir at olduğunu düşündü.”  (s.70) Cengizhan Genç

“Kurgu ‘gerçek’ten kaçan zavallılar için, korkunç bir sığınaktır.” (s.71) Cevat Akkanat

“Güneş doğuyor, yıldızlar batıyor, dünya dönüyor mevsimler bakıyor, gece gündüz birbirini, tutmak için koşuyor.” (s. 81) Duran Çetin

“Şiir yazmak istiyorum. Kuşlar, ağaçlar, böcekler, kelebekler…” (s. 93) Emine Batar

“Büyüdük işte Hava abla, yenildik.” (s.98) Eyyüp Akyüz

“Vicdan, kin ve nefrete rağmen öldürülemeyendir.” ( s.100) Faik Öcal

“Ya Rab! Adını zikredeceğim her basamakta.” (s.106) Hasan Ejderha

“Sevincin de hüznün de otağı kalp olmalı.” (s.111) Hatice Eğilmez Kaya

“Gözleri kızardı. O beyaz yüzü morardı. Derin bir nefes aldı. Belli ki bir beklediği vardı.” (s.114) Hüseyin Akte

“Yağmur sığırcık kuşunu iyice sindirmişti.” (s.119) İbrahim Yarış

“Çınar ağaçları, birbirlerine sevdalı iki kalbin sözlerine şahit oluyordu.” (s. 129) Kibar Ayaydın

“Sessizlik ve kimsesizlik geceye musallat olunca, bir anda karanlık en azılı düşman kesilir.” (s.133) Lokman Zor

“Bir düşün içinde başka bir düşü yaşamanın adı konmamış hikâyesini anlatıyor aksakallı dervişler.” (S.138) Mehmet Baş

“Yoksunken, en çok da herhangi bir zaman diliminde, bir vedanın ışık kırılmasına dönüşmesini seyrettim.” (s. 140) Meral Afacan Bayrak

“Durgun suya bir damla düşüşünün ağırlığında, bir saat tiktakının dakikliğinde, namazda secdeye varan bir mü’minin zindeliğinde.”  (s.145) Metin Ünal Mengüşoğlu

“Sanki bir boşluğa, karanlığa düşüyorum. Elimden tutan olmayacak diye korkuyorum.” (s.153) Murat Soyak

“Kapıyı çekip çıktım. Kimseye de bir şey söylemedim. Çocukluğun dehlizinde yüzdük saatlerce.” (s.158) Mustafa Oğuz

“Çağ kozalağı kalbin patlaması geciktiğinde, aklın şimşeklerini, yıldırımlarını beklemekten başka çare olamaz.”  (s.159) Mustafa Oral

“Ona göre kadınlar duygusaldı; şiir o duygu evrenine ulaşabilmenin imkânlarından biriydi.” (s.164) Mustafa Özçelik

“Hep kurak iklimlere düştü yolum. Denizi resimlerde gördüm çocukluğumda. Olsaydı yakınımda bir deniz böyle mi olurdum.”  (s.169) Mustafa Uçurum

“En büyük bilinmezlik kendi bilinmezliğimiz.”  (s. 173) Müştehir Karakaya

“Öyküler yazıyorum hiç kimseye ulaşamayacak. Hiç kimsenin tanıyamayacağı ve bilemeyeceği öyküler yaşıyorum.” (s. 179) Nuhan Nebi Çam

“Aşkta birinci kural, yılmayacak ve yıkılmayacaksın.”  (s.182) Osman Aytekin

“Uçmalıyım, herkesin güler yüzüne neşe yaymalıyım.” (s. 186) Recep Şükrü Güngör

“Dirilişe, arınmaya, özgürlüğe doğru yürüyor…  Sarı saçlarını rüzgârlar savuruyor… Duvar diplerindeki çocukların gözleri büyüyor.” (s.193) Selvigül Kandoğmuş Şahin

“Kadın doğum yapardı da bir erkek neyin doğumunun sancısını çekerdi?” (s.197) Üzeyir Süğümlü

“Gün ışımak üzere. Pembelikler uç vermeye başlamış göğün yanından yöresinden” (s.203) Yıldız Ramazanoğlu

“Zaten niyet halis olmayınca, kalpte ufunet olunca, bozulunca kalp denilen et yumrusu, bütün vücut gidiyordu. Her şey bozulmaya yüz tutuyordu. O iyi olunca iyi olmayan mı vardı?” (s.207) Yılmaz Yılmaz

Hatice Eğilmez KAYA
www.kafiye.net